Belleğin Girdapları | Behçet Çelik


Yaban ya da yabancı değildim… Arada bir yer – onlardan olmadığım gibi büsbütün eloğlu da sayılmazdım. Bir şeyin kendi olmaktan çıkıp karşıtına dönüşme anında donup kalmış gibiydim. Daha ilginci, aynısı onlar için de geçerliydi. Yaban ya da yabancı değillerdi bana. Onların şansı kalabalık olmalarıydı, sayılarındaki çokluk, dönüp de sürekli benzerlerini, aynılarını görmek, bir dönüşümün ortasında kalakaldıklarını unutturuyordu onlara.

Belleğin Girdapları, kaçmak isteyen bir adamın hikâyesi. Günlük hayatın getirdiklerinden, insan ilişkilerinin yoruculuğundan ve aslında, bunlara uyum sağlayamayan kendisinden kaçmak… Onunkisi yeni bir hayat beklentisi değil, en fazla “iyi olacak” sezgisi… Daha iyi hatırlayabilmek için yaşadıklarını yazmayı istese de hatırlamaktan, bir “hayıflanma kuyusuna” düşmekten korkuyor. Ama kaçamıyor…

Kaçabildiği en uzak nokta, “şehrin sonunda” bir yerleşim yeri: Ona tekinsiz hatta giderek tehditkâr gelen atmosferiyle, gerçek bir inzivaya izin vermeyen, “öfkelenememenin yorgunluğuyla” kendi boşluğuna düşüşü hızlandıran bir mahalle, “Serpmetepe.”

Behçet Çelik, bir adamın zihninin derinlerine iniyor, katman katman onu keşfediyor. Edebiyat yolculuğunun en derinlikli karakterlerinden birine, kusursuz bir üslupla imza atıyor.

Birileri kalmış olsaydı 

Birileri kalmış olsaydı, kaçmasaydım ya da iteklemeseydim, bir şeyler içmek için buluştuğumuz, iki lafın belini kırmaktan zevk aldığım, beraber maç, tiyatro ya da sinemaya gidip öncesinde ya da sonrasında muhabbet ettiğimiz, sahil boyunca yürüyüşe çıkıp havadan sudan konuştuğum arkadaşlarım olsaydı mesela ya da arayıp halini hatırını sormaya, sorduklarında neler yaptığımı özetlemeye kendimi mecbur hissettiğim eşim dostum, ahbabım, onlara, ya da biriniz kalsaydı hiç değilse, sen ya da o, ikinizden birine, nerede, ne yaptığımı haber vermek isteseydim nereden başlardım, hangisini vurgulardım? Başlangıcı mı, bitişi mi? “Yepyeni bir yerdeyim artık” mı olurdu kuracağım ilk cümle, “Sonunda kopardım orayla bağlarımı, ayrıldım,” demeyi mi yeğlerdim? Sadece Eylül haberdar buralarda bir yere taşındığımdan.

Ona anlatırken, “Gidiyorum,” demiştim, vurgum sona ermeye, bitişeydi, ama henüz oradaydım, orası bitmemiş burası başlamamıştı. Bir hayalden, tasarıdan öteye geçmiş, bazı adımlar atmış, dönüş yollarını birer birer kapatmaya başlamıştım, ama oradaydım henüz, her an vazgeçebilir, kalabilirdim. Artık buradayım, kalan son bağlarımı kopardım, başlangıç noktasından ilerideyim. Başlayan bir şey var elbette, ama zihnim gene de daha çok bitenlerle –bittiğini zannettiklerimle meşgul.

Arada bir yerde sayılırım, bu daha makul, yol bitmemiş, varmamışım sanki. Nelerden kurtulduğumu fark ettiğim her anda, artık onların dünyamda olmadığını her hatırlayışımda derin bir oh çekerek anıyorum bitmiş gitmiş, geride kalmış olanları. Neyin başladığına kafa yorarsam kaygı öne çıkacak, farkındayım, çıkıyor da arada, ne kadar kaçsam, kaçınsam, ne yapacağım, nasıl yapacağım, yapabilecek, kalabilecek miyim burada soruları ufak ufak didikleyip dürtüyor ya da bazen bodoslama çarpıp sarsıyor.

Arkada bıraktıklarımı düşünmekse şimdilik daha sevinçli. Bana şaşırtıcı gelse de buna eğilimliyim. Genelde tersi olur oysa. Eylül’e anlatsam, o da şaşırır, “Sen mi sevince eğilimlisin, hadi canım,” deyip dalga geçer. Epeydir görüşmüyorduk, çekip gideli çok olmuştu. Başkasını değil, sadece onu arayıp aldığım kararı anlatma ihtiyacı duydum. Galiba biraz da bir yükümlülük gibi hissettim bunu, sonunda kımıldamaya karar verdiğimi bilmeliydi. Son yıllarda kahrımı o çekmiş, bir şeyleri değiştirebilmek için az didinmemişti. Hep sarıp sarmalandığımı hissettim yanında, ilk bir-iki yıl nasıl da iyi gelirdi, yerin gün geçtikçe artan çekimine karşı azıcık da olsa havada tutardı beni. Bunun için minnet duyduğumu zamanında söyleyebilmiş olsaydım keşke. Sonraları kesinlikle o değildi değişen, ama ilgisi, kaygısı beni daha da itiyormuş gibi gelmeye başladı yere. (Minnetini söyleyemeyen mihneti nasıl ifade etsin?) İçimden söylenme âdeti edindikçe daha da dilsizleştim, Eylül’ü çileden çıkaran da bu oldu. Merak ediyorum, gitmeye karar verdiğinde bir ferahlık hissetti mi, hatta öncesinde, daha aklına ilk geldiğinde önündeki uzam genişleyip gök yükseldi mi? Yakın arkadaşlarından birine,

“Bırakacağım valla,” dedi mi, “çekip gideceğim, çekemem daha.” Anlatırken caymaktan korkup doğrudan harekete mi geçti? Bense gideceğimi birinin bilmesini istedim, kimseye söylemezsem, tasarı olmaktan çıkıp atılmış hakiki bir adıma dönüşmeyecekti kararım. Hem elveda konuşması da yapmış olacaktım böylece. O konuşma çok önce sessizce yapılmıştı gerçi, ne ki ben değildim yapan; masaya bırakılmış anahtarlar, kitaplıktan eksilmiş kitaplar, duvarda dikdörtgen lekeler. Kırmadı beni, buluştuk.

Duyunca çok şaşırmadı, sanırım benden her şeyin beklenebileceğini aklı çoktan kesmişti. İçten içe sevinmiş bile olabilir. Bıkmıştı, gözüne ilişmemem, uzaklarda olmam işine gelmiştir belki de, pek bir şikâyeti olduğunu sanmam. “Artistlik bu yaptığın,” demediyse kibarlığından. Gene de ne halde olduğumu, ne yapıp ettiğimi düşünüyor olabilir bazen. Öfkesi yatışmamışsa, iflah olmazlığıma, kendini bilmezliğime, aframa taframa söyleniyordur; geçmişse, geçip gitmişse, bilemiyorum hissettiği sızı mıdır, ferahlık mı?

İkisi de mümkün. Birinden biri olsun istiyorum galiba – öfke bile olur; bu üç ihtimali andığıma, hiçbiri seçeneğini hesaba katmadığıma göre hatırlanmayı istiyorum, şöyle bir geçivermeyi aklından. İstemem sanırdım oysa. Daha ayrılmamıştık, çekip gitmemişti, açık unutulmuş iki pencere gibiydik, rüzgârlar, kuranderler içindeydi ev, oda, yatak, araba ya da lokanta, sürekli bir şeyler uçuşuyordu, en kımıltısız gecede nedensiz üşüyorduk. Münzeviyi oynadığımı söylemişti bir akşam, bunu der demez kırmızıya kesmişti yüzü. Ne zamandır içinde tutuyordu kim bilir. Hiç ummadığı bir anda ansızın çıkıvermişti ağzından. Özür dilemeye, söylediklerini geri almaya hazırdı belki, ama benim hiçbir şey söylemediğimi görünce daha da sinirlenmiş, konuşmaya başladığımızdan beri elinde açık tuttuğu kitabı sertçe kapatıp –tam o anda iki yarısı birbiriyle buluşan kitaptan tozlar yükselmişti sanki, bunu çizgi filmlerdeki sihirli değneklerin uçuşan tozlarına benzetmiştim– “Ne sanıyorsun sen kendini Allah aşkına?” diye bağırmıştı.

“Ne?” “Olduğumu sandığım adam ya da adamlardan biri olup olmadığımı öğrenmek istiyorum, bu soru yanıtsızken elim varmıyor hiçbir şeye,” desem ikna olur muydu? Bu yüzden mi kaçtım, işi bıraktım, buraya taşındım? Şükür, böyle bir şeyler demedim, ilk anda doğru gibi görünse de, emin değilim buraya gelmemin, onu, şehri, şehirdekileri arkada bırakma nedenimin tam da bu olduğundan. O gece ya da sonrasında kaçıp böyle bir yere yerleşmek – münzeviyi oynamak ya da olmak– hiç geçmedi aklımdan. Hep sıkıldım yıllar boyunca, çok sıkıldım, zamanla az çok alıştım, başka türlüsünün mümkün olmadığına inandım, arada seyreldiği, geçip gittiği oldu, kendisini unutturduğu ya da benim baş ettiğim, hiç değilse kafaya takmadığım. İçerek, kitaplarla ya da kalabalıklara vererek kendimi. Şimdi harekete geçebildiğimi gördükten sonra anlıyorum bu sonuncusu farklıymış, sıkılmanın ötesiymiş.

Kalamadığım için geldim, buranın bir cazibesi olduğundan değil. Daha da giderdi böyle, nasıl gittiyse senelerce. O gün trafik tıkanmasa, her nasılsa beni yanında sürüklemeyi başaran arkadaşım yolu uzatmak pahasına başka bir yoldan gitmeye karar vermese, geçtiğimiz mahallede o duvarı görmesem, ışık tam o köşesine vurmamış olsa gözüme vursa mesela burası gibi bir yere kaçıp yerleşmenin hayali, fantezisi geçmezdi aklımdan. O duvar nerede bilmiyorum, bir daha geçmedim oradan, yakınında mıyım, uzağında mı, bu civarda ona benzer başka duvarlar var mı, hiç bilmiyorum, ama olabilirmiş gibi geliyor, bu yetiyor.

Benzer İçerikler

Özgürlük Tuzağı

yakutlu

Aslında Ayrılık da Yoktur

yakutlu

Dem

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy