Benim Küçük Sırrım | Dilara Keskin


Her insanın sırları vardır.
Kimi masumdur, kimi karanlık…
Kimi sakladığı şeyden utanır, kimi ise korkar…
Eylül’ün sırrı ise geride hayal kırıklığı bırakmış,hayatını bambaşka bir hâle getirmiştir.
Dışarıdan bakan insanlar ne kadar dürüst,başarılı ve sevecen olduğunu düşünse degerçek bambaşkadır. Eylül, sahip olduğu hayatı gizleyen, yaşamak istediği hayatı kendisine ait gibi göstermek için sürekli yalanlar söyleyen bir kızdır.
Peki, yeni dostlar edindiği ve aşk ile tanıştığ ıbu dönemde sırları mutlu olmasınafırsat verecek midir?

Yoksa gerçeklerle yüzleşip, söylediği yalanların içinde kendisine bir çıkış yolu aramak zorunda mı kalacaktır?

“Bir insanın duygularını dürüst bir şekilde karşısındakine aktarabilmesi,en azdünyayı kurtarmak kadar zor bir iştir.”

*

1. BÖLÜM: YENİ HAYATIN İLK ADIMI

O geceye kadar kendimi soğukkanlı biri olarak tanımlardım ama çevremdeki herkes şaşkınlıkla bana bakarken kalbim yerinden çıkacak gibi atıyor, ellerim titriyordu.

On sekiz yıllık hayatım boyunca sakladığım her şeyin, gerçek kimliğimin ortaya çıkışını izlemek dışında elimden bir şey gelmiyordu. Sadece ekrandaki görüntüme bakıyordum.

O an, her şeyin başlangıcını düşünmemek çok zordu.

Her şeyden bir süre önce…

Üç yıllık arkadaşım Açelya’yla birlikte üniversitemizin büyük kapısına bakarken derin bir nefes aldım. Bugün hayatımın karmaşık sayfası kapanıyor, bembeyaz bir sayfa açılıyordu.

Güvenliğe kartlarımızı gösterip çantalarımızı X-Ray cihazından geçirdikten sonra sanki okula ilk kez geliyormuşum gibi etrafı incelemeye koyuldum. Kayıt için geldiğimiz zamandan çok daha fazla insan vardı. Çoğu insan birkaç kişilik gruplar hâlinde çimenlere oturmuş, yakında etkisini kaybedecek olan güneşin tadını çıkarıyordu.

‘‘Eylül,’’ dedi Açelya. ‘‘Burada çok insan var.’’

‘‘Neyse ki yalnız olanlardan değiliz,’’ dedim. Aslında tek takılmayı daha eğlenceli bulduğum bile oluyordu ama yine de koca okulda arkadaşsız kalma fikri hoşuma gitmiyordu.

Açelya, bana katılır gibi başını sallamak dışında tepki vermedi. Dersimiz saat on ikide başlayacak olmasına rağmen on bir gibi okula varmıştık. İkimiz de ilk günden geç kalmak istemiyorduk ama yurdumuzun sadece iki durak ötede olduğunu unutmuştuk.

Evim buraya yaklaşık bir saatlik uzaklıktaydı. Açelya’nın oturduğu semtse… Aslında, oraya şehir dışı demek daha mantıklı olacaktır çünkü kız Büyükçekmece’de yaşıyordu. Her gün Beyazıt’a gidip gelmek için dört saatlik yolu çekmesi gerekiyordu. Ben bile günde toplam iki saat olan yola dayanamayacağımı düşünerek yurda yerleşmiştim.

Açelya cebinden telefonunu çıkarıp mesajlarını okurken, ‘‘Bizim bölümden birkaç kişi çimenlerde oturuyormuş,’’ dedi. ‘‘Gidip tanışalım mı?’’

Ona kaşlarımı merakla çatarak bakarken, ‘‘Kimmiş onlar?’’ diye sordum. ‘‘Ne ara insanlarla tanıştın?’’

‘‘Biraz elindeki telefonu kullansan yazdan beri açık olan konuşma gruplarına girmiş olurdun.’’

‘‘Bu gruplardan benim niye haberim yok?’’

Açelya dalga geçer gibi bir bakış attı. ‘‘Olsa girecektin yani?’’

Haklı olduğunu bilmeme rağmen, ‘‘Bıraksaydın da ben karar verseydim,’’ dedim.

‘‘Çok konuştun, Eylül,’’ dedi biraz sıkılarak. ‘‘Gidiyor muyuz, gitmiyor muyuz?’’

Yeni insanlarla tanışmak, benim için biraz sancılı bir süreçti fakat arkadaşımın arkadaş edinme konusunda çocuksu bir heyecan duyduğunu görebiliyordum. Hem birkaç kişiyle tanışmaktan zarar gelmezdi.

‘‘Tamam,’’ dedim. ‘‘Gidelim.’’

Açelya sırıtarak tekrar telefonuna döndü. Kıvırcık, açık kahverengi saçları yüzüne düştü. Onları kulağının arkasına itip ilerlemeye başladı. ‘‘Gel,’’ dedi. ‘‘Bu taraftan.’’

İki kızın yanına geldiğimizde Açelya gözlerini kısıp, ‘‘Sizinle konuşmuştuk, değil mi?’’ dedi.

Kahverengi saçlı ve yorgun olmasına rağmen ışıldayan ela gözlü bir kız, ‘‘Açelya sensen, evet,’’ dedi.

Bunun üzerine gülümseyip kızların yanına oturduk. Az önce konuşan kızın adının Belçin olduğunu öğrendim. Diğer kızın adı ise Cansu’ydu. Kızın saçlarının boya olduğunu düşünmüştüm çünkü rengi o kadar açıktı ki bebek sarısı desem abartı olmazdı ama doğal olduğuna dair yeminler edip hararetle çocukluk fotoğraflarını gösterince gülümsemeden edemedim.

Belçin, ‘‘Bu konuda biraz hassas da,’’ dedi. ‘‘İnsanlar inatla saçının boya olduğunu iddia edince tik falan oldu herhâlde.’’

Kızlarla yaklaşık bir saat sohbet ettik. İkisi de çok şirindi. Belçin’in küçüklüğünden beri dansa ilgisi olduğunu öğrendim. Öyle ki dans etmek onun için kendini ifade ediş biçimi olmuştu. Beni de hayata böyle bağlayan bir şey olduğu için ne demek istediğini kolaylıkla anladım. Benimki dans kadar zararsız bir şey değildi ya, neyse.

Hep birlikte kalkıp sınıfa ilerledik. Çaktırmıyorduk ama hepimiz ilk dersin getirdiği heyecanı taşıyorduk. Tabii, derse girdikten sonra bu heyecanımızın ne kadar yersiz olduğunu görecektik çünkü öğretmenimizle hiçbirimizin enerjisi uyuşmamıştı.

‘‘O neydi öyle?’’ diye mırıldandı Belçin. ‘‘Sanırım hayatımda daha sıkıcı bir ders daha görmemiştim.’’

‘‘Abartma,’’ dedi Cansu. ‘‘O kadar da kötü değildi.’’

Belçin iki kaşını birden yukarı kaldırdı. ‘‘Yani bilgisayar öğretmeninin bilgisayarın nasıl açıldığını öğrencilerine sorması doğaldı, öyle mi?’’

‘‘İyi yanından bakalım,’’ diyerek pozitif kalmaya çalıştım. ‘‘Bu kadının zor bir sınav hazırlayacağını sanmıyorum.’’

‘‘Bana da öyle geliyor,’’ dedi Belçin. ‘‘Onda zor soru hazırlayacak kafa yok.’’

Kantinde oturmuş, bir sonraki dersi beklerken üç arkadaşımın da telefonuna aynı anda bildirim gelince ister istemez meraklandım ve ‘‘Bölüm grubundan mı geliyor?’’ diye sordum.

Açelya başını salladı. ‘‘Bu akşam tanışma toplantısı gibi bir şey varmış sanırım.’’

‘‘Toplantı mı?’’

‘‘Bir cümlede yazabilecekleri şeyi doksan cümlede yazdıkları için kafam karıştı,’’ dedi arkadaşım.

‘‘Nerede?’’

‘‘Sahilin oradaymış,’’ dedi Cansu. ‘‘Ben gideceğim.’’

‘‘Elbette gideceksin,’’ dedi Belçin. ‘‘Bir şeylerden eksik kalsan şaşarım zaten.’’

Belçin’e, ‘‘Siz ikiniz ne zamandır tanışıyorsunuz?’’ diye sordum.

‘‘Cansu’ya sorsan sekiz sene,’’ dedi Belçin. ‘‘Ama bana sorarsan yirmi beş senesi var. Onu idare etmesi o kadar zor ki!’’

‘‘Abartmıyor musun?’’ dedi Cansu. Biraz bozulmuş gibiydi.

‘‘Abartıyorsam hafifleterek anlatma konusunda abartıyorumdur,’’ diye cevabı yapıştırdı Belçin.

Açelya konuyu değiştirmek ister gibi bana dönüp, ‘‘Partiye katılacak mısın?’’ diye hararetle sordu.

‘‘Bilmem,’’ dedim. Gözleri öyle parıldıyordu ki, ‘‘Sen gideceksin herhâlde,’’ diye tahminde bulundum.

Açelya başını olumlu anlamda salladı. ‘‘Ortamı merak ediyorum.’’

‘‘Peki, ben de gelirim,’’ dediğimde Açelya gözle görülür bir memnuniyetle sırıttı.

Çimenlerde oturup yemek yiyen öğrencilerin yanından geçerken Cansu, ‘‘Biz de piknik yapalım mı?’’ diye sordu.

‘‘Olabilir,’’ dedi Belçin. ‘‘Börek falan yaparız.’’

Cansu, çocuksu bir heyecanla ellerini çenesinin altına koyarak, ‘‘Mangal da yaparız,’’ dedi.

‘‘Aynen,’’ dedi Belçin. ‘‘Kamp ateşi falan da yakarız istersen.’’

Cansu, alaya alınmasına bozulmuş gibi dudaklarını büzünce Belçin gülümseyerek kıza sarıldı. ‘‘Hayatım, sence mantıklı bir şey mi söyledin?’’

‘‘Bana göre mantıklı,’’ dedi Cansu.

Belçin daha fazla uzatmama kararı alarak sessiz kaldı.

Günün geri kalanında anlatacak pek bir şey olmadı. Kızlar oldukça cana yakındı ama yeni tanıştığımızdan dolayı hemen samimi olmak imkânsızdı.

Dersten sonra Cansu ve Belçin’le saat sekizde buluşmak üzere sözleştik ve hazırlanmak için yurda döndük. Üstüme bir kot pantolon ile askılı bir bluz geçirdim. Bluz desensizdi ama rengi o kadar güzel bir kırmızıydı ki ister istemez göz alıyordu.

Açelya’yla hazırlandıktan sonra -o da vücuduna çok güzel oturan siyah bir elbise giymişti- Cansu ve Belçin’le buluştuk. Sahile gitmek için metroya bindik.

Kısa süren metro yolculuğumuz bittikten sonra bir süre yürümemiz gerekti. ‘‘Kızlar,’’ dedi Cansu. ‘‘Bakın!’’ Eliyle işaret ettiği yere baktığımda bir adamın üniversitemizin simgesi şeklinde kolyeler sattığını gördüm. Cansu küçük bir çocuk gibi, ‘‘Gidip alalım mı?’’ diye sordu.

‘‘Olur,’’ dedi Açelya. Birlikte satıcıya doğru ilerlerken Belçin’le onları takip ettik. Oldukça iyi anlaşmış gibiydiler.

Yeni kolyemi boynuma takarken, ‘‘Kendimi özel bir topluluğun üyesi gibi hissediyorum,’’ dedim. Dürüst olmak gerekirse şaka yapmıyordum. İnsan, gerçekten kendini özel hissediyordu.

‘‘Ben de,’’ diyerek bana katıldı Belçin.

Ardından tekrar yürümeye başladık ve en sonunda bahçesi sahile açılan bir kafeye vardık. Burası iki katlıydı ve şimdiden dolmuş gibi görünüyordu.

İçeri girdikten sonra etrafı inceledim. Kafe geniş sayılırdı. Kalabalık gruplar masalara kurulmuş, sohbet ediyorlardı. Tüm bu konuşmanın yarattığı gürültünün üstüne yükselen müzik, birbirimizi duymamızı engelliyordu. Belçin’e doğru eğilip, ‘‘Dışarı çıkalım,’’ diye bağırdım.

Başını olumlu anlamda sallayıp Cansu ve Açelya’ya dönüp bizi takip etmelerini işaret etti.

Bahçeye çıktığımızda çınlayan kulaklarım sayesinde içerideki müziğin sandığımdan de yüksek seste olduğunu fark ettim. Gürültüden uzak olmanın verdiği rahatlıkla renkli minderlerin üstüne oturup denizin kokusunu içimize çektik.

‘‘İyi ki gelmişiz,’’ dedi Belçin. ‘‘Bence bu akşam çok arkadaş edineceğiz.’’

Cansu bana bakarak, ‘‘Bize biraz kendinizden bahsedin,’’ dediğinde kollarımdaki tüylerin, hissettiğim gerginlik sonucu diken diken olduğunu hissettim. ‘‘Haydi Eylül, konuşmaya başla.’’

Yine aynı şey…

‘‘Öncelikle erkek arkadaşım yok,’’ dedim. ‘‘Tüm dostlarınıza haber verebilirsiniz.’’ Kısa bir gülüşmenin ardından derin bir nefes aldım ve söylemeye alışık olduğum yalanlar peş peşe sıralandı. ‘‘Babam gemi kaptanı,’’ dedim. ‘‘Yılın yarısında yurt dışındadır. Geri kalan yarısını annem, ben ve dostlarıyla geçirir.’’

‘‘Kesin sana gittiği her yerden bir şeyler getiriyordur,’’ dedi Cansu. ‘‘Yolculuklar o kadar uzun mu sürüyor cidden?’’

‘‘İthalat yapan gemiler öyle maalesef,’’ dedi Belçin. ‘‘Sizin için zor olmalı.’’

‘‘Zaman zaman zor oluyor ama bir yerden sonra alıştık. Neticede bu onun işi, kabullenmek gerekiyor.’’

‘‘O parayı benim babam da alsa ben de kabul ederdim,’’ dedi Cansu. Gülümsemeden edemedim.

Belçin, ‘‘Kardeşin var mı?’’ diye sordu.

‘‘Hayır,’’ dedim. ‘‘Tek çocuğum.’’

‘‘Tüh,’’ dedi Cansu. “Belki evde birisi daha olsa eğlenceli olabilirdi. Bu isteğimi annen ve babana iletirsin.’’

‘‘Hayır!’’ dedim gözlerimi kocaman açarak. ‘‘Korkunç!’’

Herkes sırıtırken Açelya, ‘‘Annen muhasebeciydi, değil mi?’’ diye sordu.

Gülümseyerek onayladım ve sonunda doğru bir şey söylemenin huzuruna ulaştım. ‘‘Evet.’’

Ardından herkes benim gibi kendinden bahsetti. Belçin tek çocuktu, Cansu’nun bir ablası vardı. Açelya’nın küçük bir kız kardeşi olduğunu zaten biliyordum. Kelimenin tam anlamıyla cadıydı.

Biz sohbete dalmışken elinde mikrofon olan bir kız sahneye çıktı. ‘‘Herkese merhaba!’’ diye seslendi. ‘‘Öncelikle hoş geldiniz! Okula yeni başlayan herkese selamlar. Umarım ilk seneniz yüksek ortalamalarla ve bol eğlenceyle geçer. Aranızda tanışanlar var ama birbirinizi daha yakından tanımanızı istiyoruz. Bu yüzden minimum altı kişilik gruplar oluşturur musunuz?’’

Birkaç kişi bulmak için etrafımıza bakındık ama sanki herkes mıknatıslıymış gibi çoktan eşleşmişti. Bir anda kimse kalmamıştı. Gözlerimi kısıp ceylan arayan aslan gibi etrafı incelerken üç kişilik bir grup gözüme takıldı. Etrafa attıkları aptal bakışlardan, onların da arkadaş bulmakta zorlandığını fark ettim. Soldaki çocukla göz göze geldiğimde ona el salladım. Çocuk da gülümseyip selam verdikten sonra arkadaşlarına bizi gösterdi.

Üç çocuk da bize doğru ilerlerken, ‘‘Şahin gibi gözlerin var,’’ dedi Açelya.

Ona bilmiş bilmiş gülümsedim. Çocuklar yanımıza oturduğunda içlerinden sarışın, mavi gözlü olanı, ‘‘Merhaba,’’ dedi. ‘‘Ben Efe. Efe Çağlar.’’

Arkadaşı sırıtarak, ‘‘Ben Bond,’’ diyerek alaya aldı. ‘‘James Bond.’’ Efe, arkadaşına dik dik baktı. Çocuk onun bakışlarını pek umursamadan, ‘‘Ben Buğra,’’ dedi.  Çocuğun siyah saçları dağılmış olmasına rağmen çirkin görünmüyordu. Kahverengi gözleri, yeni biriyle tanışmanın getirdiği memnuniyeti barındırıyor gibiydi.

Diğer çocuk, ‘‘Deniz,’’ diyerek kendini tanıttı. ‘‘Memnun oldum.’’ Kahverengi saçlara ve aynı renk gözlere sahipti. Dış görünüşü diğerlerinden farklı değildi ama onunla tanışalı sadece saniyeler olmasına rağmen neşeli biri olduğunu hissetmiştim.

‘‘Aslında bir arkadaşımız daha var,’’ dedi Buğra. ‘‘Ama biraz geç kaldı. Sürekli bekletir zaten.’’

‘‘O da eğlenceye biraz geç katılacak öyleyse,’’ dedi Cansu. ‘‘Kendi kaybeder.’’

Buğra biraz şaşırmış bir şekilde, ‘‘Tamam,’’ dedi. ‘‘Sakin ol. Aslında iyi biridir, yemin ederim.’’

Kısa bir gülüşmenin ardından biz de kendimizi tanıttık ve biraz sohbet ettik. Ardından ne yapacağımız sahnedeki kız tarafından açıklandı: Vampir-Köylü oynayacaktık. Kalabalık gruplar için roller giderek çeşitlenecekti ama bizim gibi altı kişilik grupların yapacağı şey çok basitti: Öncelikle verilen kâğıtları altıya bölecektik. Ardından kâğıtlardan ikisine vampir, birine doktor, kalanına da halk yazacaktık. Vampirler halkı ve doktoru avlamaya, halksa vampirleri vurmaya çalışacaktı. Doktorun her el bir kişiyi koruma hakkı vardı.

Benzer İçerikler

Yeşil Kiraz

yakutlu

Elveda Balkanlar; Unutulan Vatan

yakutlu

Cepheye Koşan At | Ömür Kurt

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy