Bin Bir Gece Masalları
Kör Dilenci Abdullah’ın Hikâyesi
(Antoine Galland’dan Borges’in yaptığı çeşitleme)
Karşılığında esaslı bir tokat yemediği tek bir sadaka bile almamaya ant içen kör dilenci, Ha-life’ye öyküsünü anlattı:
‘‘Ey inananların hamisi, Bağdat’ta doğdum. ,An-ne babamdan kalanlar ve çalı§arak biriktirdiklerimle, uçsuz bucaksız krallığınızın kentlerine ve sınır bölgelerine kervanlar halinde seyahat eden tüccarlara kiraladığım seksen deve satın aldım.
“Bir öğle sonrası, yükünü boşaltmı§ sürümle birlikte Basra’dan dönüyordum, develer otlasın diye bir mola verdim. Bir pınara karşı, bir ağacın gölgesine oturmuş develere göz kulak oluyordum ki, Basra’ya yürüyerek giden bir derviş çıkageldi. Selamla§tık, azıklarımızı çıkarıp kardeşçe yemeye koyulduk. Çok sayıdaki develerime bakan dervi§, oradan çok uzakta olmayan bir dağda, seksen tane deveye mücevherat ve altın yükledikten sonra bile azalmayan bitimsiz bir hazinenin saklı olduğunu söyledi. Sevinçten kendimden geçerek dervişin boynuna sarıldım ve şükranlarımı sunmak için ona yüklü bir deve teklif edip bana o yeri göstermesini rica ettim. Derviş, açgözlülük yüzünden sağduyumu kaybetmeye başladığımı anlayıp beni şöyle yanıtladı: ‘Kardeşim, anlamalısın ki, yaptığın teklif benden umduğun lütfa karşılık gelmiyor. Sana hazineden daha fazla söz etmeyip sırrımı saklayabilirim. Ama seni sevdim ve sana daha adil bir öneride bulunacağım. Hazinenin olduğu dağa gidelim ve seksen deveyi yükleyelim; kırkını bana ver, diğer kırkı senin olsun, sonra ayrılalım ve herkes kendi yoluna gitsin.’
“Bu makûl öneri bana çok ağır geldi; kırk deveden olmayı büyük bir yitim olarak görüyordum ve o hırpani kılıklı dervişin neredeyse benim kadar zengin olacak olması beni dehşete düşürüyordu. Bununla birlikte, bu fırsatı kaçırdığıma ölene kadar pişman olmamak için kabul ettim. “Develeri toparladım ve develerin ancak tek sıra halinde geçebileceği kadar dar bir geçide girerek yüksek mi yüksek dağlarla çevrili bir vadiye doğru yola koyulduk
Derviş vadiden topladığı kuru daUarla bir odun demeti yaptı ve kokulu bir tozun yardımıyla onu yakıp anlaşılmaz sözcükler söyledi; derken, bir duman bulutunun ardından, dağın açıldığını ve ortasında bir sarayın olduğunu gördük. içeri girdik; kamaşmış gözlerime ilk çarpan, avının üzerine atılan bir kartal gibi açgözlülüğümü uyandıran altın yığınları oldu ve yanımda getirdiğim torbaları doldurmaya başladım.
‘‘Derviş öyle yapmadı; altıdan en değerli taşları seçtiğini fark ettim ve ben de onun gibi yaptım. Seksen deve de yüklenmişti ki, derviş, dağı kapatmadan önce, gümüş bir testinin içinden -gördüğüm kadarıyla— içinde bir tür merhem olan sandal ağacından küçük bir mahfaza çıkardı ve onu koynuna sakladı.
“Dışarı çıktık; dağ kapandı; seksen deveyi üleştik ve bana gösterdiği bu inceliğe en içten sözcüklerle teşekkür ettim; sevinç içinde kucaklaştık ve herkes kendi yoluna gitti.
“Daha yüz adını atmamıştım ki açgözlülük illeti yakama yapıştı. Değerli yüküyle beraber kırk devemi ona vermiş olmaktan dolayı pişmanlık duydum ve, her ne pahasına olursa olsun, onları dervişin elinden almaya karar verdim. Dervişin bu zenginliğe ihtiyacı yok diye düşündüm, hazinenin yerini biliyor, dahası, fukaralığa da alışık olmalı.
“Develerimi durdurdum ve koşarak geriye dönüp durması için dervişe bağırdım. Ona yetiştim. ‘Kardeşim,’ dedim, ‘düşündüm ki, sen dinginlik içinde yaşamaya alışık, yalnızca hatiplikte ve ibadette chil birisin ve kırk tane deveyi çekip çevirmek asla elinden gelmeyecektir. Bana soracak olursan, yalnızca otuz tanesi sana yeter; onları idare ederken bile akla karayı seçeceksin.’ “‘Haklısın,’ diye yanıt verdi derviş, ‘bunu düşünmemiştim. istediğin on taneyi scç, al götür ve Allah seni korusun.’ “‘On tane deveyi ayırıp kendiminkilere kattım; ne ki, dervişin çabucak boyun cğmcsi açgözlülüğümü ateşledi. Dönüp, otuz tane deveyi idare etmenin güçlüğünden bahsederek, aynı muhakemeyi y inelediın ve on deve daha aldım. içtikçe susuzluğu artan bir hasta gibi, derviş rıza gösterdikçe benim açgözlülüğüm artıyordu. Öpücükler ve hayır duaları arasında altın ve mücevherat yüklü on deveyi daha bana iade etti. Sonuncuyu da teslim ederken şunu söyledi: ‘Bu zenginliğin hayrını gör ve bütün bunları sana veren Allah’ın, zenginler hayır işleyip böylece cennette bir köşe sahibi olsunlar diye ilahi merhametin biçare bıraktığı ihtiyaç sahiplerinin yardımına koşmadığın takdirde bunları elinden alabileceğini unutma.
“‘Açgözlülük zihninıi öyle bulandırmıştı ki, develerimi bana teslim ettiği için ona teşekkür ederken, tek düşündüğüm dervişin onca özenle saklamış olduğu sandal ağacından küçük mahfazaydı.
“O merhemin olağanüstü bir hikmeti olması gerektiğini hesaba katarak, dünyanın tüm beyhu-deliğinden el etek çekmiş onun gibi bir adamın merhemlere ihtiyacı olmayacağını söyleyip onu da bana vermesini rica ettim.
“‘içten içe, zor kullanarak da olsa, onu elinden almaya kararlıydım; oysa, derviş, hiç ayak diremeden, küçük mahfazayı koynundan çıkarıp bana verdi.
“‘Onu ellerime aldım ve açtım; içindeki merheme bakarak dervişe şunu dedim: ‘Madem ki yü-cegönüllülüğün bu kadar büyük, bu merhemin hikmetinin ne olduğunu bana söylemeni rica ediyorum.’
‘‘‘Hikmetleri olağanüstüdür,’ diye yanıtladı. ‘Onunla sol gözünü ovalayıp sağ gözünü kaparsan, yerin derinliklerindeki bütün hazineler açık seçik görünür. Sağ gözünü ovalarsan, iki gözün de görmez olur.’
“Büyülenmiş bir halde, sol gözümü bu merhemle ovalamasını rica ettim. Derviş kabul etti. Gözümü ovalar ovalamaz, yine açgözlülüğümü ateşleyen çeşit çeşit hazine belirdi gözlerimin önünde. Onca bitimsiz zenginliği seyretmekten bıkmıyordum, ne ki, sağ gözümü kapalı ve elimle örter halde tutmam zorunlu olduğu ve bu da beni yorduğu için, daha fazla hazineyi görmek üzere dervişten sağ gözümü de merhemle ovalamasını rica ettim.
‘“Söylediğim gibi,’ diye yanıtladı, ‘eğer sağ gözüne o merhemi sürersen hiçbir şey göremeyecekse n. ’
“Kardeşim, diye gülümseyerek yanıtladım onu. Bu merhemin bu denli aykırı iki niteliğinin ve bu denli farklı iki hikmetinin olması olanaksız. “Uzun süre tartıştık; sonunda, derviş, bana hakikati söylediğine dair
Allah’ı şahit gösterip, ısrarlarıma boyun eğdi. Sol gözümü kapadım, derviş de sağ gözümü merhemle ovaladı. Bir de gözlerimi açtım ki, kör olmuşum.
“Geç de olsa, sefil zenginlik ihtirasının beni mahvettiğini ve sınırsız açgözlülüğümü lanetlediğini anladım. Dervişin ayaklarına kapandım.
“Kardeşim, dedim, sen ki bana hep merhamet gösterdin ve bunca bilgesin, geri ver bana gözlerimi.
‘””Ey zavallı; diye karşılık verdi, ‘önceden uyarıp seni bu bahtsızlıktan kurtarmak için eliınden geleni yapmadım mı? Evet, birlikte olduğumuz zaman boyunca tecrübe ettiğin gibi, birçok sır biliyorum ama seni yeniden ışığa kavuşturmaya nıuktedir bir sır bilmiyorum. Allah seni sahip olmaya layık olmadığın zenginliklere boğdu, sonra da açgözlülüğünü cezalandırmak için onları elinden aldı.’