Beyaz Selvi

Nadide, adı gibi eşi benzeri bulunmayan, Halide Nusret´in deyimiyle “bir rüya ve hülya ikliminden” çıkıp gelmişe benzeyen, asil, onurlu ve fedakâr bir kadındır. Doktor eşi Hâmid Bey ve üç çocuğuyla birlikte mutludur. Ancak bu mutluluk kendisinden yaşça küçük, ünlü bestekâr Dündar´a rastlamasıyla sona erecektir.

Halide Nusret´in gerçek bir hikâyeden yola çıkarak kaleme aldığı bu roman, Cennet´ten Cehennem´e düşen bir ailenin sade fakat feci alınyazısını konu alıyor… Aşkla, ihanetle, gururla, tutkuyla ve sadakatle örülmüş bu hikâyede günümüzden çok şey bulacak; bir selvi kadar güçlü, aynı zamanda narin olan Nadide´nin hüzünlü öyküsünü bir solukta okuyacaksınız…

“Bu esere ´Roman´ demek bilmem ki doğru mu?..

Bui zavallı bir gönül ve ömür hikayesidir; Cennet´ten Cehennem´e düşen bir ailenin sade, fakat feci alınyazısı!

Ben bu sergüzeşti, aysız bir temmuz gecesinin çok yıldılı gökleri altında bizzat kahramanının ağzından dinlemiştim. Bu toprağın değil, bir rüya ve hülya ikliminin mahlukuna benzeyan o bembeyaz kadına, bu hikayeyi yazacağıma dair söz de vermiştim.

Bugün o, artık son ve ebedi rüyasına dalmış bulunuyor…

Kendisine verdiğim söz, şimdi benim için mutlaka ödenmesi gereken kutsal bir borç mahiyetini aldı.

İşte bu satırlarla ben, o borcu ödemeye çalışıyorum.”

BİRKAÇ SÖZ

Bu esere “Roman” demek bilmem ki doğru mu?..

Bu, zavallı bir gönül ve ömür hikâyesidir; Cennet’ten Cehennem’e düşen bir ailenin sade, fakat feci alınyazısı!

Ben bu sergüzeşti, aysız bir temmuz gecesinin çok yıldızlı gökleri altında bizzat kahramanının ağzından dinlemiştim. Bu toprağın değil, bir rüya ve hülya ikliminin mahlûkuna benzeyen o bembeyaz kadına, bu hikâyeyi yazacağıma dair söz de vermiştim.

Bugün o, artık son ve ebedi rüyasına dalmış bulunuyor…

Kendisine verdiğim söz, şimdi benim için mutlaka ödenmesi gereken kutsal bir borç mahiyetini aldı.

İşte bu satırlarla ben, o borcu ödemeye çalışıyorum.

Temmuz 1943 KIrklareli H.N.Z.

***

BİRİNCİ BÖLÜM

YILLARDAN SONRA BİR GÜN

Mehtap… iri güller… ve senin en güzel aksin Velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde!

YAHYAKEMAL

Mavi sulara düşen güneş, sanki orada hemen eriyiverdi. Denizde birden kaynaşan renk ve ışık tufanı, geniş göklere ve parkın ihtiyar ağaçlarının tepelerine salkım salkım parıltılar astı.

Karadeniz kıyılarının gül rengi akşamlarından biri. Ve rüzgârsız yaz akşamlarının o bütün gürültüleri eriten, yutan boş sükûnu bahçeye tamamıyla hâkim.

… Uzun boylu, geniş omuzlu, güneş başlı genç adam, elleri cebinde, dalgın dalgın yürüyerek, parkın kapısından girdi.

Ağustos sonlarının bunaltıcı akşamlarında o, bu bahçenin nefti gölgelerine sığınıp serinlemekten, orada Karadeniz’in ezeli şarkılarını dinlemekten pek hoşlanır…

İşte yine, bu şarkılara bir an evvel kavuşmak için adımlarını hızlandırıyor. Denizin ve kendi içinin isyanları ile umutlarını dile getiren bir besteyi ıslıkla yavaş yavaş çalarak ilerliyor…

Yanından, her gün rastlaya rastlaya yüzlerini ezberlediği birkaç kişi geçiyor…

Bu yabancı memlekette onun hiç dostu yok. Birkaç yıldır burada bulunan amcasının ahbapları ile bir iki haftadan beri o da tanışıyor ama bunların hiçbiri onunla dost olabilecek insanlar değil! Hele bu memleketin ablak kırmızı suratlı genç kızlarından nefret ediyor…

Zaten kendi memleketinde onun dostu yoktur. Onun vahşi, sert, alaycı görünüşünün arkasına gizlenen engin ruhunu anlayabilecek insan nerede?..

Genç sanatkâr, tam yaşından beklenir deli bir gururla, böyle düşünerek yürürken dudağındaki ıslık bütün bütün keskinleşti; sonra da birdenbire, bıçakla kesilmiş gibi susuverdi. Rüzgâr, kulağına Türkçe -hem de tertemiz, kıvrak İstanbul Türkçesi- bir cümle getirmişti:

–    Hayır, çocuğum. Bu, muhakkak ki büyük bir adamdır. Çünkü…

Su sesi gibi canlı ve tabii ahengi olan bir kadın sesiydi bu.

Genç adam etrafına bakındı. Az ötede milli şairin heykeli önünde, arkaları ona dönük, dört kişilik bir grup duruyordu: Uzunca boylu, düzgün vücutlu, beyaz esvaplı, beyaz şapkalı bir kadın, kendinden az daha uzun ve çok daha ince, mavi spor gömlekli bir erkeğin koluna asılmıştı; önlerinde sekizer, onar yaşlarında görünen biri erkek, biri kız iki çocuk, başları havada, ulusal Bulgar şairi “İvan Vazof’un” heykelini seyrediyorlardı.

–    Hayır, çocuğum, yanlış düşünüyorsun. Muhakkakki…

Bu ses?.. Tatlı bir akışı olan bu sıcak, acayip kadın sesi?..

Dündar, bir başka denizin kıyısında kırmızı güllerle dolu

bir bahçede, ihtiyar kestane ağaçlarının gölgesine gömülmüş beyaz bir köşk görür gibi oldu. Ve sarı lüleleri alnına düşen bir çocuk… Peri masallarındaki prenseslere benzeyen ince, kumral bir kız… Sonra… sihirli bir keman sesi… rüzgârlar… kuşlar… ve…

–    A!.. Dündar!..

Beyazlı kadın dönmüş ve böyle haykırmıştı. Göz göze geldiler: Düz, sık ve uzun, pek uzun kirpikler içinde renkleri seçilemeyen harikulâde tatlı bakışlı bir çift göz.

–    A!.. Nadide!.. Hanımefendi!..

Beyazlı kadının uzanan elini sevinçle öptü:

–    Siz… siz burada ne arıyorsunuz?

–    Ya sen?.. Ya siz burada ne arıyorsunuz Dündar?..

Birden, kolundaki genç adamı Dündar’a doğru itti:

–    Oğlumu tanırsınız, değil mi?

–    Demir mi bu? Ne kadar büyümüş!

–    Siz de çok büyümüşsünüz Dündar. Koskoca adam olmuşsunuz!.. Küçüklerimi tanımazsınız, değil mi? İpek, Çelik! (Çocukları gösteriyordu)

Dündar çocukların ellerini sıktı.

–    Ne güzel kızınız var, hanımefendi. Sahiden ipek gibi. Demir, beni hatırladın mı?

–    Evet, Bay Dündar. Ben çocukken, Kalamış’taki köşkte bir gün piyano çalmıştınız.

–    Bravo! Unutmamışsın.

Nadide, Dündar’ı hayretle süzüyordu. Tekrar:

-Ne kadar büyümüşsün, dedi.

O zaman genç adam, alnını kırıştıran acı bir gülüşle cevap verdi:

–    İhtiyarladım bile.

Kadın yalandan telaşlandı:

–    Aman öyle deme Dündar… Sen ihtiyarladınsa… ben öleyim artık!

Genç adam onu bir an içinde tepeden tırnağa süzdü:

–    Hayır. Siz… siz, on yıl evvelkinden daha genç… görünüyorsunuz!

Kadın, rahat ve mesut bir halde gülüyordu:

–    Ve sen, muhakkak ki yirmi yıl evvelkinden daha yaramaz!.. Ablanla alay etmeye utanmıyor musun? Ee, söyle bakalım, burada ne işin var?..

–    Amcam burada konsolos. Biliyorsunuzdur belki.

–    Evet.

–    Ben Viyana’dan dönüyordum. Buradan geçmemi, kendisinde biraz misafir kalmamı, burada bir konser vermemi istedi. Ben de hatırını kırmadım. Yirmi gündür buradayım. Ya siz?

Nadide çocuklarına muhabbetle baktı:

–    Ben çocukları gezdiriyorum. Bu delikanlı liseyi bu yıl bitirdi; dedelerinin memleketinde küçük bir gezi yapalım dedik. Zaten burada hısımlarımız var.

–    Çok iyi ettiniz, bayanım.

–    Canım bırak şimdi şu “Bayan”ı. On yıl görüşmedik diye birbirimize yabancı mı olduk?..

–    On yıl… Fakat on yıl evvel de sizi rüyada gibi, pek azıcık görmüştüm. Asıl birbirimizi görmeyeli on dokuz sene oldu.

–    Ah!.. O kadar çok mu?..

–    Evet, o kadar çok. Siz evlenip İstanbul’dan ayrıldığınız vakit ben…

–    Çelik’im kadar bir şeydin.

–    Evet, sekiz yaşında idim galiba?

–    Ben de senin tam iki mislin idim ve kendimi öyle yaşlı bulurdum ki… Ah… Yıllar ne çabuk geçiyor!

– Bazen yıllar bir gün gibi geçiyor hanımefendi; bazen de günler bir asır kadar uzuyor…

Ulu ağaçların tepelerinde demet demet tutuşan akşam güneşi artık tamamen çekilmişti. Koyulaşan gölgeler içinde sahile doğru yürüdüler.

Sükûtu Nadide bozdu:

–    Senin muvaffakiyetlerini gazetelerden takip ediyordum, Dündar. Bazı parçalarını da radyodan dinliyorduk… Hele “Gün Doğarken” adlı eserinin Viyana’da kazandığı büyük muvaffakiyeti duyduğum vakit öyle iftihar ettim ki… Gözlerim yaşla doldu…

–    İlk ustam siz olduğunuz için mi?..

–    Oo, Bay Dündar, böyle alay edecekseniz sizinle konuşmam!

Sanatkâr gene samimi bir heyecanla:

–    Yemin ederim, dedi. Ben ilk musiki zevkini sizden aldım. Siz ne kadar güzel keman çalardınız! Bazı mehtaplı gecelerde, hatırlar mısınız, balkonda, denize karşı, saatlerce çaldığınız olurdu… Neler çalardınız… Bütün gece uykuda hep o sesleri duyardım; sabahleyin kulağımda o seslerle uyanırdım!.. Sonradan ben birçok Avrupa merkez şehrinde en büyük, en meşhur müzisyenleri dinledim; fakat o sesleri, o peri masallarındaki gibi tatlı, esrarlı, hülyalı musikiyi bir daha hiç kimseden duyamadım!

–    Ne tuhaf! Demek çok muhayyilen o sesleri kendi âleminizde süzmüş, büyütmüş, efsaneleştirmişsiniz…

–    Bilmiyorum… Fakat itiraf edeyim ki… Ama darılmayınız bana… Sizi ikinci defa bulduğum zaman, kemanınızı dinlemek istememiştim. Bir zamanlar size keman çaldırmak için o kadar yalvaran çocuğun, sonra bir kere bile bunu rica etmemesinin sebebini hiç düşünmediniz mi?

–    Çünkü artık o, benden bin kere daha güzel çalabiliyordu.

–    Hayır, içimde daima yaşayan o harikulâde sesleri kaybetmekten korkmuştum.

–    Çocuk!

İpek, kollarını anasının boynuna atıp onun başını kendine doğru eğdi ve kulağına bir şeyler fısıldadı. Nadide, bir yığın kirpiğin ağırlığına dayanamıyormuş gibi daima yarı kapalı duran gözlerini büsbütün süzen bir gülüşle:

–    Evet, İpek’im, dedi. İşte o.

Sonra Dündar’a dönerek anlattı:

–    Senin bizde kız gibi bukleli bir çocukluk resmin vardır, hani bahriye esvabı ile… İpek “Bu bay o çocuk mu?” diye soruyor.

–    O çocuğa benzer yerim var mı benim İpek?

Kız utanarak, sarı, kıvırcık başını anasının kolunun arkasına gizlemeye çalışarak cevap verdi:

–    Yok… Ama ben biliyorum… Annem söylemişti…

–    Evet, o küçük gemicinin bugün tanınmış bir müzisyen olduğunu kızıma söylemiştim. Sadece bu kadar değil; senin yaramazlıklarını, haşarılıklarını da kızıma anlatırdım…

Çelik, eski yaramazı yan gözle iyice bir süzdükten sonra mırıldandı:

–    Ben de biliyorum…

Dündar çocuğu okşayarak annesine hitap etti:

–    Çok yaramazdım, değil mi?

–    Ateşler gibi! Ben ömrümde senin kadar çetin, senin kadar tehlikeyi seven, gözünü budaktan sakınmaz bir mahlûk görmedim. Yaramazlıkların hep, insanın yüreğini çarpıntıdan koparacak cinsten şeylerdi. Seni susturup oturtmak için tek çare keman çalmaktı.

–    Durunuz öyleyse, bir itiraf daha: Beni oturtmak için keman çalarsınız diye çok defa öyle azar, kudururdum!

–    Sahi mi söylüyorsun?.. Olur şey değil… Bir damlacık çocuk böyle şeytanlıklar mı düşünürdün?.. Zavallı nineciğin bahçede yolumu bekler, mektep dönüşü beni yakalardı. “Kuzum, evladım, bu deliyi size götür de azıcık zapt et; bugün gene yapmadığı kalmadı!” derdi. Rüşvet olarak da elime sizin kocaman kırmızı güllerden bir demet verirdi.

–    O güllerden sizin bahçede de vardı.

–    Evet ama sizinkiler bütün Kalamış’ta meşhurdu. Sizin köşke o havalide “Güllü Köşk” derlerdi. Hâlâ da öyle galiba?

–    Demin dalgın dalgın bahçeye girmiştim, sesinizi duydum; zannederim küçüklere İvan Vazof hakkında bir şeyler söylüyordunuz. Birdenbire o kırmızı güllü bahçe gözlerimin önüne geldi ve bir keman sesi duyar gibi oldum…

Deniz kıyısına gelmişlerdi; ayaklarının altında kumlar çıtırdıyordu. Nadide, dudağının köşesinde cazip bir çukur yapan o tatlı gülümsemesi ile:

–    Ben, bu bahçeye ilk defa bir gece vakti gelmiştim, dedi. Gece karanlığında bu ağaçlar korkunç surette büyük ve siyah görünüyorlar. Denizin sesi de bana uzaklardan, derinlerden geliyor gibi geldi. Nedense bu bahçeyi yüksek bir yerde, kayalıklar üstünde hayal etmiştim. Bütün gece rüyamda, vahşi kayalar dibinde haykırıp köpüren asi bir deniz gördüm.

-Ah, sizin rüyalarınız… Gene öyle çok, öyle güzel rüyalar görüyor musunuz? Ben, sizin kemanınız kadar rüyalarınızı da severdim. Peri masalları gibi pırıl pırıl rüyalar… Sabahleyin gözümü uykudan açarken ‘Acaba Nadide abla bu gece ne rüya gördü?” diye düşünür, dadıma, büyük anneme görünmeden size kaçmanın çarelerini arardım; çünkü onlar sabah sabah sizi rahatsız etmeme razı olmazlardı… Fakat o masal rüyaları dinlemek için akşamı beklemek bana öyle güç gelirdi ki…

İpek, Dündar’ın sözünü heyecanla kesti:

–    Ben de her sabah annemin odasına koşarım, yalvarırım bana rüya anlatsın diye.

Nadide gülüyordu:

–    Şimdi senin yerine bunlar rüyalarımı dinliyorlar. Demir de yakın zamana kadar anlat diye yalvarırdı. Değil mi Demir?

–    Evet, anne.

Çocuğun sesinde sinirli bir telaş vardı. Annesinin kolunda olan ince kolu hafifçe titriyor gibiydi. Bunu sezen Nadide bütün rüyaları bir anda unutturan bir endişe duydu:

–    Demir, sen üşüdün yavrum, pek çıplaksın. Sana her zaman söylüyorum, akşamları çıkarken süveterini giy diye.

Ve adımlarını sıklaştırdı…

Genç kızlık hatıraları, Kalamış Koyu’na bakan geniş sofada sarı bukleli afacanı uslu bir kedi gibi saatlerce minderin üstünde uyuşturan sihirli keman sesi, peri masallarına benzeyen uzun, meraklı, parıltılı rüyalar… Hiçbiri artık onu meşgul etmiyordu. Bütün duygularına hâkim tek bir endişe vardı: Demir üşürse? Demir hastalanırsa? Bundan iki yıl önce böyle bir yaz akşamında üşümüş, zatürree yakalanmıştı. Ne korkunç günlerdi onlar! Baştan başa kâbus!.. Allah bir daha göstermesin!..

Nadide tir tir titriyordu.

–    Annem, asıl sen üşüyorsun.

–    Hayır yavrum hayır, ben korkudan…

–    Korkudan mı?

Kadın çocukça bir çaresizlikle avuçlarını açtı:

–    Korkuyorum canım, ne yapayım, çok korkuyorum. Unuttun mu evvelki sene küçük bir ihtiyatsızlık başımıza neler açmıştı!

Demir güldü:

–    Unuttum annem, her gün hatırlatmana rağmen unuttum!

–    Fakat ben unutamıyorum canım. Yüz yıl yaşasam, o kara günlerin bir dakikasını bile unutamam. Allah bana bir daha öyle günler göstermesin!

Ana oğul, yanlarındaki yabancıyı tamamıyla unutmuş gibi konuşuyorlardı. Dündar, sesinde garip ve korkak bir acı ile kendini hatırlattı:

–    Gece çıkacak mısın, Nadide abla?

–    Çıkalım mı, Demir?

–    Ben yorgunum; bugün iki saat kürek çektim.

-Oo!Şu halde çıkamayız.

Dündar’ın sesi daha acı, daha kısık:

–    Siz İpek’le, Çelikle çıksanız; ben uğrayıp sizi alsam, dedi. Biraz sonra ay doğacak. Mehtapta bu bahçe…

–    Olmaz Dündar. Belki yarın. Evet, yarın yine buluşuruz.

–    Hangi oteldesiniz, hanımefendi?

–    “Hanımefendi” değil, “Nadide abla!”

–    Peki, Nadide abla!

–    Otelde değiliz kardeşim. Akrabalarımızda kalıyoruz.

–    Hâmid Bey’le beraber mi geldiniz?

–    Beraber geldik; o bizi bırakıp hemen döndü. Doktor uzun zaman Ankara’dan ayrılamaz ki… Hastaları onu bırakmazlar, o da hastalarını bırakamaz. Benden çok hastalarına nikâhlıdır o! Biliyor musun Dündar, meşhur bir doktor olmak da bir nevi esarettir.

–    Burada çok kalacak mısınız Nadide abla?

–    Bilmem… Bunlar bilirler.

Dündar, biraz acı, güldü:

–    Siz de bunların esiri misiniz?

–    Ona ne şüphe!.. Her sevgi bir esarettir küçük dostum, sen kendini hür mü sanıyorsun? Sen de sanatının esirisin. Üstelik belki bir de “karagözlü”nün!

–    Çok şükür İkincisi yok. Birincinin çevri yetiyor da artıyor bile… Demek siz burada ne kadar kalacağınızı bilmiyorsunuz…

–    Çocuklar sıkılıncaya kadar kalacağız.

–    Ben sıkıldım bile!

Bunu Demir söyledi. İpek, annesininkilere benzeyen bol kirpikli kocaman gözlerini açtı:

–    Ama ağabey, sen de hemen sıkılırsın!

Dündar onun parlak başını ellerinin arasına alarak yüzüne sevgi ile baktı:

–    Sen sıkılmadın mı kızım?

–    Hayır. Ben burasını çok sevdim.

–    Ya sen, Çelik?

Küçük oğlan güldü ve omuzlarını silkti:

–    Ben sıkılmam, hiç sıkılmam!

Nadide rahat bir nefes alarak:

–    O, kaygısız adamın biridir, dedi. Kâinata gülmeyi bilir ve ötekilerin aksine her yerden, her şeyden hoşlanır maşallah. Hayatından memnundur.

–    Bravo!.. Öyleyse bu küçük, dünyanın en akıllı adamı!

Parktan çıkmışlardı. Nadide bir araba çevirdi, sonra Dündar’a elini uzattı:

–    Allahaısmarladık Dündar. Seni tekrar gördüğüme ne kadar memnun olduğumu bilemezsin.

–    Teşekkür ederim abla. Ben de sizi tekrar bulduğum için çok mesudum. Yarın gene burada mı buluşacağız.

–    Evet. Bir mâni çıkmazsa.

Nadide, çocuklarla beraber arabaya bindi. Arabacı kırbacı şaklattı. Bir dakika içinde gözden kayboldular.

Ve akşam karanlığı içinde Dündar, kendini her zamankinden daha yalnız hissetti.

Benzer İçerikler

Dil-Küşâ

yakutlu

Handan

yakutlu

Özgürlük Tuzağı

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy