Benim Küçük Dostlarım

Her çocuk, bence zevkle okumaya değer meraklı bir kitap; karşısında uzun uzun, hayran hayran düşünülecek bir bilinmeyenler âlemidir. Yirmi bir yıldan beri bu kitapları yaprak yaprak,satır satır okumaya ve anlamaya çalışıyorum. Fakat hâlâ “Çocuk” adlı kitapla anlayamadığım, sökemediğim cümlelere rastladığım olur. Bu itirafımdan sonra, okuyucularım bu eserde, tecrübelerin belki haklı; fakat herhâlde soğuk ve tatsız gururunu elbette aramayacaklardır. Hayır, sevgili okurlarım elinizdeki kitap, ağırbaşlı, psikolojik bir eser olmak iddiasında değildir. Buna bir “hikâye kitabı” da denilemez. Çünkü içinde bir damlacık hayal bulamayacaksınız. Ben bu kitapta sadece, gördüklerini ve duyduklarımı değil, hissettiklerimi sunuyorum. O kadar çok sevdiğim “Küçük Dostlarım”ı, daha doğrusu binlerce küçük dostumdan, rast gele birkaçını okurlarıma da tanıtmak istedim. Bir kırık dökük çizgi, bir avuç gölge.. Boyaların parıltılı dilinden yoksun, kara kalem bir çocuk portresi, bir küçük insan kişiliği! Ve çok defa bu kişiyi benim hafızamın köklerine altın çivilerle perçinlemiş olan bir küçük olay. İşte kitabımda bunları bulacaksınız… Basit şeyler ama, içlerinde hoşunuza gidenler, gözlerinize bir damla yaş, dudaklarınıza bir küçük gülümseme getirenler, hatta başınızın karanlık bir köşeciğine titrek bir mum alevi uzatanlar olacak sanıyorum. Şüphesiz bir meşale, kuvvetli bir elektrik lâmbası değil, ancak bir mum alevi… Fakat ne de olsa bir ışık…

içindekiler

Okuyucularımla Baş Başa / 9

ikinci Ön Söz / 13

Mefharet ve Arkadaşları / 17

Nadide / 23

Zeyno / 31

Selim / 37

irfan / 41

Osman / 47

Bir Yanlışlık / 55

“Doğu”nun Altın Gençliği / 65

Beni Çileden Çıkaran / 71

Bal Gibi isim Tamlaması / 77

Muazzez / 85

C… / 89

Fahrünnisa / 97

Kızıl Saçlar / 101

Forget Me Not / 105

Güneşin Öz Çocukları / 111

Kasketli Başlar / 115

Son Durak’tan / 123

Bu kitabı, muallimliği daima adının başında bir şeref tacı gibi taşımaktan zevk duymuş olan ağabeyim, muallim Ahmet Halit Yaşaroğlu’na armağan ediyorum.

Halide Nusret Zorlutuna

Birkaç Dakika

Okuyucularımla Baş Başa

Çocukları pek severim. Hayatta her insanın bir zaafı, bir iptilâsı vardır. Benim tek büyük zaafım da -Niçin itiraf etmemeli…- çocuk sevgisidir! Ve bu aşk yüzünden ışık çevresinde dönen pervane misali öğretmenlik mesleğine tutulup kalışım bundandır.

Yalnız sevimli, terbiyeli, zeki ve çalışkan olanları değil, -Böylesini herkes sever!- ben sevimsiz, somurtkan, haylaz, hatta aptal çocukları da severim. Bana “Öğretmenim!” diyen ses, beni “Annem!” diye çağıran ses kadar sevgili ve kıymetlidir.

Bir yaşından, yirmi yaşına kadar her çocuk, bence zevkle okunmaya değer meraklı bir kitap; karşısında uzun uzun, hayran hayran düşünülecek bir bilinmeyenler âlemidir.

Yirmi bir yıldan beri bu kitapları yaprak yaprak, satır satır okumaya ve anlamaya çalışıyorum.

Fakat hâlâ “Çocuk” adlı kitapta anlayamadığım, sö-kemediğim cümlelere rastladığım olur.

Bu itirafımdan sonra, okuyucularım bu eserde, tecrübelerin belki haklı; fakat herhalde soğuk ve tatsız gururunu elbette aramayacaklardır.

Hayır, sevgili okurlarım elinizdeki kitap, ağırbaşlı, psikolojik bir eser olmak iddiasında değildir.

Buna bir “hikâye kitabı” da denilemez. Çünkü içinde bir damlacık hayal bulamayacaksınız.

Ben bu kitapta sadece, gördüklerimi ve duyduklarımı -işittiklerimi değil, hissettiklerimi- sunuyorum. O kadar çok sevdiğim “Küçük Dostlarım”ı, daha doğrusu binlerce küçük dostumdan, rast gele birkaçını okurlarıma da tanıtmak istedim.

Küçük dostlarım… Fakat artık onların çoğu küçük değildir. Onlar öğretmen, subay, doktor, hâkim, avukat, memur veya sanatçı olarak -İçlerinde bir kraliçe bile var!… – yurdumun dört bucağına dağılmışlardır. Ve Tan-rı’ya şükür, pek çoğu bugün anne, babadırlar.

Anadolu’nun hangi şehrine, hangi kasabasına varsam, orada “Hocam!” diye ellerime sarılan bir genç kadın veya erkek buluyorum ve kalbim hazzın ipek kanatlarına sarılarak uçuyor.

Mesleğime nankör diyenler çok haksızdırlar. Bu eşsiz zevki “öğretmenlik”ten başka hiçbir meslek insana duyuramaz.

“Ya acıları?..” mı diyorsunuz?..

Ah!.. Evet, acıları… “Kaybolanlar”ın arkasından duyulan o müthiş kalp sancısı!

Manen kaybettiklerimi hafızamın en sisli köşelerine sıkı sıkı hapsediyorum. Fakat bir bahar çiçeği kadar taze ve bir ışık parçası kadar güzel ve temiz olarak toprağa verdiklerim…

Onları asla unutmuyorum, unutamıyorum. “Nadideden, “Semih”e kadar boy boy, renk renk, pırıl pırıl kız ve erkek çocuklar… Kadriye, Maide, Halime, Cavit, Şehvar, Fahri… Her biri başlı başına birer gerçek değer olan zavallı yavrularım!..

“Küçük Dostlarım”dan söz etmeye başlarken önce onların adlarını anmak, onların hatıralarını selâmlamak, bana bir gönül borcu gibi göründü.

Ve işte böyle, değerli okurlarım, aziz meslektaşlarım, anladınız, değil mi? Bu kitabımla “Onlar”ı size de tanıtmak istiyorum:

Birkaç kırık dökük çizgi, bir avuç gölge… Boyaların parıltılı dilinden yoksun, kara kalem bir çocuk portresi, bir küçük insan kişiliği! Ve çok defa bu kişiyi benim hafızamın köklerine altın çivilerle perçinlemiş olan bir küçük olay.

İşte kitabımda bunları bulacaksınız…

Basit şeyler ama, içlerinde hoşunuza gidenler, gözlerinize bir damla yaş, dudaklarınıza bir küçük gülümseme getirenler, hatta başınızın karanlık bir köşeciğine titrek bir mum alevi uzatanlar olacak sanıyorum. Şüphesiz bir meş’ale, kuvvetli bir elektrik lâmbası değil, ancak bir mum alevi… Fakat ne de olsa bir ışık.

Tevfik Fikret:

“Ben bu ümmid ile teşyi-i hayat etmedeyim.” der. Ben o kadar ileriye gitmeyeceğim. Fakat muhakkak ki bu umut bendeki çalışma gücünü ve yaşama zevkini arttırıyor.

Ben bu güzel umut’u alarak çekiliyorum. Sizi “Küçük Dostlarım”la karşı karşıya bırakıyorum.

Halide Nusret Zorlutuna

1948, Bayramoğlu

Benim Küçük Dostlarım’m ilk baskısı 1948’de yayınlandı. Şimdi, ilk kez, ikinci baskı için, birinci “Ön Söz”ü gözden geçirirken, anlatamayacağım garip bir ruh hâline kapılmış bulunuyorum. Aradan geçen uzun, yüklü -evet, acı, tatlı bin bir türlü olaylarla yüklü- yirmi sekiz yıl içinde ben bana yabancılaşmışım da haberim yokmuş meğer. Çok alçak gönüllü imiş gibi görünen o satırların arkasında bir kendini beğeniş, kendine güveniş sezilmiyor mu?.. O tarihte yirmi bir yıllık öğretmen oluşumla övünür gibi bir hâlim var: “Yirmi bir yıl bu!” demişim böbürlenerek. “En genç meslektaşımın bütün ömründen birkaç yıl fazla!..”

İkinci Ön Söz

Bu böbürleniş şimdi bana pek hazin, hatta birazcık da gülünç görünüyor nedense:

Yirmi bir yıl! Gereği gibi değerlendirilmişse, az zaman değil. Ama ben o yılları yeterince değerlendirmiş olduğuma şu anda “yeterince” inanamıyorum! Bir “Acaba” var, bir kötü kuşku var içimde.

Kitaptaki “Kasketli Başlar” başlıklı yazıyı, yazıldığı zamanlardaki aşırı üzüntüyü, -bugünkülerin belki de hiçbir zaman anlayamayacakları- o tedirginliği, o acıyı gene olduğu gibi içimde duyarak okudum ve ağladım.

“Demek ki eski ‘Ben’e büsbütün yabancılaşmamışım!” diyerek de biraz avundum.

“Kasketli Başlar” ne demektir?

Bu deyişten bugünün gençliği bir anlam çıkaramaz sanıyorum, bunun için, bir iki cümleyle açıklayayım:

Efendim, eskiden “Okul Kasketi” denilen bir başlık vardı ki yedi yaştan on yedi hatta yirmi yedi yaşa kadar kız, erkek her öğrenci, onu başında taşırdı ve bu kasket bizim için -analar, babalar ve öğretmenler için- pek sevimli, biraz da kutsal, bir işaretti; sanki tertemiz yavrularımızı; hayatın türlü kirlerinden, dalaverelerinden, günahlarından koruyan bir çeşit kalkandı.

Neyse… Sözü uzatmayayım; ben, okul kasketleri ile tanımış olduğum küçük dostlarımı çok sevmiştim, onları hâlâ çok seviyorum; bugün de otuz yıl, kırk yıl, elli yıl önceki aşırı coşkunlukla seviyorum onları.

Bundan beş altı yıl evvel, bir bayram günüydü, küçük dostlarımın en büyüklerinden biri olan değerli insan Dr. Vecihe Danışoğlu; okul arkadaşlarından bir on kadarını toplayıp ziyaretime gelmişti. “Doğunun altın gençliği”nden bir avuç sevgili insan…

Artık “küçük” değildiler, hatta “genç” bile değildiler yavrucuklar; bazılarını tanıyamıyordum bile; isimlerini söyleyince hatırlıyor, “Ah, sen misin yavrum?..” diye sevinç çığlıkları atıyordum. Ne güzel bayramdı, katmer gül gibi!

İlk “Ön Söz”ümde “Benim Küçük Dostlarım”ı ana, baba olmuş görmekten doğan sevincimi, övüncümü belirtmişim. Bu bayram gününde ise onları “nine”, “dede” olarak karşımda gördüm; hem de “hanımefendi”, “beyefendi” nineler, dedeler…

Memleketine karşı vazifesini yapmış ve yapmakta bulunan şerefli, gerçek insanlar…

Ne mutlu bana! Rabbime şükürler olsun!

Sevgili okurlarım! Sizleri bir kez daha Benim Küçük Dostlarım’la baş başa bırakıyorum.

Hoşça kalın!..

Halide Nusret Zorlutuna 2/8/1976, Basınköy

Çocuklar -özellikle küçük kızlar- genç öğretmenleri severler. Yaşlı bir öğretmen, eğer kendini ve dersini sevdirebiliyorsa, bu çok defa uzun yılların tecrübesinden süzülmüş bilgisi ve hesaplı, plânlı hareketleri sayesindedir. Ya da bir ışık seli gibi içinden durmaksızın çevreye taşan pek üstün bir sevgi ve şefkat yüzünden-dir. Fakat genç öğretmen -eğer biraz da sevimli ve güler yüzlü ve zeki ise- bütün acemiliğine, beceriksizliğine rağmen kendini kolayca sevdirebilir. Bazen canlı gözlerinin bir gülüşü, parlak başının bir bükülüşü sınıfı büyüleyiverir. Artık ondan sonra “zafer” onundur. Bütün çocuk ruhları elinin altında işlenmemiş zengin bir toprak gibi, onun vuracağı çapayı, onun atacağı tohumu bekler.

Mefharet ve Arkadaşları

O “ilkbahar senelerinde ben de öğretmenlik yaptım.”

Memleketin sıkışık, karanlık günleriydi. Milletçe mutsuzduk. Bir yanda güya öğrenimime devam etmeye çalışıyor, bir yandan da özel bir lisenin ilk kısmında öğretmenlik yapıyordum. O zor yılların karanlığı içinde tek mutlu hatıra o okuldan; o okulda geçen günlerdir.

Çok gençtim; bir öğretmen için gereğinden fazla genç.

Yaşları sekizle on bir arasında otuz kadar öğrenci vardı, beş tanesi kız, geri kalanı erkek.

O sınıfa adım attığım gün duyduğum heyecanı, korkuyu, baş dönmesini ve o sınıftan her çıkışta hissettiğim tatlı gururu ve sevinci; başka hiçbir sınıfın eşiğinde duymuş değilim.

O vakit, şimdiki gibi “öğretmenlere mahsus not defteri” yoktu. Fakat ben kendi kendime bir acayip defter icat etmiştim:

Bu 15×20 santim ebadında, yüz yapraklı bir defterdi. Her öğrenciye altı sayfa ayırmıştım. Önce öğrencinin, babasının ismini, doğum yılını kaydettikten sonra onun bir tasvirini yapıyordum. Sonra aile durumunu -öğrenebildiğim kadar- oraya geçiriyordum ve daha sonra çocukların ruhları üzerine eğiliyor; acemî, tecrübesiz, bilgisiz gözlerimde sonsuz bir “bilmek, görmek, öğrenmek ateşi” ile onların iç âlemlerini tanımaya uğraşıyor ve yakalayabildiğim kımıldanışları her hafta büyük bir özenle kısa kısa cümleler hâlinde o sayfalara yazıyordum. Derslerden aldıkları notları da her öğrenciye ayırdığım bölümün son sayfasına geçiriyordum.

İşte Mefharet bu “ilkbahar seneleri”nin ilk ışığıdır: Benim ilk öğrencim; ilk küçük dostum. Onun tasvirini o eski defterin o sararmış yapraklarından olduğu gibi alıyorum; yirmi beş sene evvelki renkli kelimelerim, bol benzetmeli cümlelerimle:

“Pembe gün yaprağı gibi, nermin ve parlak çehresi üstünde bir ilkbahar seması kadar parlak, aydınlık kocaman mavi gözleri var. Fakat bazen kıvırcık, kumral kirpiklerin gölgeleri içlerine doluyor da o berrak sema parçaları üstünde yer yer menevişler, hareler vücuda getiriyor. Dümdüz, bembeyaz alnına altın renkli küçük saç kıvrımları düşüyor ve beyaz boynunun iki yanından bir çift kalın, parlak örgü sarkıyor, dudakları kızıl bir gül goncasına benziyor ve dişleri pırıl pırıl yanan iki dizi inciye.”

Biraz aşağıda üç hafta sonraki tarihle şu cümleler yazılı:

“O; sınıfının melikesi; yegâne hâkimesi; bütün ötekiler sanki onun emirlerini yerine getirmek için oraya toplanmış ikinci derecede insanlar…”

“Bu vaziyeti Mefharet kadar onun ‘uydu’ları da tabiî buluyorlar.”

“Bu küçücük kızın; etrafındaki küçük adamları olgun bir kadın gibi kaprisler, sürprizler, vakarlı iltifatlar ve hesaplı hareketlerle idare edişine şaşıp şaşıp kalıyorum… “

Evet, ona o zaman şaşıyordum; hâlâ da şaşıyorum… O ne ince bir kadın zekâsıydı Yarabbi… Ve ne güzellikti!.. Çoğu kez çok güzel kadınlar, çok zeki olmazlar; ama Mefharet’e bu iki nimet de kendisine bol bol verilmişti. O da minicik yaşında, bu nimetlerden faydalanmayı pek güzel biliyordu.

Çevresindekiler, -Çok emindim- canlarını verecek kadar onu seviyorlardı. Kızlar bile onun açık üstünlüğünü o kadar tartışmasız kabul etmişlerdi ki, kendisini kıskanmayı, egemenliğine karşı baş kaldırmayı akıllarına bile getirmiyorlardı!

Ben de -Şimdi düşünürken daha açık görüyorum-onun tarafından sevildiğim için âdeta gurur duyuyordum. Ve zannediyordum ki eğer onun sevgisini kaybedersem bütün sınıf benden bir anda yüz çevirecek…

Bütün sınıf!..

Aradan bir çeyrek yüzyıla yakın bir zaman geçtiği ve onlara -biri müstesna- hayatta tekrar rastlamamış olduğum hâlde pek çoğunu şu dakikada açık seçik karşımda görüyorum:

“Muallime hanım” tabirini “Malmanım!” şeklinde, acayip bir hoş telâffuzla söyleyen, şeftali yüzlü, kalın, kestane rengi örgülü Bursalı kız, Fatma, ne kadar kıskançtı! Arkadaşlarından birine biraz fazla yüz verecek olsam hüngür hüngür ağlardı.

Nurettin, kocaman bir erkek gibi ciddi, vakur, muha-kemeli… On iki yaşında bir centilmen!

Sonra, Adnan’la Sedat; birbirine benzemeyen iki kardeş. Büyüğü solgun, sessiz, ince ve içli. Küçüğü, al yanaklı, şen, kayıtsız, gürültücü…

O sene baharda hastalanmıştım. Bin bir dert üstüne bir de hastalık bana pek çok güç gelmişti.

Yatakta bitkin, umutsuz; ölümden ölesiye korkan ve bu korkunun bir an evvel bitmesi için de ölümü dört gözle bekleyen garip ruh hâli içindeydim. Göztepe’nin coşkun baharı; bahçedeki büyük çardağın üstünden dalga dalga taşarak pencerelerimden içeriye dolan mor salkımlar; karşımda masmavi ve apaydınlık deniz… Hiçbiri bana bir damla umut veremiyor… Beni hayata çağıramıyordu.

Umuttan, cesaretten olduğu kadar “tevekkül”den de, tevekkülün güzel sükûnundan da yoksundum.

İçimin amansız karanlığına gömülmüş yatıyordum.

Küçük kardeşimin dadısı koşarak geldi. Tatlı Vanlı şivesiyle:

–    Kayalar yağsın! dedi. Küçük hanım! “Azizoğlu’nun yetimleri” kapıya dolmuş seni istiyorlar!

Rahmetli, pek şen kadındı; her söze bir “Kayalar yağ-sın!”la başlardı.

Anlamadan baktığımı görünce bir kahkaha attı ve açıkladı.

–    Talebelerin gelmişler, talebelerin!

Bir anda baharı gördüm: Penceremden içeri sokulmuş olan eflâtun salkımları, uzakta masmavi ve apaydınlık yatan denizi gördüm ve bahçemde cıvıldaşan kuşları hayretle duydum!

Onlar; birer birer yorgunluktan pembe pembe olmuş, güzel yüzleriyle çekingen çekingen, kapıdan giriyorlardı. Elleri kolları kır çiçekleriyle doluydu. Kadıköy’den Göztepe’ye çiçek toplaya toplaya yürümüşlerdi.

Karyolanın üstü bir anda çiçekle dolmuştu ve ben mutluydum. Evet, daha bir dakika önce umutsuzluğun kara ve korkunç uçurumu içinde çırpınan ben, mutlu olmak mümkünse o kadar mutluydum… Onlara -sevinç gözyaşları dökerek- teşekkür etmek “Kurtuldum, kurtuldum!” diye haykırarak her birini ayrı ayrı kucaklayıp öpmek istiyordum. Fakat hocalık vakarım(!) buna izin vermiyordu! Bunun için beni o anda hayata iade etmiş olan bu güzel ve büyük heyecanı içimde gizleyerek onlara sadece gülümsedim. Nazik kelimelerle teşekkür ettim.

Ve bu çocuklar; beni o gün ne derece mutlu etmiş olduklarını asla bilmeden dönüp evlerine gittiler.

Onu sınıfta değil, hastahanede tanıdım. Ben okula ilk gittiğim gün, öğretmenleri ondan yana yana söz etmişlerdi.

Nadide

– Dördüncü sınıftan bir çocuğumuz ciğerlerinden hasta, görseniz ne ince, ne hisli, ne zeki bir kızdı. Güzel yazı yazar, güzel keman çalar… demişlerdi.

O akşam birkaçı onu yoklamaya giderlerken, ben de aralarına katılmıştım; yanımızda son sınıf öğrencilerinden biri de vardı; bu, genç hastanın en yakın arkadaşıydı; ona pembe güllü basmadan bir entari dikmiş götürüyordu.

Havası ilâç kokan koridorda, hademe bir kapı açtı; girdik.

Nadide, beyaz örtüler arasında solgun bir papatya gibi yatıyordu. Sarı kıvırcık saçlarının parlak çerçevesi içinde ince yüzü büsbütün ufalmış gibiydi. Yanak kemiklerinde ateşin verdiği bir kızıllık, bahar yeşili gözlerinde acayip bir pırıltı vardı. Bizi görünce yüzü hemen tatlılaştı.

–    Sefa geldiniz, müdiranım (müdire hanım)! Sefa geldiniz hocanım (hoca hanım)! Sizi bekliyordum, bugün mutlaka gelirler, diyordum…

Gözü bana ilişince, birden susuverdi; tanıttılar:

-Yeni edebiyat hocanız…

Süzgün gözleri sevinçle güldü:

–    Sizi tanıyorum, dedi. Mecmualarda yazılarınızı okurdum…

–    Sen mecmua okur musun çocuğum?

–    Evet. Ben güzel yazıları çok severim, hocanım… Ben her zaman…

Sözünü bitirmeden, arkamızda duran arkadaşını gördü ve sevinçle haykırdı:

-Ah, Mediha abla! Sen burada miydin?..

Mediha, elindeki paketi yavaşça çözdü, çıkardığı entariyi genç hastaya uzatarak:

–    Entarini diktim, getirdim Nadide, dedi, bak! Bu renk sana öyle yakışacak ki…

Nadide’nin narin parmaklı bembeyaz elleri havada uçuştu…

–    Teşekkür ederim, Mediha abla. Şuraya asar mısın?.. Oraya değil, karşıma. Evet. Ne güzel olmuş! Ellerine sağlık, Mediha abla!

Sonra, elinde olmadan açığa vurduğu, bu çocukça heyecandan utanarak özür diledi:

-Ah, beni affediniz müdiranım… Birdenbire pek hoşuma gitti de… Mediha ablam diktiği için… Hem… Siyah önlükten insan bıkıyor da… Değil mi hocanım?.. Şimdi

ben iyi olunca cuma günleri -O zamanlar tatil günü cuma idi- bu entariyi giyip mektepte gezerim, değil mi?..

Kendine hak verdirmek için çırpınıyordu.

Pek şen bir kız olan müdür yardımcımız onun umut ve neşesini arttıracak güzel sözler bulup söylüyordu. Benim nutkum tutulmuştu; daha fenası, boğazıma bir şey tıkanıyor ve gözlerime yaş hücum ediyordu ve bu içli çocuğun yanında ağlamamak için dudaklarımı çiğniyordum.

O; pek tatlı, aynı zamanda pek hazin bir şımarıklıkla konudan konuya atlayarak durmaksızın konuşuyordu.

–    Hastahanenin yemeklerini yiyemiyorum, diye müdür beye de söylemiştim; müdire hanım. Şimdi her gün mektepten istediğim yemekler geliyor… Nasıl teşekkür edeyim bilemiyorum… Hepinize… Hepinize çok minnettarım… Hakkınızı nasıl ödeyeceğim?.. Hâlbuki sizleri epeyce de üzdüm, değil mi?.. Evet, evet… Biliyorum… Yaramazdım, sizi üzüyordum… Beni hiç sevmediğinizi sanırdım… Ah, ne deli kızdım!.. Ama şimdi nasıl pişmanım bilseniz… Nasıl, Nasıl…

Gözlerinden yaş boşandı. Ben gülmeye çalışarak:

–    Çocuk!.. dedim. Evlâtlar daima türlü yaramazlıklarla annelerini üzerler. Dünya kuruldu kurulalı bu böyle-dir. Şimdi bunun için kendini üzmekte mana var mı yavrucağım?..

Arkadaşlarım beni doğruladı. O yaşlarla bütün bütün parlayarak zümrütleşen gözlerini açtı:

–    Ama iyi olunca, göreceksiniz hocanım, ne uslu bir kız olacağım! Dünyanın en uslu kızı olacağım!

–    Âlâ, âlâ. Fakat iyi olmak için şimdiden biraz uslanmak ve az konuşmak lâzım, Nadide. Yoruluyorsun.

–    Hayır, hayır, müdiranım. Bütün gün Fatma Hanımla karşı karşıya susup oturuyoruz. Hâlbuki ben konuştukça açılıyorum.

Doktor Beyle de konuşuyorum. O susturmak istiyor ama dinlemiyorum ki… Size biraz da keman çalayım. Ablacığım, lütfen şuradan kemanımı…

–    Nadide, yorulacaksın, çocuğum. Kemanını bir başka gün dinleyelim.

–    Ne olur hocanım, müsaade edin! Canım çok istiyor. Kendimi o kadar iyi hissediyorum ki…

Ve kemanı Mediha’nın elinden kaparak çalmaya başladı.

Hem çalıyor, hem söylüyordu. Alev alev kalbe akan pek güzel ve hazin bir sesi vardı.

Çaldığı şarkının bir mısraı içime hançer gibi girip orada kaldı; onu ömrüm oldukça unutamam!

Yerlerde, göklerde, her şeyde gurbet!..

Yerlerde, göklerde, her şeyde gurbet!..

“Gurbet” kelimesinin öyle garip, öyle boynu bükük bir uzanışı vardı ki…

Daha fazla dayanamadım, kendimi dışarıya attım…

Okula dönerken arkadaşlarımı, gözlerimden yaşlar akarak dinliyordum:

–    Nadide “mektebin çocuğu” idi; yetim ve öksüzdü; hayatta kimseciği yoktu…

Bir zatürree, sonra zatülcenb (Akciğer zarı iltihabı, satlıcan)… derken işte dört nal giden bir verem!..

Sesim boğularak:

–    Kurtulacak mı? dedim.

Arkadaşlarım ellerini çaresizlik içinde açtılar:

– Şüpheli, dediler. Doktor Celâl bütün gayretiyle çalışıyor, ama pek de ümitli değil.

Ertesi gün Dr. Celâl’i de tanıdım.

Hastahanenin iç hastalıkları uzmanı, okulumuzun da doktoru idi. Sonra sonra daha iyi tanıdığıma göre, iyi bir hekim, mükemmel bir insandı. Kızı kurtarmak için nasıl çalışıp çırpındığını; kurtaramayacağını anladıkça nasıl içten acı çektiğini hepimiz görüyorduk.

Hastalık, hastadan da, doktordan da daha güçlüydü. Ne on sekiz baharın hayata bir sarmaşık gibi sıkı sıkı dolanan parmakları, ne de genç hekimin bilgi, kitap, ilâç dolu elleri; ciğerleri yiyen bu görünmez canavarı her gün biraz daha kuvvetlenmekten alıkoyamıyordu.

Nadideciği her ziyaretimde, bir evvelkinden daha zayıf, daha mecalsiz, fakat -Ne hazindir!- daha ümitli, hayata daha bağlı buluyordum. Bu hâl, içimi büsbütün parçalıyordu.

Az zamanda pek iyi iki dost olmuştuk. Bana, “Şaire Hanım!” diye hitap ediyordu. Ve şiiri sevdiği kadar beni seviyor, şiire inandığı kadar bana inanıyordu.

Bazen yatağının yanına oturur, ona şiir ve hikâye okurdum; bazen de o, bana hafif hafif şarkı söylerdi. “Gurbet” şarkısını çok seviyordu.

Yerlerde, göklerde, her şeyde gurbet!

derken sesinde, güzel sesinde, öyle uzun ve içli bir yakınma hızlanırdı ki, her defasında, ilk günkü gibi ağlamamak için dişlerimi dudaklarıma geçirirdim.

O, bana küçük gönlünün büyük sırrını da parça parça -pek de farkında olmadan- anlatmıştı:

Bu, pek temiz, pek masum, pek çocukça bir gönül hikâyesiydi, fakat onun hasta çocuk başının en büyük rüyasıydı; kendince “Leylâ-Mecnun”, “Şirin-Ferhat” masallarına benzeyen bir büyük hakikatti. Onun “Ferhat”! şimdi Erkek Muallim Mektebi’nin son sınıfında idi, yakında muallim çıkıyordu. Gelecek sene de… Nadide muallim olacaktı o zaman…

Benzer İçerikler

Vadideki Tuzak

yakutlu

Gururlu Peri

yakutlu

Arıcının Çırağı | Laurie R. King

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy