Beterotu | Pınar Öğünç | Birazoku


Fazla erkekler, fazlasını isteyen kadınlar, komşular… Plazaların oksijen vakitleri, otobanların çiçekleri, ailelere mahsus adım sürüyüşleri… Gökyüzünden yağan kapılar, kendi bahçemizde biten beterotları… Şehre inen ve zaten şehirdeki yabaniler… Büyüyen bir çukur, nükseden bir ağrı, yükselen bir alarm. İyi, kötü, beter…

Pınar Öğünç kendi içinin mutfağına geçiyor, kıvamlı öyküler hazırlıyor… Zamanı yakalıyor, anlıyor, hünerli bir dille anlatıyor.

Beterotu, günümüz Türkiyesi’nin aslından da fazlasını sunan fotoğraf kareleri. Muazzam bir gözlem heyecanının süzgecinden geçen hikâyeler.

Hazırlıksız yakalandığımız çok şey var, sevdiğin biri bindiği trenden inmeyebiliyor, kaldırımda yürürken bir kamyon ezebiliyor, bekler misin, tepesine yıldırım düşebiliyor. Bir bomba patlıyor, öldürmeyecek kadar uzakta. Ya da evin yıkılıyor, dümdüz, belki her şeyin yanıyor. Ya da âşık olduğun insan birden hayatından gidiyor, görünmez bir organın eksilmiş, çok sevmenle kalıyorsun. Ya da bir cinayete tanık oluyorsun, önünde oluyor her şey, kan pembe değil, tam kan rengi… Ölmüyorsun ama aynı da kalamıyorsun. O sabah bunları hiç bilmeden yüzünü yıkamışsın, aynaya bakmışsın.

İÇİNDEKİLER

Tanga mevsimi, karnabahar mevsimi ……………..7
Bir ileri iki geri ……………………………………………………………………21
Plazada huzur…………………………………………………………………..37
Çimento…………………………………………………………………………………..51
Ağ tercihleri………………………………………………………………………….63
Hususi hayat……………………………………………………………………….73
Ağrı eşiği…………………………………………………………………………………81
“Neyin tek sahibisiniz lan?”…………………………………..91
Ses – Tuval üzerine yağlıboya…………………………….101
Ceylan ile Kâmuran…………………………………………………….109

Bir ileri iki geri 

“Burası şehrin basuru gibi lan, sonradan çıkmış,” demişti biri, taşocağının sahibi iflas edince tıraşlanması yarım kalan uzaktaki tepeye bakarak, taşkın bir nehre daha çok benzeyen otobanda bir dere dibi huzuru bulup da kutu birasından bir yudum alarak. İçinden. Yanındaki otobandan saatte 120’yle geçen arabalardan, sırtını verdiği on ikişer katlı, on toplu konuttan, hâlâ aynı şehirde sayıldığı yirmi milyonun geri kalanından kimse bunu duymadı. Bir akşam, şehirlerarası mesafesinde seferler yapan belediye otobüslerinden inen erkekler ve az sayıda kadın, ortasına fırlatıldıkları taşın balçığın bir kısmını da ayakkabılarında taşıyarak evlerine döndüler. Terliklerini giydiler. Ender lacivert kumaş pantolonunu çıkarıp lacivert eşofmanını aradı. Yemek saatlerinde iki kanadı açılıp kapanan laminant kaplı masayı ortaya çektiğinde Ayla, odadan geriye sadece boş bir ikili koltuk, bir sehpa kalıyordu. Yine de salon diyorlardı kendi aralarında. Düz ekran televizyon duvara monte.

Ayla tabağındaki pilavı, Ender salatanın kalanını sıyırıyordu. Ana haber bülteninde iki koluna birilerinin girdiği kadın “Kuzuuuum,” diye inledi. Askeri törenden görüntülere geçildi. İkisinin de birer gözü televizyondayken, yemekten sıkılan sekiz yaşındaki oğulları sandalyeden aşağı kıvamlı bir sıvı gibi aktı. Fark etmediler. Masanın altından oyun oynayan bir çocuğun takırtılı tukurtulu gürültüleri gelmeye başlayınca, Ayla otomatik bir komutla seslendi: “Furkan rahat dur.” Furkan, halının rengi atmış gülleri üzerinde küçük boy bir komando gibi sürünerek yatak odasına kaçtı.

Gözleri televizyonda, kirli tabakları iç içe dizmeye başlamıştı Ayla. Ender garsondan rahatsız müşteri suratıyla ayağa kalktı, kalkmasıyla önce yerdeki plastik küreğe, sonra taş gibi sert bir şeye bastı. “Dağıtacam suratını Furkan, topla şu döküntülerini yerden!” Masanın kanatları kapandı, başsız kocaman bir kuş gibi duvara yaslandı. Furkan yeşil kum kovası elinde salona gelip yerdeki eşyalarını bir çocuktan çıkabilecek homurtularla, tak tak içine atmaya başladı. “Eşek sıpası, ayağımı kıracaktım üstüne basıp. Taş mı taşıyorsun eve, bu ne?” Kil rengi topraktan bir paranteze, olmayan bir testinin sapına benziyordu elinde tuttuğu. “Bu ne diyorum?” “Orkun’la toprağı kazarken bulduk. Tarihi esercilik…” “Tarihine sıçayım. Nereleri kazıyosunuz lan?” “C-8’in yanındaki toprağı. Orkun’da daha güzeli var, üstü yazılı.” “Topla, naş, toz ol hadi…” Televizyonun sesini açtı koltuğa yaslanıp. Survivor Ada Konseyi’nde eleme oylaması vardı o gece.

Otuzuna yeni giren Ender’le ondan dört yaş küçük karısı Ayla evlendiklerinde, annesiyle babasının zamanında düzayak gecekondudan büyütüp tapusunu yıllar sonra aldıkları apartmanın üçüncü katına yerleşmişlerdi. Marmara surlarına yakın mahalleye önce mahkemeden tensip tutanağı, sonra belediyeden dozer girdi. Babası, abisi, cümle akrabası aylarca “Yok ya hayatta yıkamazlar,” dediği için üç katın eşyalarını bir gün içinde denklemeleri gerekmişti.

Fesleğenlerle akşamsefaları orada kaldı. Kendilerine seçenek ve de fırsat olarak gösterilen toplu konutlardaki daire için bankaya yirmi yıl borçlanacaklardı. “Usul usul öderiz,” dedi Ayla, “İnsanın kendi evi gibisi var mı? Temiz pak mutfak dolaplarımız olur. Güvenli hem de…” Ayla, mahalledeyken ihraç fazlası penye satan bir dükkânda çalışıyordu. Defolu, az defolu ayrı sepetlerdeydi. Toplu konutlara geçtiklerinde yakındaki büyük alışveriş merkezinde bir mağazada çalışmak istedi, Ender “Dünyada olmaz”la kestirip attı. Ayla, Ender’e hıncını bir dolu başka şeyle denkleyip içinde ücra bir köşeye tıktı. Ender beş senedir Büyükşehir Belediyesi’nde özel şofördü.

Arabasında taşıdığı üst düzey takım elbiselilere defalarca ispat ettiği laf ebeliğinin de payıyla, kadrolu şoförlükte lakabı “VIP Ender”i ona kazandıracak pozisyona terfi etmişti. Arabanın bagajında, üzerine “Ağrı kesici :)” yazısı işlenmiş şimşirden bir beyzbol sopası dururdu. Zamanında “Al sana Türk’ün gücü”, “Eğitim şart :)”, “Osmanlı tokadı” gibi çeşitlerin arasından hangisini seçeceğine zor karar vermişti. Sopa, beyzbol malzemeleri satan bir dükkândan satın alınmamıştı, zaten yaşadığı şehirde öyle bir dükkân yoktu. “Ağrı kesici :)”yi kullandığı iki hadiseyi de Ayla’ya anlatmadı. Belediye encümeninin sekreterini Karaköy’e bıraktıktan sonra dönüş yolunda telefonu çaldı. “Ooo naber amcoğlu”yla birlikte dikiz aynasında kendine ezbere bir bakış attı. Ender bluetooth telefon kulaklığını kendisine çok yakıştırıyordu. İlk aldığı gün evde bir hayli kulaklıkla dolaşmış, banyo aynasında bir önden bir profilden, uzun uzun bakıştığı kendinden hoşnut ayrılmıştı. Ayrı bir hava veriyordu. VIP. “Bizde aynı birader, git gel, iş güç… Belediye tabii yoğun. Dünya şehri sonuçta.

Sizden naber Yusuf, ne ettiniz işleri?” Yusuf’un işleri iyiydi, ilçe yolunda yeni bir benzinlik almışlardı. “İki pompası var sadece abi ama Allahımabinşükür fazlasında gözümüz yok be,” dedi. Halini hatırını sormak için dediyse de, Yusuf aslen benzinliği haber vermek için aramıştı. Yusuf’un işleri dört sene kadar önce babası, Ender’in de amcası Hacı Süleyman’ın on masalı köy kahvesini, arkada uzanan meraya doğru kaçak genişletip ayrı bir salon yaptığından beri iyiydi. Bardağı elli kuruşa çay satmakla bütün bu dolapların çevrilemeyeceğini, Yusuf’un orada kumar oynattığını herkes biliyordu.

“Günahı boynuna, yanında getirene içki de içirtiyormuş,” diyorlardı. Babam kardeşi gibi köyde kalsaymış aha hayatım böyle olurmuş, diye bir zamanlar uzaktan bakıp da içten içe hor gördüğü beş yaş küçüğü Yusuf’un bu halleri, Ender’in şakağındaki bir damarı seyirtiyordu. Sinyalsiz sağa döndü. Yusuf gibi kıçı bokluların öyle ya da böyle yolunu buluşunu, bir zamanlar belediyeye getirmek için otobüs durağından aldığı bazı misafirlerin iki-üç seneye kalmadan özel şoförlerle gezişini gördükçe bozuk süt gibi kesiliyor, ne köyde unuttuğu, ne şehirde bulabildiği o şeyin noksanlığıyla ekşiyordu. Üst dudağını kıvırıp hırsla bıyıklarının ucunu ısırdı. Kim bilir ne zamandır yarım bir heykel gibi kolları pervazda, pencereden dışarısını seyreden Ayla, Ender’le Furkan’ın market poşetleriyle binaya yaklaştıklarını görünce otomatiğe basmaya içeri koştu. Süt kaynatıyordu, taşmış. Ayla, poşetten çıkardığı yumurtaları buzdolabının kapağına dizerken yolda çatlayan bir tanesini en öne koydu. “Sen beynini mi yedin Ender ya, çocuğa mı uyuyorsun Allah aşkına, ne tarihi eseri?”

“Niye ki? Öbür çocuktaki yazılıymış hem de.” “Ne anlattı ki bu sana yolda? Tarihi eser dediğin, görmüyor musun Efes’i, Aspendos’u öyle yerlerden çıkar. Şehirde olmaz bir kere. ” “Kız, burası birkaç sene öncesine kadar İstanbul bile değil, boş alan öyle… Daha önce kimse kazmamış, bu zamana kadar durmuş öyle. Birden kafamda ampul yandı. Define falan çıksa, bir düşünsene…” “Ay bayılacam şimdi, define diyor adam…”

“Neden olmasın? Diğer veletler nerede oturuyor acaba, biliyor musun sen?” “Ekmek Kuran çarpsın tozuttun sen Ender.” Ender ondan sonraki birkaç hafta boyunca hemen çaprazlarındaki D-3’ü seyretti uzun uzun. Akşam saatlerinde tek tip ampullerin tasarruf renkli ışığıyla bütün odalar birbirine benziyordu uzaktan. Açık pencerenin önünde sigara içerken gözlerini kısıp kurdu da kurdu. Onlar da bu define işine uyanmış mıydı acaba?

Karısının kaybettiğini söylediği aklı, ona kalsa işte şimdi tam çalışıyordu. Durduğu yerde kafasındakini mayaladı, daha çok inandı. Heyecandan, idmansız iki yüz metre koşmuş gibi dalağı şişti. Ay başlarında ara sıra yaptıkları gibi o pazar akşam yemeğine yakındaki dev alışveriş merkezine gittiler. “McDonalds da sonuçta et,” derdi Ender, o iki hamburger yerdi. Büyük seçim. Birden “Orkuuuun…” diye zıpladı Furkan masadan.

Benzer İçerikler

Duyuyor musun? | Nurhan Suerdem

yakutlu

Camdaki Kız | Gülseren Budayıcıoğlu

yakutlu

Aşkın Şehidi | Ahmet Turgut

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy