Bir Devrin Romanı | Halide Nusret Zorlutuna


Kadın Yazarların Annesi Halide Nusret, edebiyatçı Pınar Kürün teyzesi, romancı Emine Işınsunun annesi ve Cumhuriyetin ilk öğretmenlerinden. Bir Devrin Romanı; hâlâ çok konuşulan ve daha da çok konuşulacağa benzeyen bir devrin tarihine tanıklık eden entelektüel bir öğretmenin, edebiyatçının ve en önemlisi de bir kadının kendi çarpıcı yaşam öyküsü Öncü kadın yazarlarımızdan Zorlutuna, daha on sekiz yaşında bir genç kız iken işgale ve istiklalimizin kaybına dair isyanlarını hece veznine dökmüş ve Yahya Kemalin şiirlerini ezberlediği ender şairlerimizden biri. Bu da eserin edebî değerine değer katan taraf Romanı gerçekçi kılan en önemli unsur ise, Zorlutunanın pek çok kişinin gitmemek için istifayı göze aldığı yerlerde yıllarca kalıp yöre halkının dertlerine ortak olmuş, yurdun dört köşesini karış karış teneffüs etmiş bir öğretmen olması. Halide Nusret, Trablusgarp Harbini, 31 Mart Vakasını, Birinci Cihan Harbini, Cumhuriyet yıllarını ve sonrasında Türk modernleşmesinin en sancılı dönemlerini cesaret ve samimiyet çerçevesinde satırlara döküyor bu kitabında. Yazarın kendi hayatından izler taşıyan bu eserde, bir yaşam öyküsünü okurken, aynı zamanda bir devrin tarihine de tanıklık edeceksiniz.
***

Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz

Ön Söz

Biz neşâtın da gamın da rûzigârın görmüşüz

Nabî

Yetmiş beş yıldan beri bu dünyada, bu sevgili topraklar üstünde yaşamaktayım. Birçok baharlar, yazlar, güzler, kışlar gördüm. Yalnız tabiatın değil, ömrün de dört mevsimini görüp geçirdim. Ama, bilirsiniz, tabiatın mevsimleri her sene yenilenir; hatta bazen bir yıl öncesinden daha renkli, daha güzel, daha alımlı gelir de, ömrün mevsimlerinden hiçbirinin bir tek günü bile geri gelmez, gelemez. Varınızı, yoğunuzu ortaya koysanız, olanca gücünüzü harcasanız, ömrün ilkbahar senelerinden tek bir saati geri getirebilir misiniz?

Ben bu kitabımda bu imkânsız şeyi yapmaya çalıştım. Ne boş çaba!…

Hatıralarıma önce “Dört Mevsimden Yapraklar” adını vermeyi düşünmüştüm… Ama birden hastalanınca telâşlandım… İçimi, dört mevsimden bir yaprak bile veremeden göçüp gitme kaygısı doldurdu… Büyük bir bölümü yazılmış olan ilkbahar yıllarını hemen tamamlayıp gazeteye verişim bu yüzdendir.

Bu açıklamam, mektupla, telefonla benden hatıralarımı neden kesiverdiğimi soran değerli okurlarıma da cevap olacaktır sanırım…

Ama hemen ilâve edeyim ki, hatıralarımı gazetede yayınlandığı şekilde bitirmiş değilim. Bilirsiniz, gazeteler bazen yazıları “makaslamak” yetkisini görürler kendilerinde… Bu, dünyada en çok sinirlendiğim şeylerden biridir. Bugüne değin benim başıma gelmemişti; arkadaşlardan duyar, üzülürdüm. Fakat benim hatıralarımın başına gelenler için “makaslanmak” deyimi çok yetersizdir. Hiçbir yazarın, hatta yazar geçinenin, hatta mürettibin bile bu kadar büyük yanlışlıklar yapmasına ihtimal vermek güçtür. Hatıraların sonu öylesine karmakarışık, öylesine berbat, öylesine akıl almayacak şekilde dizilmiştir.

Evet… Bu açıklamadan sonra söze bıraktığım yerden başlayabilirim.

Ve işte ilkbahar yılları… Otuz yıllık hayatımın hatırlayabildiğim yirmi beş senesini demet demet önünüze seriyorum…

Ama bu demetlerin hepsi gül demeti değil maalesef… Kimi diken, kimi gözyaşı, kimi ateş… Çünkü bizim neslin baharı pek öyle gülpembe geçmedi. Çocuk yaşımızdan itibaren Trablus Harbi, 31 Mart Vak’ası, şurada burada ayaklanmalar, korkunç mezalimi ile Balkan Harbi; kıtlığı, açlığı ile Birinci Cihan Savaşı; onun arkasından kapkara mütareke yılları ve güzel topraklarımızın yer yer, çeşitli düşman askerleri tarafından işgali. Emin Bülent merhumu : “Garbın cebîn-i zalimi affetmedim seni!” diye haykırtan; Akif merhumun : “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar!” mısraı ile tavsir ettiği o “sözde medeniyet”in bize reva gördüğü canavarca zulümler, haksızlıklar… Ah, bizim neslin on on beş yıl içinde gördüğü kara günleri başka nesiller yüzyıllar boyu görmemişler, çektiğimiz acıları yüzyıllar boyu çekmemişlerdir.

Nihayet, terk ettiğimiz güzel topraklarımız üzerinde irili ufaklı, yerden bitme devletler kurulurken, yorgun, bitkin, fakat imanlı, kahraman Türk milletinin, güneş başlı, deniz gözlü bir genç paşa kumandasında birden canlanıp şahlanışı…

Evet, bizim nesil o kara gecelerden sonra gelen aydınlık günleri de, anayurdumuzun düşmanlardan temizlenip yanmış, yakılmış güzel topraklarımızda genç, dinç, hür ve müstakil bir Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğunu da gördü.

Hür ve Müstakil…

Bu, ne demektir?… Bu ne akıllar durduran bir sevinç, bir mutluluktur, bilir misiniz?

Elbette bilirsiniz ama, eğer bizim gördüğümüz günleri görmemişseniz, bu kelimelerin manasını, şerefini, azametini bizim kadar duymanıza imkân yoktur sanıyorum.

İşte, kıymetli okurlarım, ben size kendi hayatımın içinde bütün bu yılların acılarını ve sevinçlerini de vermeye çalışacağım. Bu bakımdan hatıralarımı “Bir Çağın Romanı” da sayabilirsiniz.

Yahut da bir “geçit resmi”… Yirmi beş yıl süren bir geçit resmi…

Kâh biz olayların içinden geçtik, kâh olaylar bizim önümüzden geçti ve böylece bu kitap geldi meydana. Sevgiyle, saygıyla sunuyorum.

9 Mart 1975, Ankara

Eûzu billahi mine’ş-şeytani’r-racîm.

Birinci Bölüm İlk Ders

–    Eûzu billahi mine’ş-şeytani’r-racîm.

–    Bismillâhi’r-rahmani’r-rahîm.

–    Bismillâhi’r-rahmani’r-rahîm.

–    Rabbi Yessir.

–    Rabbi Yessir.

–    Ve lâ tuassir.

–    Ve lâ tuassir.

–    Rabbi temmim.

–    Rabbi temmim.

–    Bi’l-hayr.

–    Bi’l-hayr.

İnce yüzlü, elâ gözlü, başı beyaz örtülü bir genç kadın, alçak bir masanın başında bir yer minderine diz çöküp oturmuş; karşısındaki minderde bembeyaz yüzlü, kapkara gözlü, başı örtülü bir küçük kız var; elleri dizlerinin üstünde, gözleri elâ gözlü genç kadında; onun dediklerini papağan gibi

tekrarlıyor.

Bu genç kadın; benim annem Ayşe Nazlı Hanımdır. Moskof Harbi’nde gencecik bir yüzbaşı iken biricik yavrusunu kırk günlük yetim bırakmış olan merhum Mahmut Ragıp Beyin çileli kızı, Sinop zindanında zincirlere bağlı bir hâlde kutsal çilesini doldurmakta olan müebbet kürek mahkûmu Avnullah Beyin de bahtsız eşi.

Bu genç kadının karşısında onun dediklerini dikkatle tekrarlayan küçük kız da -tahmin etmiş olacağınız gibi- bendim. O zamanın şaşmaz geleneğine göre, dört yaş, dört ay, dört günlük okumaya başlamıştım.

Yıl 1905 olmalı.

Güneşli bir kış günüydü, iyice hatırlıyorum. Selâmiçeşme’deki küçük evimizin oturma odasında idik ve pencereden giren gün ışığı kafeslerin gölgelerini, dantel dantel, yerdeki kırmızılı, yeşilli kilimin üstüne sermişti. Bir köşede yeşil bir çini sobanın içinde odunlar çatır çatır yanıyordu.

Annem ince, zarif parmağını önümüzdeki kitapta ince uzun bir çizginin üzerine koydu:

–    Elif! dedi.

–    Elif! dedim.

Dümdüz, sapsade, güzelim Elif!..

Sonra bir ikinci harf.

-B.

-B.

Ve işte böylece ben -bütün çağdaşlarım gibi- dört yaş dört ay dört günlük iken ilk dersimi yapmış oldum.

Çocukluğumun, hafızama çakılmış ikinci hatırası, o elâ gözlü genç kadının -annemin- ak sakallı, nur yüzlü bir ihtiyar ile münakaşamsı bir konuşmasıdır.

Cülus Şenliği

Bu sevimli ihtiyar benim “Hacı Dedem” idi. Üç buçuk kişilik ailenin tek erkeği! Rahmetli dedem Hacı Hüseyin Hüsnü Bey onu yetiştirmiş, hacca da götürmüş beraberinde. O da babama bakmış. Babamı andıkça gözyaşları aksakalına süzülürdü.

–    Yavrumun yavrusu… Avnullahımın yadigârı! diye beni bağrına basardı.

Ben de onu çok severdim. Babamın lâlâsı değil de, öz babası olsaydı herhâlde ondan fazla sevemezdim.

Şimdi işte, dünya yüzünde en çok sevdiğim iki insan karşımda, hafif bir tartışmaya tutuşmuşlardı, hem de galiba benim yüzünden.

Hacı Dedem:

–    Yazık bu çocuğa, kızım, diyordu. Babacığı gibi o da mahpus sanki.

Son cümle ağzından hıçkırık gibi dökülmüştü. Ağlıyor mu, diye baktım, yüreğim çarparak. Hayır ağlamıyordu ama, içinden ağladığı besbelliydi.

Hacı Dedem yutkunarak devam etti:

–    Senede bir Eyüp Sultan’a götürürsün, bir-iki defa da ablana. Hepsi bu. Bırak yavrucuk azıcık şenlik görsün!…

–    Şenlik… Bizim bugün bayram edecek günümüz mü baba? Hep bu yüzden değil mi yavrucuğum, baba sağlığında yetim kaldı?

Annem, hıçkırdı, ben boynuna atıldım.

Aralarındaki tartışmadan hiçbir şey anlamamıştım ve şenliklerle benim babasız kalışım arasında bir ilişki de kuramamıştım. Bunları daha sonra anlayacaktım.

Mamafih, annem o akşam Hacı Dedeme yenildi, beni giydirip kuşatıp donanma seyretmeğe gönderdi. Sağ elim, Hacı Dedemin sol avucu içinde, etrafımıza bakına bakına, Feneryolu’ndan Kızıltoprak’a kadar yürüdük. Bütün köşkler baştan başa içinde mumlar yanan cam fenerlerle donanmıştı, en küçük evlerin kapılarında bile, bir iki fener yanıyordu. Sokaklar neşeli bir kalabalıkla doluydu. Her taraf şıkır şıkır, pırıl pırıldı. Hele büyük köşklerin bahçelerindeki ağaçları süsleyen renkli kâğıt fenerler ömürdü, en çok onlar hoşuma gitmişti.

Şimdi sokaklarımız, caddelerimiz her gece o kadar ışıklı ve kalabalıktır; şehir çocukları için bu normal bir şeydi ama o zaman öyle değildi. Biz o donanmayı heyecanla, hayranlıkla seyrediyorduk. Bununla beraber benim içimde bir tatsızlık, bir huzursuzluk vardı; anacığımın hıçkırığı kulaklarımdan gitmiyordu. Ara sıra sokaktaki erkek topluluklarından, “Padişahım çok yaşa!” sesleri yükseliyordu.

Hacı Dedeme:

–    Niye öyle bağırıyorlar? diye sordum.

–    Padişahın cülûs günü de ondan.

–    Cülûs ne demek?

–    Tahta çıktığı gün.

–    Tahta çıkmış da ne olmuş?

Adamcağız içini çekti; yorgun, bezgin bir sesle:

–    Sen etrafına baksana cicim, dedi.

–    Bak fişekler, maytaplar ne güzel!…

Büyük bir köşkün önüne gelmiştik. Kızıltoprak’taki Zühtü Paşa Camii’nin yanında koskocaman Zühtü Paşa Köşkü. Köşk ve bahçe şimdiye kadar gördüklerimizin hepsinden daha iyi donanmıştı. Kalabalık müthişti. “Padişahım çok yaşa!” sesleri ayyuka çıkıyordu. Hacı Dedem kapıda durdu, bana da maytap aldı. Havaî fişekler gökleri donatıyordu. Ağustos sıcağından bunalmış halk Zühtü Paşa Bahçesi’nde ikram edilen buzlu şerbetlerle serinliyor, büsbütün coşuyordu. Buradaki ışıklar, renkli fenerlerle bezenmiş ulu ağaçlar, yer yer göklere yükselen havaî fişekler, bugün için bile görülmeye değer şeylerdi. O kadar zengin ve güzel.

Erkek ve çocuk kalabalığı arasında, bazen yeldirmeli, başörtülü kadın gruplarına da rastlanıyordu. Bunlar alt ve orta tabakaya mensup hanımlar olmalıydı. Çünkü yüksek tabaka hanımları faytonlar ve kupa arabaları içinde caddeden geçiyorlardı.

O tarihlerle erkeklerin kadınlarıyla beraber gezmeleri ayıp sayıldığı için, böyle ayrı ayrı geziyorlardı.

Bahçede grup grup oynayan, zıplayan delikanlılar da vardı. Ben onlara dalmıştım. Âdeta rüyada gibiydim.

Hacı Dedemin şefkatli sesi beni uyardı:

–    Haydi cicim, artık gidelim!

Gene elimi eline aldı, geldiğimiz yollardan eve döndük.

Annem karanlıkta camı açmış, kafesi kaldırmış, bizi bekliyordu. Beni kucaklayıp öptü. Yanakları ıslaktı…

Benzer İçerikler

SEFİLLER -VICTOR HUGO

yakutlu

Gelirken Ekmek Al | Şermin Yaşar

yakutlu

Zindanda Şahlanış

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy