Beyaz Yele

Fransız yazarı Rene Guillot çocuklar için birbirinden güzel pek çok roman yazdı. Ama yazdıkları arasında en sevileni “Beyaz Yele” oldu. bu romanda, on iki yaşındaki bir çocukla beyaz bir at arasındaki büyük dostluk anlatılıyor. Bataklıklar, sazlıklar, göller, dağlar… Doğa güzellikleri içinde doğup gelişen müthiş bir dostluk. “Folko” ile “Beyaz Yele”nin unutulmaz dostluğu. “Folko”, yüreği sevgiyle dolu yoksul bir balıkçı çocuğu. “Beyaz Yele”, başıboş at sürüleriyle özgürce dolaşan, kimselerin ele geçiremediği, yabanıl, bembeyaz bir yılkı atı, bir prens. Bu romanın filmi de yapıldı. Film de, romanı gibi her yaştaki insanın yüreğinde derin izler bıraktı. İlk ve ortaokul çağındaki çocuklar kadar, büyüklerin de severek okuyacağı bir roman.

***

Çingeneler

‘Sular yine alçalmış,’ diye düşündü Folko.
Genç çocuk, altındaki, eski çürük sandalın dipteki çamuru taradığını duydu. Çamur adaları arasındaki zorlu geçitti burası.

Folko, bu bataklığın bütün su yollarını karış karış bilirdi. Bataklık, onun büyülü ülkesiydi Bugün olduğu gibi, akşamları Ösebyo Dedenin sandalını alır, sık sık bir başına dolaşmaya çıkardı. Ülkesini denetlemeye çıkmış bir prensti sanki.

Folko. on iki yaşındaydı, ama kasları gelişmiş boylu bir çocuktu. Sandalın kıçında ayakta duruyordu. Çıplak ayaklarını sandalın kenarlarına dayamış, sırığını çamurlara sıkı sıkıya saptamıştı.

Bu uçsuz bucaksız mavi gökler, bu dingin sular ülkesi. Folko’nun ülkesiydi.
Terden sırılsıklam olmuş yüzünü örten karmakarışık saçlarında parmaklarını dolaştırdı. Gözlerine kadar iniyordu saçları. Sonra olanca ağırlığıyla sırığına abanarak sandalı itmeye çalıştı.

Küçük sandal, sonunda saz denizinden çıktı. Kurşun renkli suların üzerinde sessizce kaymaya başladı.

Folko mutluydu.
O uçsuz bucaksız düzlüklerin çağrısına uymuştu genç çocuk. Bu akşam bataklığın ta ucuna kadar gidecekti.

Orada, çayırların arasında, başıboş yaban at sürüleri yaşardı. Rüzgârda uçuşan yeleleriyle, kum ve güneş bulutları arasında onların dörtnal koştuklarını görürdü Folko.

Hep bu olağanüstü atları düşlerdi.
Ösebyo Dede, torununun da kendisi gibi balıkçı olmasını isterdi. Ama, Folko balıkçı olmak istemiyordu. Seyis olacaktı ilerde. Seyislik gibisi var mıydı. Gün boyu at sırtındasın. Kapkara boğa sürülerinin ardından koştur dur. Bir de yaban atlarını yakalayıp eğitmek var.

Ortalık kararıyordu.Koyulaşan gökyüzündeki bir turna sürüsü, pembe bir atkı gibi ağır ağır dolandı. İri kuşlar, batan güneşin orada, bulutların arasında kayboldular.

Serin bir rüzgâr çıktı, sazların boynunu büktü. Bir saate kadar gece bastıracaktı.
Folko, ansızın sandalının onu hiç bu kadar uzaklara sürüklememiş olduğunu düşündü. Dönme zamanı gelmişti.

Genç çocuk, düşlere kaptırmıştı kendini. Bu akşam, küçük kulübesinden bataklıkta başıboş dolaşmak amacıyla ayrılmamıştı. Ösebyo Dedenin, onu, birkaç gün önce birlikte yerleştirdikleri balık sepetlerini toplamakla görevlendirdiğini çoktan unutmuştu.

‘Küreklere asılırsam yetişirim,’ diye düşündü Folko.
Bir sırık vuruşuyla sandalın başını çevirdi. Ağırdı sandal. Kurt yeniği tahtaların arasından sular sızıyordu. Sular çocuğun ayak bileklerine kadar yükseliyordu. Eski balık kovasıyla, sandalın içine dolan suyu boşaltması gerekiyordu.

Folko, sandalı kıyıya doğru itti. Sırığını uzatıp otların arasına daldırınca sandal durdu.

Onu, bataklığın bu uzak köşesine sürükleyen şey, ovayı gizleyen sık çalılıkların bulunduğu yerde durmaya zorlayan şey, yalnızca bir rastlantıydı. Evet, Folko’yu düşleriyle karşı karşıya getiren, rastlantıdan başka bir şey değildi.

Çocuk, delik kovası elinde, sandalın içine çömeldi. Tam o sırada, sazların ötesinde hafif bir hışırtı duyar gibi oldu.

Su içmeye gelen bir hayvan olmalıydı bu.
Bıyıklarının arasında alaycı bakışlarını yakalar gibi olduğu siyah su samuru olmasındır sakın?

Yaprak bile oynamıyordu.
Akşamın sessizliğinde, sandalın bordasına vuran o ince su şırıltısından başka ses yoktu.

Folko birden yanı başında bir gölge gördü. Ayna gibi parıldayan suyun buruşuk düzeyine yansıyan bulanıkça bir gölgeydi bu.

İncecik, uzun kulaklı, açılıp kapanan kara gözlü beyaz gölge, gittikçe belirginleşiyordu.

Folko soluğunu tuttu. Yüreği çarpıyordu. Sonra yavaşça doğruldu, sazları özenle araladı. Suyun yüzeyindeki gölge bir anda silindi, sonra yine beliriverdi.
Çocuk ne görse beğenirsiniz? İnce boynunu uzatmış alımlı bir tay, suda kendini seyrediyordu.

Küçük at, bataklığın suyunda, gölgesinin yansıdığını ilk kez görüyordu ya, bu at yavrusunun bir insan yavrusunu da ilk kez gördüğü kesindi. Tay birden başını kaldırdı. Alnından sarkan beyaz yelesinin perçemleri uçuştu. Yelesinden kuyruğuna uzanan lekesiz, kar beyazı, kısacık tüylerinin üzerinden bir ürperti geçti.

Küçük at, ürkek ve şaşkındı, incecik uzun bacaklarının üzerinde titriyor, ama kaçmıyordu. Toynaklarını çamura saplamış, çocuğun karşısında kıpırdamadan duruyordu.

O anda göz göze geldiler.
Folko’nun hayran hayran gülümseyişi, ürkek genç hayvanı büyülemişti sanki. Tay gözlerini iri iri açmıştı. Bakışları tatlı, ama biraz hüzünlüydü.
Atlar iyice tanıyıp da dost olunca, işte böyle bakarlar insanoğluna. O kapkara dudaklarından ince bir ürperti geçer. Burun deliklerini genişleterek konuşmaya çalışırlar.

Folko pek duygulanmıştı. Tek korkusu, o olağanüstü küçük atı ürkütmekti. Kıpırdamaktan bile çekiniyordu. Sonra, cesaretini toplayıp yavaşça elini uzattı, utana utana tayı okşamaya yeltendi.

Ne o? Düş mü görüyordu yoksa? O güzel görüntü yok olmuştu işte. Folko, büyünün etkisinden kurtaramamıştı kendisini.

Çocuk kıyıya tırmandı. Çamurlu toprakta, tayın minnacık toynak izleri duruyordu. Folko, çalılıkların arasından süzüldü. Ovanın kızıllığında, yirmi adım kadar ötede duran şişkin böğürlü, boylu bir kısrak gördü. O da bembeyazdı.

Gümüşten yelesi omuzlarına dökülmüş, otluyordu. Bir-iki adım atıyor, sonra dişleriyle bir tutam ot yoluyordu. Kar beyazı tay, kısrağın çevresinde dört dönüyor, hoplayıp zıplıyordu.

Folko yaklaştı. Zamanın geçtiğini, havanın karardığım düşünmüyordu artık. Dedenin kulübesi çok uzaklarda kalmıştı. Çocuğun çıplak ayakları kumda çıt çıkarmıyordu. Ama kısrak, onun yaklaştığını sezdi. Yavrusunu yanına çağırmak için kişnedi. Tay, dörtnal koşup geldi, anasının bacaklarının arasına sokuldu. ‘Kaçacak,” diye düşündü Folko Yaban atları huysuz olur. Yanlarına kimseyi yaklaştırmazlar.

Kısrak, hiç de öyle ürkmüş görünmüyordu. Folko şaşırmıştı. Kısrak, çocuğa birkaç adım yaklaştı. Sonra durdu Yanına sokulan çocuğa gözlerini dikti.
“Güzelim,” dedi Folko, “korkmuyorsun benden değil mi?”

Folko, kısrağın çok yakınına gelmişti. Kısrak, uzun beyaz yüzünü uzattı, çocuğun saçlarını kokladı. Otlamak istiyordu sanki.

“Sakin ol güzelim. Bırak okşayayım seni.”

Folko, parmaklarını o ipek yelenin arasına soktu. Kısrak başını eğdi. Başı neredeyse çocuğun omzuna değecekti.

Ama Folko’nun gözü o güzelim taydaydı. Asıl onun yanına sokulmak istiyordu. Ama anası ne kadar sokulgansa, tay da o kadar yabansıydı. Anasının bacaklarının arasında dolanıyor. çifteler atıyor, çocuğu dişlemeye çalışıyordu.

Kısrak, yavrusunu yatıştırmak için burnunu uzun uzun yaladı.
Oysa küçük atı asıl büyüleyen, Folko’nun sesiydi sanki. Okşayıştan bile tatlıydı bu ses.

“Dur Beyaz Yele, dur, sakin ol.”

“Beyaz Yele.” Bu güzel ad, çocuğun dudaklarından birden dökülüvermişti. Tay, bu adı çabuk öğrenecekti.

“Korkma. Yine geleceğim Beyaz Yele. Seni görmeye geleceğim. Seninle dost olacağız.” Folko, gece bastırmadan evine ancak yetişebilirdi.
Kıyıya koştu, sandalına atladı, sırığını daldırdı ve kollarının olanca gücüyle sandalı dönüş yoluna itmeye başladı.

Folko, atlara sokuluşunu iki adamın uzaktan izlemekte olduğunu nereden bilsindi. Adamlar çalılıkların gerisine iyice sinmişti, Folko’nun uzaklaşmasını bekliyorlardı.

At hırsızı iki çingeneydi bunlar.
Folko’nun sandalı birkaç metre ötelerinden geçti.
Kulağı altın halkalı genç çingene, “Çocuğun bizi görmediğine emin misin?” dedi usulca.

Kır saçlı, buğday tenli olan yaşlı çingene, “Amma da ödleksin. Bacak kadar çocuktan korkuyorsun,” diye sırıttı.

“At harasının oradan olmasın bu çocuk?” “Değil,” dedi yaşlısı. “Haradan beş kilometre ötedeyiz. Bataklığın tam göbeği burası. Bölgeyi iyi tanırım. Daha önce de geçtim buralardan. Bir yıl oluyor. Gördün ya Pedro, işimiz iş. Kısrak, ürkek değilmiş. Küçüğü yanına yaklaştırdı”

“Belki de onu tanıyordu.”

“Hayır,” dedi yaşlısı.

“Öyleyse, daha önce birisi binmiş bu kısrağa.”

“Öyle olmalı, Pedro.”

“İşin güç yanı, tayı başımızdan atmak.” dedi altın halkalı çingene.

Yaşlısı sırıttı.
“Sen tayı bana bırak. Elim yatkındır bu işlere. Halkayı hazırlamaya bak sen. İpi de bana ver. Ne yapacağımızı biliyorsun, değil mi?” “Hey, şuraya baksana! Hayvan huylandı sanki. Havayı koklayıp duruyor. Sakın kokumuzu almış olmasın?”…

Benzer İçerikler

Adalet ve Cesaret Öyküleri – Öykülerle Değerler Eğitimi | Saide Nur Dikmen

yakutlu

İçimdeki Müzik | Sharon M. Draper

yakutlu

İki Robot – Fabrika Hatası | Miyase Sertbarut

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy