RANDEVU
Her erkeğin buluşmasının o istenilen sonucuna varmıştım. İşte dolmuşta onun evine doğru gidiyorduk. Aman Allah’ım, ne kadar da kolay olmuştu her şey. Normal insanlar gibi buluşmuş yemek yemiş, biraz içki içmiş ve evine gidiyorduk. Hiçbir falso yapmamıştım. Ne aşırı taşkınlık ve coşum hali, ne de aşırı çekingenlik. Esprilerim yerinde ve dozundaydı, ucuz bir insan gibi asılmamıştım, bar köşelerinde onu öpmeye çalışmamıştım. Görünen o ki gecenin sonunda muvaffakiyete varmam işten bile değildi.
Ve işte gidiyorduk. “Daha hızlı sür be arabacı daha hızlı sür” diye içimden haykırdım şoföre. Yüzümde belli belirsiz bir sırıtış hasıl oldu. Camdan sırıtarak dışarı izlerken yansımadan bana baktığını fark ettim. Kafamı çevirip gülümsedim. Yüzünde hafif bir tedirginlik vardı. Bu iyiye alamet değildi. Ulan sakın loş ışıkta çekici gelmiş olup da davet edilmiş, şimdi de yol boyunca bir iç hesaplaşmaya girip “nerden davet ettim bu gudiki” diye düşünüyor olmasındı. Yolda vazgeçilecek adam mıydım acaba ben? Tek isteğim şu eve hemen varmaktı. “Umut eve varmak üzereyiz” dedi. “Ne güzel” diye geçirdim içimden. “Çok yaklaştık şu para üstünü istesen, hâlâ vermedi şoför” diye fısıldadı. İşte o an bu gecenin sonunda yalnız yatacağımı anladım.
Şimdi para üstünü isteyecektim, şoför de “Verdim ya” diyecekti, “Tamam abi verdim diyorsan vermişsindir” diyerek onun gözünde kendi hakkını bile savunamayıp bir kadına sahip olmayı bekleyen bir yavşak olacaktım. Ya da şoförle anlamsız bir tartışmaya “Nasıl verdin abi, vermedin ki mızızmızız mızz” gibi son derece tırt bir cümleyle başlayacak, gittikçe sönen bir ses tonuyla ilk cümlemi bile
bitiremeyecektim. Belki bir anlık duygu patlaması ile şoföre küfür edip fren sesini işitmemle dayağı yemem bir olacaktı. Olabilirdi bütün bunlar. Ve ben hissediyordum ki iki durumda da bu gece yalnız yatacaktım. Sadece cebimde 50 milyonla bindiğim için o çok beklenen, uğrunda parfümlerin sıkıldığı, kıyafetlere dikkat edildiği gece boka sarıyordu. Paramla rezil olmak sanırım buydu. Gözlerim dolmuştu resmen… Olabildiğince makul bir ses tonuyla “pardon 50 milyondan iki Kadıköy vardı da…” dedim. O son “da” ekini ne demeye söyledim diye söyler söylemez hemen pişman oldum. “Tamam kardeşim vericez aklımda” diye homurdandı şoför. “Hayır çok yaklaştık da o bakımdan yani” dedim gergin gergin… Resmen dayağı çağırıyordum. Dikiz aynasından sinirli sinirli baktı. Bi müddet sonra Pelin “Yahu kardeşim durdur şunu durağı kaçırıyoruz. Durdur, ver parayı” diye bağırdı şoföre. Araba durdu, ikimiz ayağa kalktık. Şoför söylenerek bozuk para ararken Pelin indi, ben de şoförü bekledim. Arkadan gelen polis arabası şoföre “dolmuş bekleme yapma” diye uyarıda bulununca aceleyle arabayı çalıştırdı şoför. Kapanan kapının camından kaldırımdaki Peline baktım. Panikle şoföre dönüp “Abi?” diye sorarcasına bağırdım. Pelin kaldırımda bana bakıyor dolmuş beni almış götürüyordu. Şoför “Tamam bilader ilerde indiricem ben seni, ceza yiycez…” dedi. Bastı gaza. Peline “ilerde ilerde” diye işaret yaptım. Görmedi sanırım, nokta gibi kalmıştı zira. Aksi gibi telefonun da şarjı bitmişti.
İner inmez elimde bozuk paralarla aksi istikametine doğru koştum. Kesin beklememişti beni, çekip gitmişti. Ben olsam ben de giderdim. Artık seksten geçmiş, “bu saatte bilmediğim bir semtte ne yaparım ne ederim”in telaşına düşmüştüm. Barınma ve güvenlik sorunuyla karşı karşıyaydım. Umutsuzca Pelin’in olduğu yöne doğru koştum. Ulan sakın o panikle yön duygumu yitirip şuursuzca Pelin’in aksi istikametinde koşuyor olmayayım diye düşünerek biraz da ters istikamete doğru koştum. Yanımdan arabalar vızır vızır
geçiyordu. Ter içinde kalmıştım.
Tam umudumu kaybettiğim anda Pelin bir taksiyle belirdi. Ne güzel de belirdi. Beni aldılar, eve doğru gitmeye başladık. Sanırım bu gece kesin olarak sadece barınma sorunumu çözmek konusunda yardımcı olacaktı bana. Elimde sıkı sıkı tuttuğum paralara baktı uzun uzun. Paraları cebime koydum. Terlediğim için de biraz da uzak oturmuştu. Şoförle kavga ettiğimi anlattım. Pes etmeyecektim bütün silahlarımı kullanacaktım. Taksiyi durdurup bir tekel bayiine girdim. Elimde siyah poşetteki biralarla geldiğimi görünce tiksindi sanırım benden. Düğüne giderken arabayı durdurup bira alan ayyaş bir akraba gibiydim. Ama içki onun tekrar bana ilgisini arttırabilecek yegâne araçtı. Ve fakat takside birayı açıp içmek, olmayan imajımı zedelemekten başka bir şey değildi. “Eve kadar bekleseydin keşke” dedi. “İçki problemim var” diyerek yaşadığımız coğrafyada hâlâ alkolikliğin ve sorunlu olmanın prim yapabilme olasılığına şükranlarımı sundum. Hiç etkilenmedi, “alkol problemim” hakkında en ufak bir merak uyanmadı içinde, dışarı izledi.
Eve girdik. Etkileyici bir evdi. Hemen kitaplarına göz gezdirdim. Baya bir kitabı vardı. “Ulan fazla atıp tutmayayım bilmediğim konularda, zira kültürlü birine benziyor. Ezer geçer” diye düşündüm. Üstünü değiştirmeye içeri gitti. Arkasından izlerken gidişini kendime bir bira açtım. İkimize bir müzik ziyafeti çekmek için CD’lerini karıştırdım. Duygusal mı hareketli mi acaba diye içimden geçirdim ve geceye dair olandan, duygusaldan yana kullandım tercihimi. Hemen bağdaş kurup yere oturdum. Biramı yudumladım. Geldi. “Aa Umut sandalyeye otursana. Ne attın kendini yere” dedi. “Yok iyi böyle” diyerek kibarca refüze ettim. “Aa olur mu ya otur şu sandalyeye” dedi. “Yok ya gerçekten rahatım ben” dedim. “Yer çeker. Oturma yere” diye ısrar etmesiynen oturdum sandalyeye. “Almaz mısın bi bira?” diye elimi siyah poşete daldırdım. “Yo hayır. Uyuycam zaten birazdan” dedi. Gece hiç bitmesin isti
yordum. O çekyatın açılma sesini duymaktansa ölürdüm daha iyi. “Uyumayalım yeaa” diye çırpındım. Birayı kafama dikerken tenekenin kenarından aktı. Gülerek sildim, bu hareketim ona sevimli gelmiş olacak ki “çok şapşalsın” diyerek güldü. Gün “sevimli şapşal”ın ekmeğini yeme günüydü. İyice sakarlığa vurmak için CDliği ayağımla ittim. CDliğin çok sallanıp devrilmemesi… İyi ki devrilme- mesi… Odaya devrilme gerginliğinin yayılması…
Bir müddet sonra “Neyse ben yatayım. Gel sana yatak yapalım” dedi. Çekyat sesini duydum. Artık bir ölüden farkım yoktu. Bir ölünün kaybedecek neyi olabilir ki sevgili dostlarım? Dönüşü olmayan bir yola girmiştim. “Herkes okulda Zerrine asılırdı ama sen hep farklıydın…” dedim. “Teşekkür ederim” dedi, “yani insan sonuçta konuşabildiği bir kızı istiyor. Ve ben bugün çok eğlendim seninle” cevap vermedi. Bu son cümleyi kurduğum anda elime yastığı ve nevresimi çoktan tutuşturmuştu. Adeta kefenimi elimde taşıyordum. “İyi geceler” dileyip çekip gitti. Verdiği alt eşortmanı ısrarla giymemek… Boxerla yatağa girmek… Yatakta bi sigara içmek… geri dönmesini beklemek… Gelmemesi…
Kalktım boxerla tuvalete çıktım. Çok gürültü yaparak elimi yüzümü yıkadım. Bana tahsis edilen yatağa doğru giderken ise gemileri yaktım… Yatak odasının kapısını zorladım… “Kirde kirde” diye zorladım. Kilitliydi. Bu kadar mı ürkütmüştüm onu. Sinir geldi zorlamaya devam ettim. Arkamda belirdi. “Napıyorsun Umut yaa Kilitli kullanılmayan oda o” dedi. “Haa… Ben benim oda san- dıydım” diyip yatağıma doğru gittim. Uyudum. Olmadı…
SAKIZIM DÜŞTÜ
“Basarsan alırsın”lı, “Koşu yoluma at”lı klasik bir maçtı. Terden saçlarım birbirine yapışmış, boynumda kir çizgileri, güneşin altında başım zonklaya zonklaya oynuyordum. Takım olarak ise gerçekten rezil bi durumdaydık. O kadar kötü bi durumdaydık ki kalecimiz kendini bilmez bi şekilde sanki bi sol açık gibi topu alıp karşı takımın kalesine doğru artistik çalımlar eşliğinde ilerlediği bi anda topu kaptırmıştı ve onların ceza alanına doluşmuş tam kadro olarak o bittiğimizi resmileştiren golü izlemiştik. Karşı takımın oyuncusu bizim bomboş ceza alanımızı geçip boş kalemizin önünde topu ayağıyla sabitledi ve yere eğildi. Sonra kafası ile topu yavaşça sürdü kalemize doğru. Böyle bir gol, siz sevgili okurlarımın da bildiği gibi normal bir mahalle takımını dağıtmasına, golü yiyen takımın kaptanının topu tutup havaya rasgele degaj çekip uzaylama- sına sebebiyet vermesine, ardından dikilen topun sahibinin aşağıdaki bayırda topun peşinden küfür ederek koşmasına ve maçın bitmesini sağlamasına rağmen biz maçı bitirmedik. Kaleye doğru gidip “Ver lan eldivenleri ben geçicem kaleye. Sen bas! Kıran kırana oynuycaz” diyerek ittim denyo kalecimizi. Tecrübeli bir file bekçisi gibi direğe yaslanarak taktikler veriyordum takımıma. Ama kimse beni dinlemiyordu. Umursamadım bağırmaya devam ettim. Yavaş gelen bi aşırtmayı çift yumrukla bertaraf etmek isterken yanlışlıkla içeri aldım. Eski kalecimizle göz göze geldik. Çabuk hareket edip topu alıp sanki daha deminki salak ben değilmişim gibi millete ileri gitmesi için bağırarak degaj çektim ama ileri gitmesi gereken top, ayağımın dışına gelerek sağ yanıma doğru düştü. Zalim top, rakip takımın santraforunun önce göğsünde yumuşamış sonra da ayağı nın içinde yerini bulmuştu. Üzerime doğru şut çekmek için geliyordu. Her şey boka sarmıştı, belli ki bir mermi kıvamında gelecekti şut. Tırstım… Top resmen Tusubasa’nın yamuk topu gibi geliyordu üzerime zıplayarak kaçılmaya çalışırken. G.tümün yanı ile baldırım arasına çarparak zıbarttı beni. Sanki topu tutmuş gibi oldum. Ama ceza alanımızdaki tehlike bitmemişti. Biraz zıbardığımdan refleks- sel olarak hareket ettiğim için, biraz da benden başka kimse olmadığı için topu ayağıma alarak şık hareketlerle ilerledim. Orta sahayı geçince “Oluyo lan” diye düşünüp iyiden iyiye gaza geldim. Diziyordum resmen lavukları. Ama birden iki kişi girince dengemi kaybettim yan taraftaki tellere tutunup çalıma öyle devam ettim. Mücadele uzayınca yere düştüm yerde oturarak çalıma giriştim. Yine siz sevgili okurlarımın bildiği üzre yere oturarak yapılan mücadele, mücadelelerin en rezilidir, futbol tarihinin yüz karasıdır. Tam o sırada çocukluk arkadaşım, can yoldaşım, hemşerim, biricik dostum Namık’ı gördüm. Ben ağzım açık oturduğum yerden Namık’a bakarken top ayağımdan alındı ve yine golü yedik. Gol tamdık, rezillik tamdık ama Namık farklıydı. Adam çıkarıp hemen oyuna dâhil olması ve takımı kurtarması gerekirdi normal şartlarda ama öyle yapmadı. Elleri cebinde öylece bizi büyük bi ciddiyetle izledi. Oyun en sonunda havaya dikilen degajla bitti, top bayıra doğru gitti. Top sahibi bayıra ben Namık’ın yanma koştum.
Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Ne güzel kir pas içinde, itişe kakışa oynuyorduk, neydi bu temizlik, neydi bu mesafe tam anlayamamıştım. Garip bişeyler oluyordu. Bana cebindeki kutudan bi sakız verdi. Karşılıklı konuşmadan çiğnedik bi müddet. “Biz bugün köye gidiyoruz. Üç ay yokuz” dedi.
Sevgili dostlarım şimdi tam anlatabilir miyim bilmiyorum ama o gün ilk defa bişeylerin değişmesinin beni ne kadar korkuttuğunu anladım. Sen hep öyle devam edecek sanarken, insanların bi- takım kararlar alması, birden ciddi bi mesafe takınması çok koydu
bana. En yakın arkadaşım çok yabancı geliyodu lan! “İyiydik lan. Nerden çıktı bu köy” demek istedim. Sonra anne baba ve kardeşi geldi. Bavulun bi ucundan tutup bayırdan aşşağı doğru yürüdü gitti tertemiz yeni yıkanmış Namık. Arkasından bakakaldım. Boğazımda bir şeyler düğümlendi. Ağzımdaki sakızı biraz önüme tükürüp sakıza bi şut çektim. Sonra geriye doğru koşarak top sahibinin elindeki topa vurup düşürüp elime aldım, uzayladım. Top bayıra doğru gitsin istedim ama Namıkların terkedilmiş balkonuna düştü. Bayıra son bi kez baktım, arkasına bakmadan gidiyordu. S.keyim böyle hayatı dedim.
Çok sonraları, dört yıl önce, yine böyle bi yaz, mühendisliği anlamsız bir şekilde, ortada hiçbir neden yokken bırakıp zağar gibi sokaklarda gezdiğim sıralarda aynı duyguyu yine hissettim. Kız arkadaşımla Beşiktaş’taki çay bahçesinde oturuyorduk. Namık ciddiyeti vardı suratında. Ben “Bi çay daha içer misin?” diyecekken söze girdi ve “Ben geleceğimi düşünmek zorundayım Umut. Kusura bakma” dedi. “İyiydik lan” demek istedim diyemedim. Gidişini izledim.
“Artık kaşar oldum, bir daha hissetmem” derken bu sefer asker ocağında sigarayı bırakmaya çalıştığım sıralarda yakaladı beni bu duygu. Telefondaki ses çok ciddiydi bu sefer. “İyiydik lan” diyebildim ama bu sefer. Telefonu kapattım. Ağladım, çok ağladım. Ağlarken sakızım ağzımdan düştü. Ben hiç çok ciddi kararlar alamadım, karar alanlara arkadan baktım.
SÜRÜ
Dede dövdüm! Hem de geçen hafta… Vadi gibi bir yerdeydim. Buralardaydı, kokusunu alıyordum. Elimdeki sopayı yere vurarak, boşluğa seslendim; “Dede çık ortaya, buralarda bi yerde olduğunu biliyorum. Arkamdan hızlı bir koşma sesi geldi. Hemen dönüp baktım. Yoktu, belli ki fiymıştı hemen. Sandığımdan da hızlı ve çevik bacaklara sahipti. Çalıların arkasından “gubiruk, gubiruk, gu- biruk” diye bir ses geldi. Sesin geldiği yere koştum. Tam koşarken, başka bir ağacın tepesinden de “gubiruk, gubiruk” diye ses geldi. Durdum. Başka bir ağaçtan daha aynı ses geldi ardı sıra… Bu bir iletişim olmalıydı. Sonra gubiruklar arttı. Arkamı döndüğümde ağaçların üzerine irili ufaklı yüzlerce dede vardı. Ayaklarındaki mesh- leri ilk bakışta dikkatimi çekmişti. Kendi dedem çalıların arkasından çıkarak, koştu, aralarına katıldı. Korkmuştum ama saldırmaktan başka çarem yoktu. Kaçmaya başladılar. Sürüyü önüme katıp kovalamaya başladım. Dediğim gibi oldukça hızlıydılar. 500 metre kadar kovaladım, bir tepenin arkasında izlerini kaybettim. Issız ve çorak bir araziydi burası. Boşluğa tekrar haykırdım “Dedeaaaaaaa- aaaaa çık ortaya, elimden kurtulamazsın. Sana geldim dedeeeaaaaa- aaaü! Kâbusun olmaya geldim!” Tepelerin üzerinde, yüzlerce dede bu sefer çırılçıplak belirdi. Sopama sımsıkı sarıldım. “Nedennn! Neden soyundunuz!” diye bağırdım. İçlerinden liderleri olduğu anlaşılan biri “çıplak ete dokanamazsın sandık! Soyunursak, salarsın bizi diye düşündük!” diye karşılık verdi. Şartları eşitlemek için ben de soyundum. Sopa mı kapıp, dede sürüsünün ortasına daldım. Dövdüm, yüzlerce dede dövdüm. Her ırktan dede dövdüm. Zenci dede dövdüm, Tatar dede dövdüm, Latin dede dövdüm, kendi
dedemi de dövdüm. Ortalık inleyen, yaralı, ölü taklidi yapan dede kaynıyordu. Yaralılar arasında kendi dedemi, aramaya başladım. Bacağıma yapışıp yardım isteyen, isterken de yattığı yerde çaça yapmayı bırakmayan Latin dedeydi bir daha dövdüm. Kendi dedemi buldum. Yaralı yatıyordu. Su verdim. “Neden Umut neden?” diye sordu. Ağlayarak “Asıl sana neden dede! Asıl sana neden! Neden almadın! Neden?” diye haykırdım. “Neyi almadım Umut?” dedi, bilmez gibi… “O arsayı dede. Neden almadın zamanında o arsayı? Çok ucuzmuş. Şimdi yerine havaalanı yapılan arsayı… Babam dedi. Alsaymışsın şimdi çok zenginmişiz. Şu halime bak. Neden yaptın bunu bize dede? Neden zengin doğmama izin vermedin. Neden!” diye sarstım. Gözlerini güç bela açıp “Baban seni yemiş Umut. Arsa filan yoktu hiç” dedi. Ağlayarak sarstım; “Yalan söylüyorsun! Neden almadın, neden köye geri döndün. Zengin olacaktık. Neden izin vermedin. Neden mutlu olmama izin vermedin. İzin verseydin çırılçıplak dövüşmezdik, bana neden bunu yaptın dede. Neden!”
Ter içinde, ağlayarak uyandım. Çok sıcaktı, rüyanın sıkıntısıyla donu da sıyırıp atmışım. Bir sigara yaktım. İç dünyam çok karışmıştı. Dedemin hatları aklımdan çıkmıyordu. Sigaramdan bir nefes çekip düşündüm. Bir şekilde parayı bulmalıydım, zengin olmalıydım.
Geçen hafta çok yakın bir dostumdan muhabbet arasında öğrendiğim bir gerçek beni mahvetmişti. Siz sakin sakin kafanızda binbir düşünceyle yolda yürürken hani o an aklınızda kendisine karşı hiçbir düşünce beslemediğiniz bir kediye bir hal gelir ya… Sizi görünce paniğe kapılır, ne yapacağını bilemez, bi yerlere tırmanmaya, sizden kaçmaya çalışır. “Nooldu şimdi durduk yerde” diye anlamsızca bakarsınız kediye. Şaşırtır sizi bu umursanmayanın paniği… İşte o kedi gibi olmuştum bu gerçeği öğrendiğimden beri dostlarım. Arkadaşım “Kızlar paraya bakar abi” demişti. Yirmi sekiz yaşında söylenecek söz müydü bu şimdi ? Bu yaştan sonra nerden bulup buluşturup zengin olacaktım ben. Demek bütün zenginler sırf
“kızlar bakıyor” diye zengin olmuştu, inşaat şirketleri kurup, para transferleri yapmıştı. İşte şimdi her şeyi daha iyi anlıyordum. Yoksa bir insan neden evde bornozla gezip, puro içerek kahkahalar atsın ki. Sırf bunu yapmak için zengin olan varsa onun kafasına sıçayım. Tabii ki kızlar için zengin olmuşlardı. Rahmi Koç’a bakın, ekmek içi gibi olmuş, hâlâ para kazanma derdinde. Artık daha çok hak veriyordum Rahminin para kazanma coşkusuna, röbdöşambır tutkusuna. Hak veriyordum ama ben de bir olurunu arıyordum. En kısa sürede zengin olmalıydım. Bi şekilde parayı bulmalıydım, zengin olmalıydım. Bi kutu tatlı yaptırıp Mason locasına mı gitsem acaba diye düşündüm. Pastaneden 4 bülbülyuvası, 6 şöbiyet, 4 baklava, 8 tulumba, iki tane de fıstıklılardan tatlıyla doldurttuğum kutuyu güzelce paket yaptırdım.Atladım minibüse doğruca gittim locaya. İlk günden hemen hayvan gibi “beni de kabul edin” derneğe demeyeyim, biraz muhabbet kurayım. Gide gele “Umut sen çok kafa adamsın. Neden derneğimize üye olmuyorsun ki, yarın altı resim getir kaydını yapalım” derler zaten. Derler tabi eşşek değiller ya” diye düşündüm. Locanın kapısını çaldım açmadılar. Telefonumu bir kâğıda yazıp, altına çaldırırlarsa arayacağımı not düştüm. Elimde tatlıyla sıcağın ortasında yürüdüm. Tatlının balı kutudan akmış, elim yapış yapış olmuştu. Yürüye yürüye Haliç kıyılarına gelmişim. Koç müzesinin oraya. “Allah benim zengin olmamı istiyor, bu bir işaret” diyerek müzeye girdim. Kapıdaki bekçiye “Abi Rahmi bey içerde mi ?” diye sordum. Bugün gelmediğini söyledi, neden aradığımı sordu. Kendisini ziyarete geldiğimi söyledim. Anlamsızca baktı suratıma, “yok gelmez kendisi” dedi. “Müze halka açık sanırım” diyip, izin isteyerek müzeyi dolaşmaya başladım. Gerçekten gidip görülmesi gereken bir müze, içeride bir sürü boy boy arabalar, tekneler var. Yaklaşık bir 6 saat sonra aynı bekçi gelip, müzenin kapanmak üzere olduğunu söyledi. 6 saat boyunca Rahmi’yi arabaların aralarında aramıştım, belki sıcaktan bunalıp bi arabanın için
de uyumuştur, bekçiye de yok dedirttirmiştir diye düşünmüştüm. Ama gerçekten yokmuş. Belli ki yalan söylemeyen, mert birisiydi bu bekçi. “Abi hiç mi gelmez, önemli bir konu konuşacaktım” dedim. “Yok kardeşim gelmez” dedi, çıkarmaya çalıştı. “Abi tatlı getirmiştim, ben yalnız yiyemem çok gelir. Kalırsa da şekerlenir, bişe- ye benzemez. Boşa gitmesin beraber yiyelim” dedim. Başta nazlan- sa da bu teklifi geri çeviremedi.
Müzeyi kapatıp, kulübeye geçtik. Çay söyledik, kutuyu açtık.
“Rahmi bey beni oğlu gibi sever” dedi. “Geçen geldi kulübeye oturdu, çay içtik. Mütevazi adam. Baktı çay kötü, çağırdı çaycıyı bi azarladı sorma gitsin. “Bak” dedi, “Bu çocuklara düzgün çay vereceksin bundan sonra, binerim tepene senin” dedi, plastik bardakta çay içerdik eskiden, kristal g.tlü bardak aldırdı. Öyle gönlü bol adam” dedi. “Tabi canım belli. Bi kere tarzı var adamın” dedim. Birlikte Rahmi’yi övmeye başladık. Aslında iki fakir olarak, bir zengini övmeye başladığımız o anda anlamıştım hiçbir zaman zengin olamayacağımı. ikimizde duygularımızda çok samimiydik. Garip, içten bir sevgi besliyorduk Rahmi Bey’e karşı. Tatlılar yendi, sigaralar uç uca yandı. Muhabbet harlandıkça harlandı. “Gel müzik dinleyelim” diyerek içeri götürdü beni. Alarmı kapatıp, bir arabanın içine girdik. Arabanın teyibine bi kaset koyduk. Camı açmam şartıyla arabada sigara içmeme izin verdi. Araba konforluydu. O gitmeyen arabanın direksiyonunu çevirmeye çalışırken, ben arkama yaslandım. Tatlı ağırlaştırmıştı.
Rüyamda bir ağacın tepesindeydim. Ayağımda meshler vardı. Her tarafım irili ufaklı dede doluydu. Dedeler sürüsüne katılmıştım…
BİLEMEM, İLGİLENMEM DE..
Al işte bitiyor. Şimdi git, yeni biriyle tanışmaya çalış, olmasın, çok çalış ve bi şekilde tanış, Ona daha önce anlattığın komik anıları bir daha anlat, çok sevdiğin filmleri bir daha anlat. Kendini çok düzgün, onun hayatına saygılı biri gibi göster, samimiyet duvarı yıkılana kadar sofra adabına uygun yemek yemeye dikkat et. “Dur fazla arayıp sormayayım da eskisinde olduğu gibi yüz göz olmayayım” diye düşün, sonra çok ara, hep ara, cebi kapalıysa kıllamp evden ara. İlişkinin başında kıllandığın adam isimlerini, ilk kavgada yüzüne çarp, onu bütün arkadaşlarından soğutmaya çalış, kendi arkadaşlarının ne kadar süper insanlar olduğunu anlat. Dayanamasın, ayrılmak istesin, debelen dur, yeniden süper bir ilişkinizin olacağını anlatarak bir sürü söz ver. İnsan olduğun için tutama, yeniden kavga çıksın. Ayrılmaya karar versin. Kim uğraşacak. Yok artık valla ben gelemem bu kadar külfete. Ne güzel rahattık, niye bitiyor ki… Ama yapacak bir şey yok işte bitiyor. Kendimi düşünüyorum tabii ki… Kimi düşünücem, yalnızım artık.
Şimdi böyle diyince de sanki bütün ilişki boyunca onu düşünmüşüm de artık kendimi düşünmeye başlamışım gibi oldu. Ayağım var benim. Yürüyorum onla, kalem yere düşüyor eğilmeden onla alıyorum. İş görüyor yani, hayati bir organ. Şimdi durum böyleyken neden sevgilimin ayağını ya da başka bir organını kendi ayağımdan çok düşüneyim. Neden istiyorlar bunu anlayamıyorum. Neyse bunları tartışacak değilim. İşte bitiyor, ayağımla baş başa uzun zamanlar geçirebilirim artık. Aslında mutlu olmam lazım.
“Nereye oturalım” diye soruyorum. “ Fark etmez” diyor sonra bir kafe gösteriyor. Hesabı görünce “babayarrooo” diye bağırma
manın elde olmadığı lüks bir kafe. Son buluşmada böyle harcamalara ne gerek var anlamıyorum, her şeyden önce yediğimizden içtiğimizden bişey anlamıycaz ki… Yine de giriyoruz. O bir kahve söylüyor yanında da browni, küçük çay yokmuş ben de bir kahve istiyorum. Daha önce yüzlerce kez konuşulan şeyleri bir daha konuşmaya başlıyoruz. Artık ben de inanmıyorum söylediğim yalanlara. Eskiden kendi yalanıma inanıp, gözlerim yaşarıyordu. “Bu topraklar böyle bir sevda görmedi be” diye düşünürdüm. Anlatıyor. Pek dinlemiyorum. Gözüm tişörtüme takılıyor. Ne lan bu? Üstümü örtmesi için pamuk ve polyesterle dokunmuş bir kumaş. Tasarlamış biri onu. Kafamı çıkarayım diye delik yapmış üst tarafına, kollarımı çıkarmam için de iki küçük delik de yana açmış. Şimdi ben kafamı bir eşyanın deliğinden çıkarıp nasıl çok ciddi şeyler anlatayım birisine. Tosbağa mıyım lan ben. Bu ne rezilliktir ya rabbi. O bi delikten kafasını çıkarmış beni yargılıyor, ben öbür delikten kafamı çıkarıp onaylıyorum, “Aslında sen de haklısın” diyorum. Hâlâ inanamıyorum böyle yaptığımıza.
Sokaktan bir motor geçiyor, gürültüden söylediği çok önemli cümlenin sonunu duyamıyorum. Bakakalıyorum giden motorun arkasından. “Taşıt ne yaa?” diye düşünüyorum. Bütün canlılar gibi insan da kendi öz gücüyle bir yerden bir yere ayaklarıyla giderken nasıl oldu da taşıta geçmeye karar verdi anlayamıyorum. Yani o geçiş dönemi nasıl oldu? Kendisi çeşitli ihtiyaçları olan bir canlıyken, tıpkı kendisi gibi yemek, içmek, üremek, barınmak vs… Bilumum ihtiyaçları olan At’ı gördü, sonra “ben buna bineyim de şuraya gideyim” diye nasıl düşündü, bunu nasıl bir mantığa oturttu anlayamıyorum. Bir canlı başka bir canlıya biniyor ve kimse bunu kimse yadırgamıyor. Allah aşkına söyleyin, neresi normal bunun? At da nefes alıyor ben de ama ben ona şu anda biniyorum. Peki ya atın buna hemen ikna olmasına ne demeli? İki arpaya g.tünü verir bu! Bana bundan sonra kimse “at” demesin, atı övmesin.
İnsanın da bu at hususunda hiç ayılmaması, utanıp “ ulan ne işim var canlının üstünde salayım gitsin canlıyı, ayıptır” dememesi, bu durumu normalleştirmesi de ayrı rezillik. Zaten her şeyi normalleştiriyor g.tüne koyduğumun insanları. Kumaştan kafayı çıkar normal, hayvana bin normal. Bu arada Bülent Ortaçgil de “normal” ile “anormal” arasındaki kafiye uyumunu mal bulmuş gibi bulunca sevinip “ Normal… Normal… Peki, beeeeeeen miyim anormaaaallll?” diye şarkı yaptığında ne sevinmiştir dimi sevgili okurlar? Çıplak ayaklarını birbirine vurup ayaklarıyla alkış tutarak çok aşırı sevinmiş olabilir bu kafiyeleri bulduğuna. Bilemem, ilgilenmem de…
Brownisinden bir çatal alıp bıraktı. Garson tabağı gösterip “Devam ediyor musunuz” dedi, “Evet” dedim. İnsanız yalan söylüyoruz haliyle ? Birçok yalan söylemişimdir ilişki süresince, uzun bir ilişki dönemi yaşadık, her zaman çok sevmemişimdir de, arada bir sıkılıp, başka kızları istemişimdir, hatta aldatmışımdır denk düştüğünde kim bilir? Aynı şeyler onun için de geçerli olabilir. Ama al- datmamıştır lan, ben aldatılacak adam değilim. Neyse bütün bunlar olurken ve ayrılma kaçınılmazken, neden hâlâ ilişki süresince çok sevdiğimizi, hiç yalan söylemediğimizi niye söylüyoruz ki birbirimize ? Belki ilerde tekrar bir dönüşüm olur, bundan sonraki ilişkisi bitince aslında en iyisi Umut’tu diye geri dönsün intibası bırakmak için mi acaba? Ya da masalsı bir tad bırakmak için mi eski sevgilinin üstünde? Nedir bu kahraman olma özlemi? Bilemem, ilgilenmem de…
Ben sadece daha önceki ilişkilerimde olduğu gibi ona hiç yalan söylemediğimi, onu hiç aldatmadığımı söylerim. Bir de hep seveceğimi eklerim. Zaten normali bu. Yoksa ayrılırken bıraktığı için birinin ecdadına küfür etmek insanlar için anlamsız bir hareket.
Sonuç olarak işte bitti dostlarım. Her şey için teşekkür edip tıpkı bir asil gibi kalktı gitti. Browniyi paket yaptırıp ardından ben de çıktım. Aynı istikamette olduğu için evlerimiz ve o yavaş yürüdü
ğü için 10 dakka sonra hemen iki adım arkasında yürüdüm. “Dur paketle görmesin” diye düşünerek adımlarımı yavaşlattım… Baktım olacak gibi değil, karşı kaldırıma geçip depar attım. Ben onun kahramanı olamadım.
NASIL YAPMALI?
Geçen hafta reddedemeyeceğim bir teklif aldım. TÜSİAD’tan aradılar. Bir iki hafta önce yazdığım ve Rahmi Koç’tan bahsettiğim bir yazıdan dolayı aradığını, yazıyı Rahmi Beye de gösterdiğini söyledi karşıdaki ses. Tam özür dileyecek, böyle bir densizliği bir daha yapmayacağımı söyleyip “yaparsam na şu ekmek gözümü kör etsin” diye ekleyecekken, Rahmi Bey’in yazıyı büyük bir keyifle okuduğunu, şen kahkahalar atıp, keyifli dakikalar geçirdiğini söyleyince nasıl rahatladım bilemezsiniz. Ve karşıdaki ses Rahmi Bey’in benimle muhakkak tanışmak istediğini, önümüzdeki Salı ikamet ettiği Kanlıca’daki yalısında akşam yemeğine beni davet ettiğini söyleyince dünyalar benim oldu.
Sevinçli bir telaşla eve doğru gittim. Aileme olan biteni anlatınca sevincim her sevinç gibi paylaşıldıkça çoğaldı. Evde bir bayram havası esti. Sevinç eve sığmadı mahalleye taştı, hemen duyuldu Rahmiyle çok iyi arkadaş olduğum. Komşular eve oluk oluk doluşmaya başladı. Herkes bir derdini anlatmaya başladı. İşsiz çocuğunu, kocasını getirip el öptürmeyen mi dersiniz, hasta bebeğini sallayarak “ilaç lazım” demeyen mi dersiniz… Açık açık olmasa da alttan alta Rahmi abimle henüz temelleri atılan dostluğumu çıkar ilişkisine çevirmeye çalışıyordu şerefsiz, kaypak güruh. Allahtan kadim komşumuz Menderes abi geldi de kovdu mahalleliyi evin içinden. Ardından almmdan öpüp kutladı beni. Davette ne giyeceğimi söyledi, “yeni bi tişört almıştım onu kotun üstüne giyerim” dedim. “Saçmalama. Ne o öyle zibidi gibi” dedi. Ani bir hareketle üzerindeki kumaş pantolonu salonun ortasında çıkarıp üzerime attı. Ceket, gömlek ve kravatın altında donla öylece kalakalmıştı kosko
ca Menderes abim. “Al şunu bi dene, bedenlerimiz aynı zannımca” dedi. Denedim, jilet gibi oldum. Altına da yeni kundura ayakkabılarını vereceğini söylemeyi ihmal etmedi. Çok teşekkür ettik, yemeğe de çaya da kaldı Menderes abi, evden gitmek bilmedi. Bütün gece ezelden beri hep iki hayalinin olduğundan birincisinin çocuklarının mürüvvetini görmek olduğunu İkincisinin de bir gün Vehbi, hiç olmadı Rahmi Koç’la tanışmak olduğundan bahsetti durdu. Yatma vakti geldiğinde artık gitsin diye bütün aile esnedik karşısında ama hiç oralı olmadı, “Siz rahatınıza bakın” diyerek üçlü koltuğa kıvrılıp yattı. O günden sonra Menderes abi, o evli barklı adam salıya kadar, “Bir umuttur işte” diye düşünerek bizim evden çıkmadı. Ailenin bir ferdi, bir canı oldu adeta.
O büyük gün gelince akşamki yemeğe hazırlık olsun diye bütün aile çok erken kalktık. Ben ayakkabılarım başucumda yatmıştım. Gece Menderes abi ise “içerde uyku tutmadı beraber yatabilir miyiz” diye teklifte bulunmuştu. Tabii ki reddedince, ben uyurken gelip gizlice yatağa girmeye çalışmış, geri püskürtülünce tam uykumun en güzel yerinde gelerek beni almmdan öpüp “renkli rüyalar” demekle yetinmişti. O Salı akşamı zor ettik. Koloniyim diye dört defa banyoya girip, yüzümü lifle ova ova kızarttım. Kıyafetlerimi giyip giyip çıkarıp evin içinde voltalar attım. Akşam yemeğini yemek için bizimkiler oturduğunda kenarda oturdum. Çağırdılar, “Ekmekle karnımı doyurmayayım şimdi orda yiycem nasıl olsa” dedim. “Ulan ne o öyle ajlık gibi dalma oralarda yemeklere. Fakir gösterirsin kendini” dedi Menderes abi. Oturdum masaya, yerken kravata yağ damladı, sinirlendim, tuz döktük hemen lekenin üstüne.
Zaman geldi, Menderes abiyle üç vesait yaparak Sarıyer’den Kanlıca’ya gittik. Beşiktaş’ta “Abi sen dön istersen” dedim, dönmedi, Üsküdar’da dedim, dönmedi. En son yalının kapısında güç bela kovdum. “Tamam, oğlum girmiycem içeri herhalde. Sen git yemeğini ye. Ben şurda bir biraneye oturur seni beklerim. Size karşı da
arada bir kadeh kaldırırım, bedenim orda değil ama sizinleyim hesabı. Hem gece dönemezsin, çok köpek olur bu yollarda. Korkarsın tek başına” diyerek ısrar etti. “İyi sen bilirsin” diyerek girdim yalıya.
Yalı da yalıymış hani. Şöyle tarif edeyim; bizim mahalleyi düşünün, ondan biraz küçük. Uşak beni bir odaya aldı ve beklememi, Rahmi Bey’in çalışma odasında olduğunu, geldiğimi haber vereceğini söyledi. Ben Rahmi Bey’in yerinde olsam bi sürü ev alır, kiralarıyla gül gibi geçinir giderdim “keriz mi bu herif hâlâ çalışıyor…” diye içimden belli belirsiz geçirdim. Beklerken kravattaki tuzu silktim ama leke baki kaldı, içim sıkıldı. Sonra başka bir uşak gelip beni yemek odasına götürdü, Rahmi Bey’in çalışması bittikten sonra bana katılacağını söyledi. Gittik. Giderken gelmesi, beni ekmemesi garanti olsun diye “Fazla çalışıp yormasın beynini canım. Beyin yorgunluğu hiçbir şeye benzemez valla” dedim uşağa, bişey demedi. Masaya oturdum servis başladı. Vampir sofrası gibiydi. Mumlar, şamdanlar, çok uzun, yaldızlı kadehler, duvarlarda masklar, heykeller, bordo perdeler… Günün çorbasıyla yemeğe başladım, somon fümenin dibini ekmekle sıyırdım, kuzu kapamayı löp et olduğu için çerez gibi yedim, bir türlü Rahmi gelmedi. Sessiz sessiz tek başına insanın canı sıkılıyor haliyle. Uşağa “Abi televizyon yok mu, şovu açın dizim başlayacak birazdan. Darlandım sessizlikten” dedim, ilgilenmedi. Kimsenin konuştuğu, geldiği gittiği yoktu. “Ulan bunlar harbiden vampir olmasın sakın. Beni “Rahmi Koç’um ben” ayağına getirip, yedirip içirdikten sonra semirtip, emmeye çalışmasınlar.” diye düşünerek, masadaki bi bıçağı cebime koydum, “Öyle bişey yapmaya çalışırlarsa var ya; tam emmedikleri halde “abi tamam ben de vampir oldum” der aralarında bir müddet yaşarım, sonra bi telefonla bütün Sarıyer’i, Gültepe’yi getirtir ebelerini s.ktiririm valla. Bi telefonuma bakar iş” diye içimden geçirdim.
Neyse ki Rahmi geldi de bu yersiz düşüncelerimden vazgeçtim. Beklettiği için çok özür diledi. Elimi cebime koyup bıçağı tuttum.
Mizah üzerine konuştu Rahmi, “Ersin Karabulut aynı ben lan” dedi “he abi” dedim, “Fırat gibi çocuğum olsun yaa bıcır bıcır” dedi “Oha abi” dedim “Mustafa Koç var, dalyan gibi adam. 140 kilo. Bı- cırlığı mı kalmış” dedim. Derken de cebimdeki bıçağı çaktırmadan eski yerine, masaya koydum.
Annem “Ne yap et, kendini sevdir adama” demişti. Espri üstüne espri yapıyorum, bakıyorum Rahmi siyasi taşlamalı mizah seviyor, tak veriyorum hicivli, mesajlı espriyi… Bakıyorum sosyal tespit seviyor, şak yapıyorum tespiti, gözlemi… O gece inanmazsınız zaman nasıl geçti anlamadık, içilen Tropik içkinin, bakkaldan aldırılan cipsin çerezin haddi hesabı yok. İki kişi bir büyük Burbo- nu boğmuşuz, tereyağı gibi gitti şerefsizim. Arada da Sabancıyı, Eczacıbaşı’nı filan kötülüyorum. “Onlar şahsa siz şahbazsınız abi”, “Aslan marka, on numara holdingsiniz. Alayı trango onların” diyorum. “Yapma etme onlar da iyi firmalar” filan diyor ama hoşuna da gidiyor Rahminin. Burbon sıcakta iyice yakıyor bünyemi. Çorab