Beyaz Atlı | Ahmed Günbay Yıldız


Ahmed Günbay Yıldız, iç içe geçen hikâyelerle kurduğu yeni romanı Beyaz Atlıda gençlere sesleniyor: Umutların tükendiği yerde hayat da tükenir. Gençlik hülyalarının insanı kuşattığı, kötülüklerin kol gezdiği bir dünyada her şeye ve herkese rağmen kararlı adımlar atmak, zorluklara göğüs germek ve doğru sonuca ulaşmak sabır gerektirir. Varlıklı bir ailenin çocuğu olan Şafak, hiç görmediği annesini bulmak ve karşılaştığı haksızlıklarla baş edebilmek için zorlu bir mücadeleye girişir. Babasıyla yakınlık kuramayan Şafak, dedesiyle ve köyün bilge kadını Bahar Anayla sırdaşlık eder. Şafak, kendisine diş bileyen Selman Ağa ve oğullarının tuzaklarına maruz kalır, annesine ulaşma yolunda türlü engellerle karşılaşır. Okumak için gittiği İstanbulda Yunus Babadan ve Seyit Karabeyden destek alır. Bu arada Şafakın gönlünde kimseye dillendiremediği bir sevgi kök salmaktadır Ahlaklı yaşamayı şiar edinmiş Şafakın mücadelesini okurken, kendinizden izler görecek, cevapsız kalmış sorularınıza yanıt bulacaksınız.

***

Sır Söyleten

“Rüyada sınır yok, hayalde hudut.
Bir küheylandır gönülde umut.
Ne fikir izafi, ne ilim somut.
Buluta yağmaktan öteye yol var.

Beş on adım ilerisinde karşılıklı duran, köyün kültür mirası iki konağa kilitlenmişti bakışları. Zirvesi bulutlarla kucaklaşan dağın do­ruklarında kanat çırpan deli güvercinleri andırıyordu gönlü. Belli ki ruhunu lime lime eden acıların kuşatmasmdaydı düşüncesi. “Doku­namadığın hayallerin kanatlarına umut bağlayamazsın, çünkü onlar, gözlerini açtığında ellerinden kayıp gidecekler” diyen duygularına düşmandı. Şafak, karşısında durduğu, köyün tarihine anlamlı notlar düşen ihtişamlı konakların hüznüne kaptırmıştı kendini. Yüreği bir hüsran mahşerini andırıyordu. Her sabah, bir mağlubiyet dağı oluşuyordu umutlarında. Yüz akı olan geleneklerinden kopartılmış, geçmişine ihanet etmiş olmanın utancını yaşayan o konaklar. Üzerine paslı kilitler vurulmuş, tarihe anlam dolu notlar düşerek yaşamış o konaklan seyrederken, göğün burçlarını aydınlatan bakışları bulut­landı Şafak’ın. Göksu köyü sessizdi bugün. Yârân odalan adı verilen konakların etrafında kimseler yoktu. Konakların az ötesinden akıp giden Göksu deresinin şırıltıları hüzünlü bir ninni gibi ulaşıyordu kulaklarına. Kirpiklerinden birer damla yaş yuvarlandı delikanlı­nın şakaklarına. Geçmişine yas tutan konaklann kederinden daha katmerliydi yüreğindeki acı.

Bu esnada kendisinden birkaç adım uzakta duran yaşlı kadının varlığından habersizdi Şafak. Köyün en hatırlı kimsesiydi o kadın. Geçmişte, köyün hanımlarına ve genç kızlarına hayata karşı nasıl durmaları gerektiğini anlatan bir âbideydi. Nihayet kendisine bir nefes kadar yaklaşıp durunca Şafak fark edebildi onu. Ciğerlerini çürüten, güçlü ve keder yüklü bir soluklanışı vardı Şafak’ın. Kendini hüznün sessizliğine kaptırmıştı, gönlü dardaydı konakları seyreder­ken. Bu kadın aynı zamanda, Şafak’ın babasının teyzesiydi, Göksu köylüsünün de Bahar Anasıydı. Bahar Ana, Şafak’a önce sessizce yaklaştı. Titreyen parmaklarıyla sildi gözyaşlarını. Daha sonra hazin bir ses bozdu sessizliği. Bahar Ana, Şafak’ın gözlerine derin derin baktı:

“Bu konakların yası senden başka kimseyi incitmez mi divane çocuk?”

Şafak, buhur kazanı gibi kaynayan gözlerini Bahar Anaya çevirdi, acı bir yutkunuşla toparlandı, “Dedem ve sen,” dedi Şafak, “keşke bu konakların geçmişini bana anlatmasaydınız. Bu konakların birgün eski günlerine dönmesi, vazgeçemediğim bir sevda oldu benim için Bahar Anne.”

“Zor!” dedi Bahar Ana, “Seni sevenler, başkalarının korkusu yüzünden, karşılaştığınız her yerde yollarını değiştirirler. Yalnız birisin oğul. Düşmanlarınsa kavi. Baş edemezsin onlarla.”

Şafak, keskin baktı Bahar Ana’nın gözlerine. Ellerini sıkı sıkı tuttu yaşlı kadının, “Bahar Anne, otursana biraz. Bu konakların hikâyesi oldum olası güç verir bana. İdeali olmayan adam ne işe yarar demez misin sen? İnsanlar dünyaya iz bırakmak için gelirler, aksi halde ot gibi yaşar, saman gibi giderler, diyen sen değil miydin Bahar Anne? Annemi, seni ve bu konakların geçmişini hayal ettikçe anlam kaza­nıyor yaşamaya çalıştığım hayat. Tüm bunları senin anlattıklarınla şekillendiriyorum gözlerimin önünde. Kına gecelerindeki ilahiler, köyün kadınları, kızları konakta toplanmışlar, annem kitap okuyor onlara, yoruma ihtiyaç duyduğu yerleri de sana soruyor.”

Bahar Ana, Şafak’ı kıramayıp oturmuştu toprağın üzerine, geçmişi için yas tutan konakların üzerinde hazin bir seyir tutturmuştu. İkiz konakları karşılarına almışlardı.

“Bu gördüğün konaklar var ya oğul? İlim irfan yuvasıydı seneler önce. Sağda duran bina, köyün kadınları ve kızları için hizmet verirdi. Sol taraftaki de köyün delikanlıları ve hatırlı yetişkinleri içindi. Bazen kız kıza aynı katta toplanılır, dersler yapılır, Kur’an okunur, bilenler bilmeyenlere öğretmenlik ederdi. Erkekler için de aynısı geçerliydi. Köyün imamı ve muallimi, erkeklere, daha çok da gençlere sohbet düzenlerdi. Kadınlar için ben, annen ve köyün hanım öğretmeni görev yapıyorduk. O zamanlar köyde, kitap okumada, sohbetlerde yarış yapılırdı. Genç kızlara, nasıl anne olunur, nasıl iyi bir eş olunur, çocuklar nasıl yetiştirilir gibi önemli konularda eğitim verilir, geleceğin anneleri, hayata hazırlanırdı. Erkekler de aynı şekilde, büyükleri tarafından bilinçlendirilirdi. Kadınlara ayrı erkeklere ayrı velime yemeği verilirdi. Bayram sofraları çeşnilerle kurulur, civar köylerden misafirler ağırlanırdı bu konaklarda. Şimdi ise eski levhalar ve paslı kilitler kaldı sadece. Yârân odaları! Huzur yeriydi Göksu. Parmakla gösterilirdi her yerde. Babanla başladı bozgun. En sonunda, bu konakları geçmişine hasret bırakan işler­de kullanmak için düşman olanlar dost oldu. Meydan okumaların da bir sonu vardır oğul. Yalnızsın. Baban bile sana düşman. Bütün bunlar seni hiç düşündürmez mi?”

Hacı Osman’ın Konağı

Gün ortasıydı ama yeryüzü karanlıkların kucağına düşmüştü sanki. Bulutlar inadına koyulaşmıştı. Matem havasındaydı her yer. Önce cılız bir rüzgâr, bulutlardan çaldığı çisentileri savurdu gökyü­zünde. Sonra biraz daha hoyratlaşıp pencerelerde, çatılarda ıslıklar çalarak velvele koparmaya başladı. Göksu köyü, boşaltılmış bir yer gibi görünüyordu. Kimseler yoktu sokakta. Mevsim sonbahara adım adım yaklaşsa da güneş sevecen yüzüyle yansıyordu ufuktan. Kelebekler coşkulu uçuşlardaydı. Sokaktaki çocuklar oyunlar kurup bozuyorlardı art arda.

Şafak, konaktaki odasına çekilip kapısını kapamış, pencerenin buharlaşan camından dışarıyı seyrediyordu. Henüz hayatının baha­rında, başında kavak yelleri esen, yağız bir delikanlıydı o. Yirmisine yeni basmıştı. İdealleri, akranlarına göre ulaşılamaz denilen hayalleri vardı. Koca köyde tek başına kalmış denecek kadar yalnızdı. Dahası herkesin gözünde büyütüp kıskandığı çok farklı bir delikanlıydı o. Doğup büyüdüğü bu köyden uzaklara gitmesine sayılı günler kalmıştı. Dedesinin sözünden çıkmamış, onun isteği üzerine İs­tanbul Üniversitesi Ziraat Fakültesi’ni tutturana kadar çabalamıştı. Üniversite hayatına iki yıl ara vermişti bu yüzden. Emsalleri yolu yarılamış o ise kaydını yeni yaptırmıştı. Fakat gecikmiş olsa da idealine doğru yürümeyi başarmıştı. Bugün yine efkâr tütüyor­du gözleri. Odanın kapısını kilitlemiş “sırdaşım” dediği defterini oturduğu sedirin üzerine koymuştu. Kalemi elindeydi. Yine o bitip tükenmek bilmeyen, firari duygularını yazacaktı anlaşılan. Sedirin üzerindeki defteri usulca önüne çekti. Dünyayı tutuşturacak kadar güçlü, amansız bir soluk indirdi ciğerlerine ve az önce yüreğinden sökülüp sayfanın üzerine işlediği satırlara indirdi bakışlarını. En son sayfadaki satırları yeniden okudu. Dışarıda başlayan sağanaktan daha şiddetliydi kirpiklerine asılıp şakaklarına yuvarlanan damlacıklar. Çilenin çekilmez yükü satırlarına sinmişti ve cümlelerin feryadı yeniden dağlıyordu yüreğini. Bu defterdeki yazı silsilesi daha çok bir sırnameyi andırırdı onun için. Kendisinin, sadece kendisinin bildiği ve hiç kimsenin haberdar olamayacağı bir şeydi sayfalarla arasındaki dostluk. Sevincini, kıvancını, acılarım, zaman zaman güce gitmişliklerini gerçek yüzleriyle işliyordu sayfalara. Bir kalemi bir de sayfalar haberdardı onun içindeki acılardan. Dışarıdaki fırtınanın be­teri kopmuştu duygulannda. Kendi yazdıklarını okurken ağlıyordu. Sayfanın üzerine düşüp harfleri karmaşa haline getiren gözyaşlarına rağmen, yazdıklarını okumayı sürdürüyordu Şafak. Okudukça hazin bir ses tonuyla yankılanıyordu cümleler kulaklarında.

“Siz hiç ömür boyu kurduğunuz hayallerin sizi canevinizden vur­duğuna şahit oldunuz mu? Ben her gün aynı hayallerle canevimden hunharca vurularak yaşadım. Hayallerim insanlardan, insanlarsa hayallerimden daha acımasız, Sır vermedi hiç kimse. Bilenler bilerek sustular. Annem için yürüdüğüm yolların hepsi önüme yalancı adresler olarak çıktı. Anne, diye seslenen çocuklarayarşındım. Onu tanıyamadan, benden anamın kucağını çaldılar. “Namus” dediler, “tuzaktı” diyenler oldu. Daha da fenası çoğu kişi “aşk yüzünden” dedi onun ardından. Bu sözler acıttı ve insafsızca kanattı yüreğimi.

‘Gülce’nin kalbine uzanan bir el, onu çocuğundan ve yuvasından çe­kip aldı. Aşk, bilinmez adreslere düşürdü onu.’ dediler. Babam, dedemin de durmadan yargıladığı gibi sevilmeyen, herkesin kınadığı, hayatta gerçek tek dostunun olmadığı söylenen bir adam. Annem bir başkası ile evlenirken, kına gecesinden kaçırmış babam onu. ‘Gülce, eski nişan­lısına âşıktı. Ziya, Gülce’ye göre bir eş değildi. Gülce kalbinin sesini dinledi ve sonunda aşkı tercih etti. Ne bir ses ne bir haber; ne gören ne de bilen olmadı onları yıllardır. Küçücük bir çocuğu başka kucaklara bırakıp sır oldu, kayıplara karıştı iki âşık.”

İşte böyle sır ortağım. Bu sözler soluklandıkça hançerledi kalbimi. Gönlümü senin sayfalarına, bir de dedeme açtım. Gönül yaralarımı sen biliyorsun. Kalbimin en ücra dehlizlerinden firar eden mahremlerimin sadece sana kaçmasına müsaade ettim. Beni sen, sadece sen tanıyorsun. Senin sayfaların en sadık dostum. Kalem dilim, mürekkep kanım oldu sayfalarına duygularımı yazarken. Hüznümün, sevincimin ortağı, sırf sana açıldım. Sakın sırrımı başkalarına fâş etme.”

Dışarıdaki fırtına dindi. Güneş, koyu bulutların çekilmesinin ardından dünyaya yeniden şefkatli gülücükler yağdırmaya başladı. Çocuklar yemden sokağa koşup oyunlar kurdular. Kelebekler uçuştu yeniden. Kuşlar ağaçların dallarını paylaştı. Şafak, defterini elinden bırakıp sokağa çevirdi gözlerini. Selman Ağa’nın hizmetkârı Bahri’nin on iki yaşlarındaki oğlu Çan’ın koşarak konağın bahçesinden içeriye daldığını gördü. Defterini kapatıp aceleci hareketlerle sedirin altına sakladı ve dışarıya fırladı. Çan’ı çok severdi Şafak. Merdivenlerden hızlı adımlarla indi konağın önüne. Kapı önünde göz göze geldik­lerinde Can, Şafak’ı fark edip durdu. Şafak, elini Çan’ın saçlarında gezdirdi ve sordu:

“Can, ne bu telâş?”

Soluk soluğaydı konuşurken:

“Şey, seni çağırıyorlar da onun için koşup geldim.”

“Kim?”dedi ve sustu Şafak.

Can, “Selman Ağa’nın oğlu Dilaver gelmiş İstanbul’dan. Mahmut Ağa’nın oğlu Rıfkı da var yanında. Sır söyleten ağacının dibinde bekliyorlar seni.” dedi.

Şafak, Çan’ın gözlerinin içine baktı:

“Neden beklediklerini de söylediler mi sana?”

“Söylediler. Haber ver, buraya gelsin. Sır söyleten ağacının dibinde, üzerinde yakıştırma duran Köroğlu unvanını sileceğim onun. Yüreği yeterse gelsin, dediler senin için.”

Elini Çan’ın saçından çekti. Tam adımlarını hazırladığı an, baba­annesinin sesi durdurdu Şafak’ı. Asya Ana’nın, tereddüt çizgileriyle karışmış çehresi gergindi:

“Şafak! Nereye böyle?”

Şafak, babaannesinden gerçeği saklamak istedi önce. Ama ol­dukça zorlandı bunu yaparken:

“Canım sıkıldı içeride babaanne. Biraz dolaşmak istedim.”

İkna olmamıştı Asya:

“Cano, durup dururken gelmez bu kapıya” dedi torununa.

Can, Şafak’a fırsat tanımadan cevapladı Asya Ana’yı:

“Asya Ana, Selman Ağamın oğlu Dilo geldi İstanbul’dan. O çağırdı Şafak Abimi… Sır söyletenin altına gelsin, sahte Köroğlu unvanını alayım üzerinden, dedi.”

Asya, Şafak’ı hışımla yakaladı bileğinden. Sert, keskin baktı göz­lerine. Sesi oldukça azarcı ve yüksekti:

“Gitmiyorsun! Şunun şurasında birkaç günlük vaktin kaldı köy­den ayrılmak için. Bulaşmayacaksın o soysuzlara.”

Bu ses konağın üst katında, pencere kenarında oturan Hacı Osman’a kadar gitmişti. Evin çalışan çifti Hidayet ve eşi Sultan, sesi duyup kapının önüne koşmuşlardı. Hacı Osman, sesleri duyuyor ama konuşanları göremiyordu. Bastonundan destek alarak oturduğu yerden kalkmıştı. Kuşku onun da suratında derin izler bırakmıştı, toparlanıp kapıya doğru yönelirken. Asya, torununu bırakmıyordu: “Dedeni üzme, şu günlerde yine çok huzursuz, gitme oğul.” Şafak kararlıydı. Her şeye rağmen onu üzmek istemeyen bir üslubu vardı babaannesine meramını anlatırken:

“Babaanne lütfen! Sana söz veriyorum; mecbur bırakmazlarsa bulaşmam.”

Hidayet ve eşi sessiz bir seyir içindelerdi babaanne ve torununu dinlerken. Şafak, Asya’nın parmaklarının arasında sıkışan kolunu, onu incitmeden kurtarıp istikametini çoktan çizmişti. Babaanne rahat değildi. Şafak’ın peşinden gitmek için hazırlanan Cano’nun koluna yapışmıştı bu defa. Ona tedirgin bir sesle yapması gereken­leri sıralıyordu:

“Cano, sen kahveye koş. Şafak’ın babası da oradadır. Selman Ağaya ve Mahmut’a söyle. Durup dururken alevlenmesin ortalık. Şafak birkaç güne kadar gidiyor. İlişmesinler ona. Asya Ana söyledi de onlara. Koş, durma.”

Yaşlı kadının gözleri Şafak’ın üzerindeydi. Can koşup gittikten sonra, Hidayet’e dönüp kesin bir emir veriyordu ona:

“Hidayet, sen de durma karşımda öyle. Takip et onu. Giderayak bulaşmasın onlara.”

Köy kahvesi tıklım tıklımdı. Az önce yağan yağmur, köyün er­keklerini orada istif etmişti. Cano kahveye hızla daldı. Selman Ağa, Mahmut Ağa ve Şafak’ın babası İsyancı Ziya, aynı masada buluş­muşlardı. Cano yüksek sesle, adeta haykırırcasma iletiyordu Asya Ana’nın kendisine söylediklerini. Heyecanlıydı. Nefesi daralıyordu konuşurken:

“Selman Ağam. Dilo, şey, Dilaver Ağam Köroğlu’nu sesledi sır söyleten ağacının dibine. Hesaplaşacaklarmış. Köroğlu unvanını soyacağım bugün onun üstünden, dedi.”

Selman, elindeki çay bardağını masanın üzerine sertçe bırakırken, karşısında oturan Ziya’nın suratına kahırlı baktı:

“Kurtulamadık bir türlü senin şu sahte Köroğlu’ndan Ziya.” İsyancı Ziya, Selman’ın gözlerinde umursamayan bir bakış bıraktı ve mırıldandı:

“Duydun, meydan okuyan senin oğlun.”

Selman öfkesini dindiremedi ayağa fırlarken:

“Sana bir an önce defet başından şunu demedik mi biz!”

Ziya, gamsız ve soğukkanlıydı:

“Gidiyor işte, az daha sabretse ya oğulların.”

Selman’ın karşı masada oturan oğlu, Mahmut Ağa’nın dama­dı Baki, konuşulanları duydu ve kahve bir anda ayaklanıp hızlı bir şekilde boşaltıldı. Seyir ve macera kaçınılmaz bir tutkuydu bu köyde. Neler olacağının merakı, duyanları sır söyleten ağacının altında buluşturacaktı birazdan. Hacı Osman, güçlükle çıktı kapı önüne. Derin bir endişenin çizgileri derinleşti yüzünde eşi Asya’ya bakarken. Karşı komşuları Meral vardı kapının önünde ve Şafak yaşlarındaki çocuk ruhlu abisi Alibey. Alibey, beş altı yaş zekâsı taşıyan, zararsız, sevimli, meczupluğun ona verdiği akılla sözünü esirgemeden konuşan bir delikanlıydı. Selman Ağa ile amcazade olmalarına rağmen, bütün olaylar boyunca Şafak’ı desteklerdi ve sürekli akrabalarından azar işitirdi. “O benim en iyi arkadaşım” derdi Şafak için. Yârân odalarında içki içilip köçek oynatıldığında, geleneğin anılarını kirletenlere, oralann özüne aykırı işler yaptıkları için tabancalı tüfekli baskınlar verirdi Şafak. Tek alkışlayanı Alibey olurdu işin sonunda. Başkaları, doğruları söylemeye korkardı. Her defasında Şafak’ın zaferini alkışlarıyla kutlayan tek adam Alibey olurdu. Ağaların hezimetini, zamanı geldiğinde çocuksu sözlerle, alay edercesine ve cesurca yüzlerine vururdu. Meral, kapı önünden sır söyleten ağacının bulunduğu mekâna doğru koşuşturan insanlan seyrederken, abisi Alibey’e bakıp alaylı bir şekilde mırıldanıyordu: “En iyi arkadaşın şimdi belasını buldu.”

Alibey tepkili bakıyordu kardeşine. Neden sonra, aklı başına gelip kalabalığın aktığı yere doğru çeviriyordu gözlerini. Şaşkın ve anlamsızdı bakışları. Anlaşılan o küçücük aklı, hadisenin sırrını henüz çözememişti. Neden sonra kardeşinin söylediklerini anlıyordu. Meseleyi geç de olsa algılamış olmanın tavrı vardı gözlerindeki pa­rıltılarda. Kapının eşiğine oturmuştu Alibey. Durgunlaştı, insanlann sır söyleten ağacına doğru akın akın koşuşunu seyretti. Gözlerini kısmış, mahmur bakıyordu. Köyde kavga olur da Alibey olmaz mıydı hiç? Kalabalıkla birlikte koşuştururken Alibey düşmüştü Cano’nun aklına. Adımların yönünü hızla çevirdi Alibeylerin otur­duğu konağa. Alibey, kapının önündeydi. Daha yeni yeni zihninde uyanışlar başlamıştı koşuşturan insanlara bakarken. Kimse boş yere sır söyleten ağacının dibine doğru koşturmazdı. Hareketlenmeden önce Cano’nun yaklaştığını gördü. Heyecan zirvedeydi Cano ile göz göze geldiklerinde:

“Neden koşuyor herkes?”

Cano, önce Meral’e keskin baktı. Sonra onun da duyacağı şekilde yükseltti sesini:

“Selman Ağa’nın Dilo meydan okudu Şafak Abi’ye… Bugün onun üzerindeki Köroğlu lakabını soyup alacakmış ondan, öyle dedi.” Meral, alaylı bir sesle ulaştı abisine:

“Az sonra en iyi arkadaşın ne hale gelecek, gidelim de sen de kendi gözlerinle gör ha, ne dersin?”

Alibey, kardeşine aldırış etmeden şahlandı. Hem koştu hem de çocuksu bir lisanla haykırdı.

“Haydi gel, sen de bak akıllım! Benim arkadaşım Dilo’yu nasıl da benzetecek.”

Hacı Osman, konağın önünde durmuş, sır söyleten ağacının bulunduğu çizgiye doğru koşan meraklı insanlara bakıyordu. Bas­tonunu yere çivilercesine bastırdı. Bastonun demir akşamlı ucu toprağa saplandı. Asya, eşinin öfkesine bakıp duyacağı sesle sokrandı: “Ona sen yüz verdin hep. Şimdi neler olabileceğini de hesaba kattın mı bari?”

Hacı Osman, yüzüne bile bakmadı Asya’yı cevaplarken:

“Ben sadece ona haksızlıklara boyun eğme diye öğüt verdim hanım. Ya sen Ziya için ne yaptın? Onun hatalarını şefkatinle ödül­lendirdin. Sırası değil bunların şimdi. Sen Hidayet nerede ondan haber ver bana.”

“Onu Şafak’ın peşinden gönderdim.”

Asya’dan duyduklarıyla hareketlendi Hacı Osman. Bastonundan destek alarak açtı adımlarını. “Bu yaşımda bile torunumu kimseye ezdirmem” diyordu kalabalığın aktığı yere doğru hızlanırken. Asya bırakmadı eşini. O da Hacı Osman’ın peşindeydi.

Sır söyleten ağacının altında Dilo ve Mahmut Ağa’nın oğlu Rıfkı vardı. Şafak’m sır söyletene yaklaştığını gördüler önce. Birbirlerine gururla baktı iki arkadaş. Karşılıklı zafer işareti verdiler birbirleri­ne. Çehrelerini kuşatan tebessümle gözlerindeki pırıltılar eşlik etti paylaşılan gurura. Gözler Şafak’m üzerindeydi. Ünce usulca taban­casını yokladı. Belli ki tuzak kuşkusu vardı düşüncesinde. Keskin bakışlarını Dilaver’in ve Rıfkı’nın üzerinden çekmeden, gözlerini kırpmadan yaklaştı onlara. Arada belli bir mesafe kaldığında dur­durdu adımlarını. Dilaver ve Rıfkı’nın kendilerinden çok emin ve soğukkanlı olduklarına inanamadı. Onlar çocukluk günlerinden beri Şafak’a yaklaşamazlar ve ondan korkarlardı. Daha kalabalık gelirlerdi Şafak’ın üzerine ve her defasında umduklarını bulama­dan, mazeretler uydurarak, buruk moralle uzaklaşırlardı yanından. Bugün öyle olmadı. Dilaver, hatta Rıfkı bile kendisinden oldukça emin ve rahat görünüyordu. Şafak, manidar baktı onlara. Dilaverin gözlerinde bıraktı alevli bakışlarını ve sordu:

“Neden çağırdın beni buraya?”

İki arkadaş gururla bakıştı. Dilaver, göğsünü kabartıp kibrin pırıltılarıyla süzdü Şafak’ı:

“Cano söylemedi mi sebebini? Bu ağacın bir mazisi var aslanım. Burası, saklanan sırların açığa vurulduğu yer. İnsanların öteki yüzle­rinin pazar edildiği ve dışa vurulduğu, bu köyün tarihine silinmeyen notları düşen yer.”

Kızmıştı Şafak:

“Benim sizler gibi öteki yüzüm yok. O daha çok babanızın ve sizin öteki yüzünüz.”

Dilaver bozuldu duyduklarına. Rıfkı gözlerine baktı kahrama­nının.

“Babalarımızı katma!”diye öfkelendi Dilaver, “Karşında ben varım. Seni, üzerine hiç yakışmayan unvanından soymak için çağırdım bu ağacın altına.”

Şafak, hayret içindeydi, “İstanbul yüreklendirmiş seni.” diyordu, “Daha önce üçünüz beşiniz yol keser, dayak yer, giderdiniz. Şimdi ne değişti ki meydan okuyorsun tek başına?”

Dilaver:

“Yüreğin yetiyorsa işte meydan” diyordu. “Geçmişteki günler geçmişte kaldı. Şimdi bedelini ödeyecek, üzerinde iğreti duran o Köroğlu lakabını soyunup gideceksin bu ağacın altından.”

Hukuk okuyan, hatta söylenenlere göre son sınıfta olan bir gençti Dilaver. Kendisinden iki yaş büyüktü. Hukuk adamı olma yolun­daki muhatabının cahilce sergilediği tavrını yadırgamıştı anlaşılan. Ilımlı bir üslup seçti öncesinde, maceraya fırsat vermemekti niyeti: “Köyde çok az vaktim kaldı. Kavga gürültü istemiyorum. Bizler okumuş insanlarız. Barış gönüllüsü ve haksızlıklara karşı direnen insanlar olmalıyız. Kavgalar neyi halletti ki şimdiye kadar?”

Şafak’ın kulaklarına kalabalığın ayak sesleri geliyordu. Hidayet belirmişti yanında ilk olarak. Heyecanlıydı, kısık bir sesle uyarı­yordu onu:

“Bu bir tuzak. Kahve boşaldı. Köy buraya doğru akın edip gel­mekte. Dikkatli ol, oyuna gelme sakın.”

Dedesi kadar sevdiği bir adamdı Hidayet. O, dedesi için de Şafak için de yanlarında çalışan biri değil, kan bağı olan biri gibi kendile­rine yakın hissettikleri, sırlarını paylaştıkları, haksızlıklara birlikte göğüs gerdikleri adamdı. Şafak, kaçamak baktı Hidayet’in gözlerine, “Yanımdan ayrılma ve sakın korkma” dedi ona. Ağacın dibine doğru koşanların heyecanlarını seyretti kaçamak bakışlarla. Sır söyleten ağacı, Dilaver ve Rıfkı, sel olup akışa geçen köylü, kadın kız, çoluk çocuk kaynaşan bir halka oluşturuyorlardı Şafak’ın tam karşısında. Hidayet, Şafak’ın yanı başındaydı ve eli, kavradığı tabancanın üzerin­deydi. Herkesi şaşkına çeviren bir tavır takınmıştı Şafak. Tabancasını açığa çıkanp parmağını tetiğin üzerine kondurmuştu. Gür bir ses, fırtınalar koparıyordu duyanların yüreğinde:

“Durun! Kimse daha fazla yaklaşmasın ağaca!”

Mahşer yerine dönmüştü sır söyleten ağacının batı yakası. Bu ses herkesi durdurdu. Dilaver ve Rıfkı kaldı ağacın duldasında. Biraz ilerilerindeki mevkide Hidayet ve Şafak vardı. Baki, Selman, Mahmut Ağa, hemen yanlarında da Şafak’ın babası vardı. Baki, elini silahı­na atınca Şafak’ın gözleri parlıyor ve diğer elinin işaret parmağını üzerinde tutarak haykırıyordu:

“Çek elini oradan! Hiç şakam yok!”

Selman kurnaz adamdı. Oğlunun kabza üzerinde duran elini çekip mırıldandı:

“Yangına körükle gidilmez, her şeyin bir zamanı vardır, unuttun mu?”

Öfkeli bir soluk indirdi ciğerlerine Selman’ın büyük oğlu Baki. Şafak’ın babasının gözleriyle buluştu Selman. Konuştuklarını duy­duğunu fark edip eğislendi:

“Şu sahte Köroğlu lakabıyla anılan oğluna sahip çıkamadın Ziya” diyordu.

Hacı Osman ve Asya Ana gelmişlerdi Şafak’ın yakınma. Şafak, geldiklerini fark edip onları da ikaz etti:

“Dede, babaanne, siz de orada bekleyin. Sakın ola yaklaşmayın buraya.”

Dedesi, torununu en iyi tanıyan kişiydi. Durdu ve Asya’yı da elinin tersi ile engelledi. Selman Ağa, işin şaka olmadığının far­kındaydı. Her çaresiz kalışında başvurduğu tavrını sergiledi yine: “Duydum ki gidiyormuşsun, doğrusu gerek yoktu bu maceraya.” diyor ve ekliyordu, “Baban yanımızda, biz barıştık. Köy huzurlu yaşasın diye ne dediysen yaptık. Söyler misin, parmağın tetikte daha ne istiyorsun bizden?”

Herkes dinliyordu onlan. Selman Ağa ile Şafak’m üzerindeydi kalabalığın gözleri. Şafak’ın sesi kahırlı ve azamet doluydu:

“Ben macera arayan biri değilim Selman Ağa. Bunu ağacın altın­da duran oğluna sor. Neden meydan okuyup sır söyleten ağacının dibine çağırdın diye oğluna sor.”

Dilaver böbürlenen bir sesle ulaştı babasına:

“Herkes rahat olsun baba. Bu defa meydan okuyan o değil, ben­dim.”

Kalabalığın bakışlarında şaşkınlık vardı. Selman’ın iç dünyasına sığmayan sevincinin dalgalan yansıdı yüzüne. “Neden?” diye sordu oğluna, “Sen okumuş adamsın. Avukat olacaksın seneye. Kavga neyine senin? Madem meydan okudun, sebebini söyle ki herkes duysun.”

Dilo okşanan gururunu yücelere çekti kalabalığı süzerken: “Baba,” dedi, “o sahte Köroğlu’nun üzerindeki yakıştırma ismi, bu ağacın altında, herkesin gözleri önünde soymak için tam iki yıl bilendim ve yemin ettim. Müsaade et, silahsız ve bıçaksız, yüreği yeterse dövüşmek istiyorum onunla. Bu sahte kahramana, herkesin gözleri önünde haddini bildirmezsem, başım dik, alnım açık gezip yürüyemem bu köyde.”

Mahmut Ağa dudak büktü Baki’nin gözlerine bakıp:

“Ne dersin damat, Dilo’nun aklı başında mı sence?”

Ziya’nın duymaması için kısmıştı sesini Baki:

“Bilmem, kendisine güvenmese meydan okumazdı” diyor ve susuyordu.

Göksu köyünün hatırı sayılır kadını koşuyordu kalabalığa; Bahar Ana’ydı o. Bahar Ana, köyde sözü dinlenen bir kadındı. Şafak’ın babaannesinin ablası, Selman’m genç yaşta ölen amcasının hanımıydı. Çocuksuz, tek başına bir kadındı. Selman Ağa ile Hacı Osman ailesi arasındaki öfkeyi dindirmek için çaba harcayan, otoriter biriydi Ba­har Ana. Hacı Osman bile onu sayar, ona danışır ve o konuşurken susardı. Selman, herkesin duyacağı bir sesle sordu oğlu Dilo’ya: “Tabancasız, bıçaksız öyle mi?”

Dilo, “Öyle işte!” diyordu babasına, “Dedim ya baba, herkesin gözleri önünde, kendisine yakıştıramadığım o adı alacağım üze­rinden. Başka bir düşüncem de yok. Baksın herkes. Üzerimde ne tabanca var ne de bıçak.”

Dilo ceketini soyunup attı sır söyleten ağacının dibine ve kol­larım kaldırdı:

“Yüreği yetiyorsa delikanlıca gelsin!” dedi ve meydanda efe dönü­şüyle savrulup bekledi Şafak’m kararını. Köyün Bahar Anası soluk soluğa yaklaşmıştı kalabalığa. Asya, Selman, Mahmut, Baki ve yeğeni sayılan Ziya’nın yanında sonlandırmıştı adımlarını. Son sözlerini duymuştu Dilo’nun. Selman, “Hepsi buysa, benim için mahsuru yok” dediği için keskin bakıyordu kalabalığın iki üç adım daha ön safında duran dörtlünün gözlerine. Bahar Ana:

“Bu nasıl akıl!” diye yükseltti sesini, “Yaşınızın hükmü bu mu?” Öfkesiyle karşısına aldığı Selman’ı azarlarken, Şafak elindeki ta­bancayı yanı başında duran Hidayet’e uzatıyor ve mırıldanıyordu ona, “Bir kalleşlik olursa bunu ya bana ulaştır ya da gereğini yap Hidayet Amca.”

Tabanca el değiştirirken, Selman’ın, Mahmut’un ve Baki’nin gözleri ağacın altındaki meydanlıktaydı. Bahar Ana gür bir sesle haykırıyordu Selman’a:

“Söylesene Selman! Neyin müsaadesi bu?”

Selman:

“Duydun Bahar Yenge, çocuklar herkesin gözleri önünde yiğit­liklerini sergileyecekler. Şehirde bunun adına düello derler. İki genç birbirine meydan okumuş, kozlarını pay edecekler az sonra. Hepsi bu.”

Bahar Ana huzursuz ve aceleciydi Selman’a ısrar ederken: “Durduracaksın bu saçmalığı Selman. Köyün ileri gelenlerinin yetişen nesillere kötü örnek olduğu yeter! Horoz dövüşü mü san­dın ki meydana saldın oğlunu? Az sonra canın yanarsa bu sözünde durabilecek misin?”

Bu azar kızdırdı Selman’ı:

“Yenge,” diyordu ve ekliyordu, “sahte Köroğlu senin kız karde­şinin torunuysa, Dilaver de rahmetli amcamın yeğeni. Taraf tutma göz göre göre. Şampiyonlar yenilince altın kemerlerini meydanlarda bırakırlar. Ziyanın oğlu da yenilirse Köroğlu unvanını sır söyletenin altında bırakıp gidecek.”

Ziya’ya baktı Bahar Ana, bakışlarını onun gözlerine kilitledi: “Yazıklar olsun, baba olacaksın bir de!” dedi ve tükürdü suratına. Ziya yüzünü silerken homurdandı teyzesine:

“Benim onun gibi oğlum yok. O bir bozguncu teyze. Bırak, ne hali varsa görsün.”

“Neden? Yârân odalarında senin gibi kendini bilmezlere köçek oynatmadı, içki sofraları kurdurmadı diye mi oğlun değil? Yazıklar olsun sana. Sen onun hiçbir zaman babası olamadın ki zaten!” Dilaver, elini kolunu sallayıp kasıntı bir gururla dolaşıyordu meydanda. Şafak, tabancasını Hidayet’e vermiş, meydana yürürken dedesinin itirazlı sesi dalgalanıyordu meydanda:

“Şafak! Bu sana kurulan bir tuzak, gelme bu oyuna oğlum. Ol­duğun yerde dur!”

Şafak, dedesine döndü, güven verdi ona:

“Üzülme dede, sen sakince bekle” dedi ve Dilaver’e yaklaştı. Alibey, kız kardeşi Meral ve Cano, meraktan biraz daha öne çıkarmışlardı kendilerini. Onların heyecanları herkesten daha değişikti. Kalabalı­ğın başka bir kenarında, Hidayet’e daha yakın bir yerde duruyorlardı onlar. Alibey’in ağzındaki salya sızıntılarını artırmıştı heyecan. Meral lise son sınıf talebesiydi. Selman Ağa, Dilaver Hukuk Fakültesi’ni bitirip avukatlığa hak kazanınca Meral’i oğlu Dilo’ya alacağını du­yurmuştu herkese. Köyde bilmeyen kimse kalmamıştı bunu. Meral ser veriyor sır vermiyordu bu konuda. Alibey ile zıtlaşıyor sahte Köroğlu diyordu o da Şafak’a. Ona kızıyor mu, imkânsızlaşan bir gönül kaymasından dolayı kahırlanıyor muydu Şafak, anlaşılır gibi değildi. Şafak, Dilaver’le karşı karşıya gelip durduğunda, Selman Ağa’nın sesi vuruyordu kulaklarına:

“Sahte Köroğlu, bak demedi deme. Yine de iyi düşün. Hani isti­yorsan şimdiden vazgeçebilirsin. Dilo dövüş dersi almış. İstersen paçavranı çıkarmadan pes et gitsin ha?”

Alibey yerinde duramıyor, yumruğunu sıkıyordu. Meral, abisinin heyecanını körüklemek için mırıldandı:

“Senin sahte Köroğlu’nun işi çok zor bu defa.”

Alibey, öfkeyle bakıyor kardeşinin gözlerine, “Az sonra gör sen akıllım,” diyordu, “Dilo dövülünce seni ona vermem haberin olsun, en iyi arkadaşıma vereceğim seni, var mısın ha?”

Bu sözler, Meral’in yüzündeki ifadeyi değiştirdi. Bir an ne söy­leyeceğini bile düşünemedi ve susmuştu. Susmuştu, çünkü kala­balıkta heyecan doruktaydı, dövüş başlamak üzereydi. Dilaver, sır söyleten ağacının meydanlığında biriken seyircilere dönmüş, mertçe sesleniyordu.

“Kimse karışmasın. Bu meydan okuma erkekçe bitsin. Dayak yersem pes eder, sessizce giderim buradan. Dövülürse, herkesin duyacağı bir sesle, ben Köroğlu değilim, diye haykıracak ve okumaya gittiği şehirden bir daha dönemeyecek.”

Şafak, bir an babasının gözleri ile buluştu. Durduğu saf bile incitiyordu yüreğini. Hele kayıtsız kalışı! Dilaver’e dönüp, “Başla­yabilirsin,” dedi ve ekledi, “buralarda başınızın belasıyım. Benim derdim ne sen ne abin ne de bir başkası. Benim sevdaya dönüşen bu mücadeleme senin aklın yetmez. Siz bozgunculuğa alışmışsınız, menfaatinize göre olmayan her şeyi bozmak, dağıtıp talan etmek işiniz. Bu köyün dillere destan geçmişini kirlettiniz, manevi dün­yasını yaşanılmaz hale getirdiniz ve ahlakını bozdunuz. Benim derdim, geçmişine saygılı bir anlayışla, geleceğine sevgi, barış, ahlak ve umutla bakan bir neslin yeniden filizlenip isyancı o akışa fırsat tanımaması.”

Selman ve Mahmut tayfası, Şafak’ın, benim sevdam adını verip sı­raladığı cümlelere kahkahayla güldüler. Dilaver umursamadı, Şafak’ı küçümser bir edayla alaylı baktı kalabalığa, umut verdi babasına. Kendisinden çok emindi düelloyu başlatırken. Babasının gözlerini aradı önce ve kalabalığa haykırdı:

“Tekrar ediyorum. Dövülsem de dövsem de hiç kimse karışmaya­cak! İki gencin birbirine meydan okumasıdır bu. Dayak yeyip pes ederse, kimse ona bundan böyle Köroğlu demeyecek. Dahası var, bu köyden gidecek. Bir daha bu köye sokmayacağım onu.”

Selman Ağa oğlunu dinlerken böbürleniyordu. Abisi Baki, durgun ve şaşkın bakıyordu kardeşine her nedense. Kardeşini tanıyama­mıştı anlaşılan bugüne kadar. Babasının Ziya’ya alaylı sözler ediyor oluşu çalıyordu kulağına, ama vurgun yiyen bakışları Dilaver ile Şafak’ın üzerinde kilitlenmişti, çekip alamıyordu ne yapsa. Selman Ağa, Bahar Ana’yı bile hayrete düşürdü kendisini kuşatan kibir ve umursamazlığın boş verişiyle. Ziya’ya sesleniyordu yine:

“Ne dersin Ziya, dövüşsünler mi?”

Herkesin duyduğu bu ses, en çok da Hacı Osman’ı incitmiş ve öfkeye düşürmüştü. Ziya, boynunu eğmişti garip bir tavırla ve sadece umursamayan bir dudak büküştü cevabı. Yaşlı adamın dudakların­dan yükselen ses, sır söyleten ağacının dallarını titretmiyordu. Hacı Osman, önce yanında duran Hidayet’in elindeki tabancayı almış, sonra herkesin yüreğine korku salan sözlerini haykırmıştı:

“Dövüşsünler Selman! Oğlunun yüreği yeter, kalleşliğe başvur­mam derseniz dövüşsünler. Aksi bir iş yapmaya kalkışan olursa bu ihtiyar adamın parmaklan tetiğe çökerken titremez ve hedefini bulur.” Kalabalık, bir an dalgalandı. Gözler, Şafak’ta aradığını bulamıyor olmanın şaşkınlığını yaşadı. Dilaver umutlandı, Şafak’m ne yapmak istediğini anlamaya çalışırken moral buldu. Ani bir dönüş yapıp Dilaver’i arkasında bırakmış, Hidayet’in ve dedesinin bulunduğu noktaya koşuyordu Şafak. Herkes, bu bir pes ediş mi, endişesiyle…

Benzer İçerikler

Osmancık | Tarık Buğra | Birazoku

yakutlu

Yaban Güller | Osman Necmi Gürmen

yakutlu

Dorian Gray’in Portresi – Oscar Wilde – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy