Bir Aşk Bir Ülke Bir Gece | Bülent Tokgöz


İkimiz de bir önceki asrın insanı olmakla, son insanlar olmakla bu aşka layık görüldük. Birbirimizle ödüllendirildik, çağcıl oyuncaklardan uzak durduğumuz için. Sosyal medya denen çöplükte elimizi ayağımızı kirletmeyişimize hiç girmiyorum bile… Son insanlar. Konuşmak için yan yana gelen. Bir kâğıt alıp vererek bilgiyi paylaşan, toprak ve taş üzerinde, kendi ayakları üstünde buluşan. Bir ırmak kıyısındaydın ilk gördüğümde seni. Bir ırmak kıyısına yakışıyordu duruşun. Karşıdaydın, benim ırmağımın kıyısında, tam karşımda. Suyun üstünde yürüyen İsa gibi geçtin benim yakama, ayakların ıslanmadan. Yere basmadan hiç ayakların. Bir semahta gibiydin, çark hareketini zihnim tamamlıyordu, büyük bir devran vardı yürüyüşünde, kanın damardaki deveranını andırıyordu. Sen yürüyordun, kan yürüyordu yeryüzünün kuruyan damarlarına, kalbimin aort damarına. Benim yakama geçiyordun, yakamı ilk defa bırakıyordu yalnızlık. Düşüyordu yakamdan bin bir şüphe. Sıyırıyordum yakamı ölümcül endişelerden.

Sevilay Ablaya

Sebebim

Zülâl… İlk kelimem sen ol istedim. Senin için yazıyorum çünkü, seni yazıyorum. Kendimi anlatırken dahi muradım sensin. Seni anmak maksudum. Sen ol ilk sayfamın, satırımın başında; başucunda zihnimin, hafızamın, havsalamın. Onların azizliğinden değil mi zaten can havliyle kelimelerin üzerine abanışım? Bu canhıraş telaş onların gadrinden değil mi?
Buhranımdan haberdardın, görmekteydin hem, hem de uzun uzadıya dile getirmişliğim vardı. O varlık krizi, gitgide gerçeklik krizine yol açtı, hassaten malûm yaşanmışlıklardan sonra. Kendi varlığım başta olmak üzere tüm mevcudatın mevcudiyetinden duyduğum şüphe zihnimi rehin almaya başladı. Gerçeklik ile yanılsama, rüya ile realite arasındaki hudutlar flulaştı, hayal ile hayat arasındaki ayrım hatları bulanıklaştı. Bunun giderek bir hafıza hasarına dönüşmesinden endişe duydum. Yegâne hazinem olan anıları tarumar edecek bir bulanıklığın seninle ilgili hatıraları sakladığım sandukalara yaklaşması durumunda neyin gerçek neyin hayal mahsulü olduğunu ayırt edememekten korktum. Zihnimdeki seğirmeler çoğalmadan, henüz senin kutsal topraklarına ulaşmadan elimi çabuk tutup tüm konuşmalarımızı zapturapt altına almaya karar kıldım.Konuşmalarımızı çünkü beynimdeki heyelandan en çok zarar gören onlardı. Hâl, hareket, olaylar, oluşlar, duyuşlar değil, kelimeler, cümleler, ifadelerdi en çok unutuşun molozları altında kalan. Onları afet bölgesinden uzaklaştırmalıydım bir an evvel. Bir de Zülâl, kula gölge ise Allah’a ayan, bizim en çok yaptığımız şey konuşmak değil miydi? Tek yüklemimizdi hatta konuşmak. Aşkımız kelamın hudutlarını ancak yürüyüşler, suskun bakışmalar, aynı yöne derin dalışlar, hafif dokunuşlar, uzun ağlayışlar, sevecen gülüşler, heyecanlı kavuşmalar, buruk vedalar yoluyla aşabildi ne yazık ki. Bu yüzden en çok onları muhafazaya yönelme lüzumu duydum, anlıyor musun?

Konuşmalarımızı dercettim çünkü tüm diğer anlar, anılar o kadar diri ve duru idi ki. Sarıyer’deki mendilci çocuğu saçlarından öpmen, Aziz Mahmut Hüdai’den dönerken sol ayak bileğini hafifçe burkman, Karaköy vapurunda martılara atmak için simit bulamayınca iki poğaça alman veya Kariye Camii’nin orada bana İstanbul’a ilk geldiğin günlerde alıp hiç kullanmadığın defterini hediye etmeni unutacak değilim. Ki hatıralarımızı yazmak için ondan daha güzel bir bergüzar olamazdı… Ve hiçbir hasar yahut hüsran benliğime seni, senliği unutturamaz. Yine de emin olamadım, dimağımdaki erozyon oraya kadar gelmeden bir set çekmek istedim. Dedim ya konuşmaları teminat altına almalıydım ilkin. Taraçaları oraya yapmalıydım.Hiçbir şek ve şüphe kurdunca kemirilmemiş olan kısımları seçtim. Teşbihte hata olmaz, bir sahih hadis mecmuası teşkil eder gibi, sadece sıhhatinden emin olduğum ifadeleri bir araya getirdim. Sadece söylenenleri ve gerçekten tam da o şekilde söylenmiş olanları derledim. Bir buket gibi olsun diye süslemedim de. Şu mütevazı bir hakikat ki bizim konuşmalarımızın süslemeye ihtiyacı yoktu. Olanca tevazuu içinde senin beyanlarını çok görkemli buluyordum. Benim lakırdılarımsa, bunca yılın mütercimi ve kalemkârıyım, şuncacık tumturaklı olsundu. Yalanla olan husumetimi bilirsin. Ona en ulvî gayeler için dahi tenezzülü zül sayacağımı söylememe hacet yok. Benim meselem yalanla değil yanılsamayla ve onu da bu diyalogları kayda geçirmekle neyse ki bertaraf etmiş bulunuyorum.

Diyalog diyorum ama karşılıklı konuşmalar şeklinde aktarmadım. Bunun sebebine ben de tam vakıf olamadığımdan sana izaha yeltenmeyeceğim. Şu var ki konuşmalarımızın beynimin kataloğundaki dizilişinin kronolojik sıraya göre olmaktan ziyade konu tasnifine dayalı olduğunu fark ettim. Zaman akışına riayet ederek ilk diyalogdan başlayıp ilerlemek istedim ama ıstırap verici tıkanmalar, felçleştirici kalp spazmları yaşadım. Belki de benim asıl meselem zaman denen o dehşetengiz çarkla olduğundan. En mutlu enstantanelerimizi yazarken dahi zaman benim için zalim bir girdaptı; ihtimal ki zihnimi takatsiz bırakan da gene o girdaptan kaçış psikolojimdi. Konu tertibi daha nesnel ve bilimsel gözüktü bana. Şu benim bazen hayranlık, bazen tedirginlikle karşıladığın analitik düşünme alışkanlıklarım da bir roman gibi tertiplemeye elverişli değildi. Zamanın burgacından farklı bir sistematikle bir nebze sakınabilirdim.

Bunları yazmış olmam kabul ediyorum ki pek de olağan değil ama ondan daha tuhafı henüz bunları bir kez olsun okumamış olmam. Çünkü kadim felsefî krizim zihinsel gelgitlere dönüştüyse de yazmaya başladıktan sonra tedricen duruldum. Yazdım ve okumadım hiç. Bir kez olsun okumaya ihtiyaç duymam umarım. Belki çok yaşlanınca, ahir ömrümde, kim bilir. Herkesinki kadar bitap düşünce hafızam. Seninle ilk günkü gibi söyleşmenin heyecan ve hazzıyla bu sözcükleri bir bir terennüm ederim.Her halükârda elimde bir mihenk taşı olarak dursun şuracıkta, yanılsama belasını onunla def edeyim. Sınır taşı olarak rüyayla hakikat arasında. Kimselerin ne okumasına ne bilmesine gerek duyan. Zarif bir aşk hikâyesi Zülâl ile Zahit arasında. Rivayet olunur ki “Sevgililerin birbirlerine söyledikleri her yalan er ya da geç gerçekleşir” imiş. Yalansızdık biz. Umulur ki er ya da geç gerçekleşir doğrularımız… Seninle başlıyorum şimdi. Sadece başlangıç ve umutla anılacaksın Zülâl’im.

Apium

Afyon’u bilir misin? Geçmişsindir. Zaten Afyon’dan geçilir, kalınmaz. Öyle ki her memleketin bir otobüs firması vardır, Afyon’un yoktur. Gerek yoktur çünkü, yolların kavşağındadır, giden oradan geçecektir, başka yolu yoktur.
Kalan kimler acaba? Denir ki Karahisar Kalesi’ne bir kere çıkan Afyon’da yedi yıl kalırmış. Bizimkilerin de kaleye çıkası gelmiş zahir, sonra kalakalmışlar. Korkunç bir tabirdir hani: Gidemeyenlerin ülkesi! Ülke için çok ağır bir tabir; vatan için kullanılmasında haince bir taraf var sanki, ama bir şehir için kullanılması caiz gibime geliyor. Gidemeyenlerin şehri!
Gidemeyenlerin nice şehirlerinden biri. Şimdi acıdım ona. Tüm ülkeye, gezegene acıdım. Gidemeyenlerin gezegeni! Gidemeyenlerin uzayı, kâinatı, evreni!.. Sorun belki de mekânda değil, bizim gidememekliğimizde. Biz gidimli değiliz belki. Yollar gidimli ama bizim gidiciliğimizde bir zayıflık var. Gidemeyenlerin ilenci. İthamı.Kalmak ve kale. Kalıcı olmakla alâkadar ikisi de. Kalıcı olabilmek, kalmaya devam edebilmek için kale inşa etmiş insangil. Birileri gelip de kovup atmasın, kaçırıp götürmesin, vurup öldürmesin diye. Şu insangillerin kaç bin yıllık itiş kakışı işte. Bitmeyen kan davaları. Kan dökücülüğünden hep. Kan dökücülükten yapılmış o kale, o yüzden kalmışız Afyon’da biz de. Kale olmasa kalmazmışız bu hesaba göre.

Ben kalmazmışım. Nerede kale görsem kılıç şakırtılarıyla doluyor kulaklarım çünkü. Atlar toz duman içinde yere yığılıyor, sırtlarında gencecik adamlar. Cesetler kokuşuyor nerede bir kale görsem. Kahramanca cenk ediyor birileri, surların ötesinde veya berisinde. Seyirci yok, taraf olmaya da mecbursun. Ya muhasaracılardan yanasındır ya mukavemetçilerden; o evrensel dayatma burada fazlasıyla geçerli: Bitaraf olan bertaraf olur. Bitaraflar bertaraf olduğundan böyle kan revan zaten her taraf. Üzgünüm Zahit ya. Her bir kale için. Her bir kale etrafında dökülen kanlar, kaybedilen canlar, yaşanan acılar için. Her bir kalebendi, her bir burç, her bir taş adedince.

Saygın mekânlar kaleler, saygı uyandırıcı, evet. Saygıyı esas alanlar için matah yerler olabilir ama sevgiye odaklı olanlar için o kadar da değil. Ben başka bir yer bakardım çadırımın kazığını çakmak, ocağımı tüttürmek için. Kale yapılmayacak kadar önemsenmeyen bir yeri tercih ederdim. Uğruna dövüşülecek bir zenginliği, kavşaklığı, stratejikliği olmayan bir yer. Kıyıda köşede. Bir dağın kıyısında, bir ırmağın köşesinde. İlk bakışta görülmeyen, sadece kalanların bilebileceği saklı güzellikleri olan.

Afyon’da kalmazdım. Durmaksızın boğazlaşmayı hatırlatan bir kalenin bana tepeden bakmasına katlanmazdım. Kalmış ama bizimkiler n’apabilirim ki? Suçlamıyorum. Başka bir açıdan bakmışlardır muhakkak. Gördükleri şey baktıkları açıdan doğrudur. Hayat dediğimiz şey de açıların toplamı değil mi zaten? Hepsi birbirini nakzettiği için sıfır toplamı verecek olsa da. Neyse. Bizimkiler bakmış ve çadır direklerini buraya dikmişler, ocakları burada tütsün dilemişler. Böyle yazılmış. Yazanlar bizi Afyon’un kütüğüne yazmışlar.Karahisar Kalesi’nin beni ürkütüşünün örtük başka sebepleri de vardı. Battal Gazi’nin orada öldürülmüş olması mesela. Düşün bir efsane orada sona ermiş, ölümüyle bile efsaneleşecek olsa da.

Senin şen şakrak gezip dolaştığın bir mevkide yere yığılmış olabilir Battal Gazi. Nice Battal Gazi. Bana kalsa bir Battal Gazi’ye bin kaleyi değişmem. Ama bir kale için kaç bin gazi gitmiş kim bilir?
Tam da bunun için galiba, efsane başka bir şey anlatıyor. Düşmanlarınca, bir kılıç darbesi veya saplanan bir okla vurulmuyor Battal; kıymıyor efsane imalatçıları buna. Ya ne anlatıyorlar? Kuşatma esnasında kale komutanının kızı bizim Battal’ı görünce aşka düşüyor. Kalenin düşmesi için onunla işbirliği yapmanın peşine düşüyor. Kale komutanı Bizans imparatorundan medet istemiş, 100 bin kişilik ordu yola çıkmış geliyor; kızcağız bunu iletmek istiyor bizimkine. Bir rivayete göre de kaleden yapılacak bir huruç hareketini haber verip Battal’ı kurtarmak istiyor. Ama nasıl?
Yazıyor namesini ve bir taşa sarıp atacak. Çayırda yatmakta olan Battal’a bağırıyor ama sesini duyuramıyor. Sonunda kızcağız, yapacak başka bir şey kalmadığına inanıp taşı fırlatıyor. Biraz kıpırdar gibi olan Battal tekrardan yere uzanıyor. Meğersem sevdiceğinin attığı taş kulağının dibine denk gelmiş. Oracıkta ruhunu teslim etmiş Battal Gazi. Durumdan şüphelenen kızcağız, babasına diyor ki, “Türklerin komutanı çayırda uyuyor, bana zehirli bir hançer verin, gidip onu öldüreyim!” Gazi’nin yanına geliyor, bir de ne görsün? Çekiyor hançeri kalbine saplıyor, kendi kalbine.
Amansız cenk olmuş sonra. Bizimkiler mağlup olmuş, alamamışlar müstahkem kaleyi. Ne var ki apansız kavi bir rüzgâr çıkıvermiş, alıp aparmış Battal’ın naaşını. Kaledekiler onun öldüğünü öğrenememişler, tehlikenin geçmediğini düşünüp korku içinde yaşamaya devam etmişler.

Karahisar’ın beni niye kederlendirdiğini sanırım şimdi daha iyi anlıyorsundur. Bir bakışta âşık olan bir kız, aşkı uğruna her şeye ihanet ediyor, maşukunu korumak için bir hamle yapacak oluyor, gel gör ki kendi eliyle canından ediyor sevdiceğini. Bir yiğit, sevdiğinin taşıyla canından oluyor. Nasıl ince kurgulanmış hikâye görüyor musun, kan yok, vahşet yok mümkün olduğunca. Nazikçe her şey. Aşk da ihanet de ölüm de yenilgi de. Tam da bu yüzden bana daha çok dokunuyor, canımı daha çok acıtıyor. Gerçeğin acımasızlığını örtme çabasındaki çaresizlik yüzünden.
Ümit ümitsizlikle cenk eder aslında kale önünde. Asıl cenk odur. “Karahisar Kalesi yıkılır gelir” türküsünü bilirsin. Der ki orada ozan, “Kesme ümidini gadir Mevla’dan, gadir Mevla’dan”. Yani esasında nesnel şartlar itibarıyla vaziyet haraptır, vuslat hayaldir, firak muhakkaktır, ümit ışığı yoktur ama sen gene de kesme ümidini gadir Mevla’dan. Olacak gibi değil ama O dilerse olur. Sadece O dilediği için. Yoksa bizim işimiz bitmiş, çoktan Allah’a kalmıştır.

O türküde tam da benim hissiyatıma denk düşen bir bitaraflık var. Bir yalınlık, basitlik. Kalenin yıkılışından söz ederek başlıyor, bunu bir ah olarak alıyorum ben, bir garez, bir oh hatta. Kale yıkılmakta, çünkü yıkılasıdır da. Hangi kale ebediyen insanlara tepeden bakmaya devam edebilir ki? Kaleye bakmaz âşık, kalenin ihtişamına aldırmaz, iktidar, sulta peşinde değildir. “Kakülü boynuna dökülür gelir”. Bunun haber değeri daha yüksektir bir taş yapının yıkılışından. Sevgilinin kakülünün boyna dökülüşü bir kalenin yıkılışından daha müthiş değil midir gerçekten de?
“Ben bir koyun oleyim sen de bir guzu, meleyi meleyi getirek yazı, getirek yazı”. İşte bu. Koç değil, aslan değil, ejder değil, koyun ile kuzu. Uluya uluya da değil meleye meleye. Haykırışlar, naralarla da değil, usulcana.

Benzer İçerikler

Kinyas ve Kayra

yakutlu

Zehiri kim verdi – AGATHA CHRISTIE (MURDER IS EASY)

yakutlu

Susacak Var

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy