BİR İDAM MAHKÛMUNUN SON GÜNÜ-VICTOR HUGO

I

Bicêtre

“İdam mahkûmu!”
Beş haftadan beri bu düşünceyle baş başayım, onunla yaşıyorum; ürkütüyor varlığı beni, ağırlığı altında eziliyorum!
Bir zamanlar, böyle diyorum, çünkü bana öyle geliyor ki sanki haftalar değil de yıllar önce, ben de herkes gibi bir insandım. Her günün, her saatin, her dakikanın kendine özgü bir anlamı vardı. Genç ve zengindi ruhum, düşlemlerle doluydu. Yaşamın sert ve ince kumaşını bitmek bilmeyen karmaşık motiflerle işleyen ruhum bu düşlemleri, düzensizce ve ara vermeden gözümün önüne sıra sıra sermekten zevk alırdı. Genç kızlar, muhteşem papaz cüppeleri, kazanılmış savaşlar, gürültü ve ışık dolu tiyatrolar ve yine genç kızlar, geceleyin kestane ağaçlarının geniş dallarının altındaki hüzün dolu gezintilerdi bunlar. Her zaman mutluydum hayal dünyamda. İstediğimi düşünebiliyordum, özgürdüm.
Şimdi ise tutsağım. Bir hücrede prangaya vurulmuş bedenim; ruhum bir tek düşünceye hapsedilmiş. Korkunç, acımasız, yürek yakan bir düşünce! Artık önümde tek bir düşünce, tek bir yargı, tek bir gerçek var: idama mahkûm olmak!
Ne yaparsam yapayım, bu iğrenç düşünce hep burada yanımdan uzaklaşmayan, kurşundan bir hayalet gibi; yapayalnız ve kıskanç; benim gibi sefil bir insanın bütün hayallerini, mutluluklarını altüst ediyor, gözlerimi kapamak ya da başımı çevirmek istediğimde, buz gibi elleriyle beni sarsıyor. Ruhumun ondan kurtulmak için sığınabileceği bütün biçimlere giriyor, bana söylenen her söze korkunç bir nakarat gibi karışıyor, hücremin iğrenç demir parmaklıklarına benimle birlikte yapışıyor, uyanık olduğum zaman gözümün önünden gitmiyor, çırpınmalarla dolu uykumu kolluyor ve düşlerimde bir bıçak biçiminde bana görünüyor.
O hâlâ ardımda koşarken sıçrayarak uyanıyor ve şöyle diyorum kendi kendime: “Ah! Bir düşmüş bu yalnızca! Hele şükür!” Beni çevreleyen iğrenç gerçeğin içinde, hücremin nemli ve ıslak zemininde, gece lambamın ölgün ışığında, giysilerimin kaba kumaşında, zindanın demir parmaklıklarının ardından fişekliği parıldayan nöbetçi askerin yüz ifadesinde kendini gösteren bu korkunç yargıyı görebilmek için ağırlaşmış gözkapaklarım daha açılmadan önce, sanki bir ses mırıldanıyor kulağıma:
İdam mahkûmu!
II

Güzel bir ağustos sabahıydı.
Üç gün önce başlanmıştı davama; bu üç günden beri, her sabah, benim adım ve işlediğim suç, bir leşin çevresine toplanmış kargalar gibi, oturum salonunun sandalyelerinde sıralanmış dinleyici yığınını çekiyordu; bu üç günden beri, yargıçlar, tanıklar, avukatlar, savcılar, bir oyun oynar gibi, bazen gülünç ve acayip bazen de içler acısı bir biçimde, ama her zaman için insanı ürküten görünüşleriyle önümden geçip gidiyorlardı. İlk iki gece, kaygı ve korkudan uyuyamamıştım, ama sonunda üçüncü gece, sıkıntı ve yorgunluk uyumamı sağlamıştı. Gece yarısı, jüri üyelerini tartışırlarken bırakmıştım. Beni hücremdeki samanların üstüne yatırmışlardı ve orada, hemencecik derin bir uykuya, bir unutuş uykusuna dalmıştım. Nice günlerden sonra dinlenebildiğim ilk saatlerdi bunlar.
Beni uyandırmaya geldiklerinde, bu derin uykunun en derin noktasındaydım hâlâ. Bu sefer gardiyanın demir nalçalı ayakkabılarının gürültüsü, anahtarlarının tıkırtısı ve sürgülerinin boğuk gıcırtısı beni uyandırmaya yetmemişti; sert sesiyle kulağıma eğilip de sert eliyle koluma vurduğunda, ancak uykumun uyuşukluğundan ayılabilmiştim. Haydi kalkın! Gözlerimi açtım ve yattığım yerde dikildim. İşte o anda, hücremin yüksek ve dar penceresinden yan koridorun tavanına doğru, Tanrı’nın bana hayal meyal görmeyi bile nasip ettiği sarı bir ışığın yansıdığını gördüm; bir hapishane karanlığına gözleri alışmış herkesin ânında tanıyabileceği bir şeydi bu: güneş. Ben güneşi çok severim.
“Hava güzel,” dedim gardiyana.
Sanki konuşup konuşmaması gerektiğini bilmez gibi, bana karşılık vermeksizin bir an sustu; sonra sert bir tavırla şöyle mırıldandı:
“Olabilir.”
Hareketsizce durdum; aklım yarı uykuda, dudaklarım gülümser gibi, gözlerim de tavana yansıyan altın renkli parıltıya dikilmiş.
“İşte güzel bir gün,” diye yineledim.
“Evet,” diye yanıt verdi adam, “sizi bekliyorlar.”
İşte bu birkaç sözcük, bir böceğin uçuşunu engelleyen bir ağ gibi, birdenbire gerçeğin içine girmemi sağladı. Bir yıldırım gibi yine gözümün önünde canlandı karanlık mahkeme salonu: kan rengi paçavralara bürünmüş yargıçların nal biçimli kürsüleri, üç sıra halinde oturmuş aptal yüzlü tanıklar, sandalyemin her iki ucunda duran jandarmalar ve hareket eden kara giysiler ve gölgenin içinde kalabalığın sallanan başları ve ben uyurken beklemiş olan bu on iki jüri üyesinin üzerimde dikilmiş sabit bakışları!
Ayağa kalktım; dişlerim takırdıyordu. Ellerim titriyor ve giysilerimi nerede bulacağını bilemiyordu; bacaklarım güçsüz düşmüştü. İlk attığım adımda, sırtında ağır bir yük taşıyan bir hamal gibi sendeledim. O anda gardiyanı izliyordum.
Hücrenin eşiğinde iki jandarma beni bekliyordu. Kelepçeleri yeniden taktılar ellerime. O kadar küçük ve karmaşık bir kilidi vardı ki büyük bir dikkatle kapattılar onu. Her şeyi oluruna bırakıyordum; önlem üstüne önlem…
Bir avludan geçtik. Sabahın taze havası beni canlandırmıştı. Başımı kaldırdım. Gökyüzü masmaviydi ve uzun bacaların engellediği sıcak gün ışınları, hapishanenin yüksek ve karanlık duvarlarının tepesine ışıktan büyük açılar çiziyordu. Hava gerçekten güzeldi.
Burma biçiminde döne döne yükselen bir merdiveni tırmandık; önce bir koridordan geçtik, sonra bir ötekisine girdik, ardından bir üçüncüsüne; en sonunda da dar bir kapı açıldı. Gürültüyle karışık sıcak bir hava çarptı yüzüme; bu, mahkeme salonundaki kalabalığın soluğuydu. İçeri girdim.
Benim içeri girmemle birlikte, silahlar ve seslerle karışık bir uğultu kapladı salonu. Sıralar gürültüyle yerinden oynadı. Bölmeler çatırdadı ve ben, askerlerin önlerinde durdukları iki ayrı kalabalığın arasından geçtim; bütün bu meraklı ve asık yüzleri hareket ettiren iplerin birbirine bağlandığı bir merkez gibi hissettim kendimi.
İşte o anda, kelepçelerimin olmadığını fark ettim; ama yine de onların nerede ve ne zaman çıkarıldıklarını anımsayamıyordum.
Salonda büyük bir sessizlik oldu. Yerime oturdum. Kalabalığın gürültüsü kesilince, aklımdaki düşüncelerin uğultusu da dindi. O âna kadar gördüklerimin bir hayal olduğunu, asıl önemli ânın geldiğini ve kararı duymak amacıyla orada bulunduğumu anladım birden.
Bu düşüncenin aklıma nasıl geldiğini kim anlamışsa, bunu bana anlatsa iyi olur, çünkü artık içimde korku denen bir şey kalmamıştı. Pencereler açıktı; kentin havası ve gürültüsü odanın içine kadar geliyordu: Bir düğün varmış gibi apaydınlıktı salon; güneşin neşeli ışınları salonun her yanına küçük pencerelerin parlak biçimlerini çiziyor, döşemelerde dolaşıyor, masaların üstünde oynaşıyor, duvar kenarlarına gelince kırılıyordu; pencerelerin parıltılı dörtgenlerinden geçen her gün ışığı, havada altın renginde bir toz prizması oluşturuyordu.
Salonun dibinde oturan yargıçlar, işlerini tamamlamanın mutluluğu içerisindeydiler. Bir pencereden yansıyan ışık cümbüşünün, hafif de olsa, üzerine düştüğü başkanın yüzünde huzur ve iyilik dolu bir ifade vardı ve yanındaki genç yardımcısı, cepkeninin kumaşıyla oynayarak, özellikle onun arkasına yerleştirilmiş olan pembe şapkalı, güzel bir kadınla neredeyse hararetli bir biçimde sohbet ediyordu.
Salondakilerin arasında yalnızca jüri üyelerinin yüzleri solgun ve bitkindi; kuşkusuz bu, bütün gece uyanık olmanın verdiği bir yorgunluktan ileri geliyordu. Birkaçı da esniyordu. Hiçbirinin yüzünde, davranışlarında henüz idam kararı almış bir insan havası yoktu ve bu iyi burjuvacıkların yüzlerinden, çok büyük bir uyku isteğinin varlığını duyumsuyordum.
Karşımdaki pencere ardına kadar açıktı. Dışarıdaki çiçekçilerin gülüşmeleri kulağıma kadar geliyordu ve pencerenin kenarında küçük, tatlı, sarı renkli bir çiçek, gün ışığına doymuş bir halde, duvardaki çatlağın içinde rüzgârla oynaşıyordu.
Bu kadar tatlı duygular arasından o acı düşünce nasıl doğabilirdi? Güneş ve havadan dolayı sarhoş olduğum halde, özgürlükten başka bir şey nasıl düşünebilirdim ki… Umut, çevremdeki gün ışığı gibi içimde doğuyordu. Serbest bırakılmayı ve yaşama dönmeyi bekler gibi, yargı kararını bekliyordum.
O anda avukatım geldi. Onu bekliyorduk. Zengin kahvaltı masasında iştahla yediği belliydi. Yerine oturunca, gülümseyerek bana doğru eğildi.
“Ümitliyim,” diye konuştu.
“Öyle mi?” diye önemsemeksizin gülümseyerek karşılık verdim.
“Evet,” diye yineledi. “Neye karar verdiklerini bilmiyorum, ama yine de kuşkusuz savcının önerisini kabul etmeyeceklerdir. Herhalde ömür boyu kürek cezası verecekler.”
“Ne diyorsunuz siz bayım?” diye bağırdım. “Yüz kere ölmeyi tercih ederim bu cezaya!”
Evet, ölmek! “Peki,” diye yineledi içimdeki bir ses, bunu söylemekle ne yitirecektim ki? İdamlar genel olarak, gece yarısı, meşalelerin aydınlattığı karanlık ve iç karartıcı bir salonda, yağmurlu ve soğuk bir kış gecesinde açıklanır. Fakat ağustos ayında, sabahın sekizinde, böylesine güzel bir günde, bunca iyi jüri üyesi varken, olanaksız bir şey! Ve gözlerim, dönüp dolaşıp güneşle oynaşan tatlı, sarı çiçeğe takılıp duruyordu.
Avukatımın gelmesini beklemiş olan mahkeme başkanı, birdenbire bana ayağa kalkmamı söyledi. Yanımdaki askerler, silahlarını kaldırdılar; onların ardından, aynı etkileşime girmiş gibi, oturumu izleyenler de aynı anda ayağa kalktılar. Kürsünün önüne yerleştirilmiş bir masada oturmakta olan anlamsız ve bomboş bir yüz, yanılmıyorsam tutanak yazmanıydı, konuşmaya başladı ve benim yokluğumda jürinin verdiği kararıokumaya koyuldu. Bütün gövdemden soğuk bir ter boşalmaya başladı; düşmemek için duvara yaslandım.
“Avukat bey, cezanın uygulanma biçimi hakkında bir şey söylemek ister misiniz?” diye sordu mahkeme başkanı.
Ben, bir şeyler söylemek istiyordum, ama aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Dilim damağıma yapışmıştı.
Savunma avukatı ayağa kalktı.
Jürinin aldığı kararı hafifletmek istediğini anlamıştım; hatta bu kararın yerine beni epey rahatsız eden öteki kararın kabul edilmesi için çaba harcıyordu.
Öfkemin, düşünceme egemen olmak için kendi aralarında çekişen duygular arasında ortaya çıkması için, çok güçlü olması gerekiyordu. Daha önce avukatıma söylediğimi, yüksek bir sesle haykırarak yinelemek istiyordum! Yüz kez ölmeyi tercih ederim! Fakat soluğum kesildi ve yalnızca onu kolundan sert bir biçimde tutarak durdurabildim; çırpınarak içimden çıkan bir sesle bağırdım: Hayır!
Başsavcı, avukatın dediklerini kabul etmiyordu ve ben de onları aptalca bir neşeyle dinlemeye koyuldum. Yargıçlar dışarı çıktı, sonra yine içeri girdiler. Mahkeme başkanı, duruşma kararını okudu.
“İdama mahkûm!” diye söylendi kalabalık. Askerler beni götürürlerken, bütün bu insanlar, yıkılan bir yapının gürültüsüyle ardım sıra atıldılar. Oysa ben, sarhoş gibiydim; aptallaşmıştım. İçimde köklü bir değişim olmuştu. İdam hükmünün okunmasına kadar, soluk aldığımı, hareket ettiğimi, öteki insanlarla aynı ortam içinde yaşadığımı hissedebiliyordum; oysa şimdi, onlarla benim aramda bir duvar vardı. Şimdi artık hiçbir şey, eski canlılığında, eski haliyle görünmüyordu bana. Bu geniş, aydınlık pencereler, bu güzel güneş, bu taptaze gökyüzü, şu neşeli çiçek, hepsi de kefen rengine, soluk bir beyaza bürünmüştü. Benim üzerime saldıran bu adamlara, bu kadınlara, bu çocuklara hayalet görmüş gibi bakıyordum.
Merdivenin önünde siyah renkli, pis ve parmaklıklı bir araba bekliyordu. Arabaya binerken, meydana rasgele baktım. “Bir idam mahkûmu!” diye bağırıyorlardı arabaya doğru koşan insanlar. Onlarla benim arama girdiğini hissettiğim toz bulutların içinden, beni aç gözleriyle izleyen iki genç kız gördüm. “Ne kadar iyi,” diyordu daha küçük olanı ellerini çırparak. “Altı hafta sonra bunu da hallederler.”III

İdama mahkûm!
Peki, neden olmasın? “İnsanlar,” hangi kitapta okudum bunu bilemiyorum, ama yalnızca iyi şeylerden söz eden bir kitapta, “bütün insanlar günü belirsiz bir ölüme mahkûmdurlar,” diye bir cümle okumuştum. Peki, o halde, benim için değişen ne vardı ki?
Benimle ilgili kararın açıklandığı andan itibaren, kim bilir, uzun bir ömür sürmeyi umut eden kaç kişi ölmüştür! Genç olsun, hür ve sağlıklı olsun, kim bilir nicesi Grève Meydanı’nda başımın düşeceği günü beklerken, benden önce dünyaya gözlerini kapamıştır! Kim bilir, şu anda açık havada yürüyüp soluk alan, istediklerini yapabilen nice insan benden önce göçecek bu diyardan!
Ve sonra bu yaşamda özlem duyacak kadar beni üzebilecek ne kaldı ki? Gerçeği söylemek gerekirse hapishanenin karanlık gündüzü, kara ekmeği, kürek mahkûmlarının gerdeline konulmuş çorbaya benzer yemek, aşağılandığımı görmek, o kadar eğitim görmüş birisi olmama karşın gardiyanlar ve öteki mahkûmlarca horlanmak, konuşabileceğim ve dinleyebileceğim nitelikte bir insan görememek, yapmış olduğum ve bana yapılacak olan şeylerden dolayı durmadan ürpermek: İşte celladın aşağı yukarı elimden alacağı biricik servet bunlar.
Ah! Adam sen de, korkunç bir şey!
IV

Siyah bir araba getirdi beni buraya: bu gudubet yere, Bicêtre’e…
Uzaktan bakıldığında, görkemli bir havası var binanın. Ufukta, bir tepenin üstünde, eski gösterişinden bir şeyler saklar gibi, bir kral şatosu edasıyla yükseliyor. Fakat bu binaya yaklaştıkça, yapının yıkıntı halinde olduğu görülüyor. Harap cepheleri göz zevkini bozuyor. Bu soylu yapı neden böylesine utanç verici, güçten düşmüş gibi; sanki cüzama yakalanmış duvarları. Pencerelerinde ne cam ne de buna benzer bir şey kalmış; ancak bir kürek mahkûmunun ya da bir delinin solgun yüzünün yapıştığı çaprazlamasına kesişen kalın demir parmaklıklar var ortada.
İşte yaşamın yakından görünüşü.
V

Buraya gelir gelmez, demir eller bileklerimi sardılar. Uyarılarda bulundular: Yemek yerken ne bıçak ne de çatal kullanacaktım; file gibi bir kumaştan, bir çeşit kollu torbaya benzeyen “deli gömleği”yle kollarımı bağladılar; yaşamımı güvence altına almaya çalışıyorlardı. Yargıtaya başvurmuştum. Bu karışık iş, altı ya da yedi hafta sürebilirdi ve Grève Meydanı’na kadar beni sağ tutmak istiyorlardı.
İlk günler bana çok korkunç gelen bir yumuşaklıkla ilgilendiler benimle. Bir gardiyanın ilgisi sanki ölüm kokuyordu. Birkaç gün sonra, kendimi toparlayabildim hele şükür; bana öteki mahkûmlara gösterdikleri sertlikle yaklaştılar ve durmadan celladı anımsatan alışılmadık kibarlıklarını bir yana bıraktılar. Aslında tek iyileşme bu değildi. Genç olmam, uysal durmam, hapishane rahibinin yardımları ve hatta gardiyana söylediğim, onun ise anlamadığı Latince sözcükler, bana haftada bir kez öteki mahkûmlarla birlikte gezinti yapma izninin çıkmasını ve içinde adeta felç olduğum deli gömleğinin üstümden çıkarılmasını sağladı. Nice kararsızlıklardan sonra, bana mürekkep, kâğıt, kalemler ve bir gece lambası verdiler.
Her pazar, ayinden sonra, dinlenme saatlerinde beni avluya salıveriyorlardı. Orada mahkûmlarla sohbet ediyordum; böylesi daha iyi. Hepsi de iyi, zavallı insanlar. Kendi “hünerlerini” anlatıyorlardı; aslında hepsi de çok korkunç şeylerdi, ama bunlarla övündüklerini biliyordum. Bana argo konuşmayı, dediklerine göre, “külhanbeyi gibi konuşma”yı öğretiyorlardı. Bir çeşit habis tümör ya da bir etbeni gibi, herkesin konuştuğu dilin üzerine yapışmış bir dildi bu. Bazen garip bir güce, bazen de ürkütücü bir özgünlüğe bürünüveriyordu: Yolda üzüm pekmezi var (yerde kan var), dulla evlenmek (asılmak), sanki darağacının ipi, bütün asılmışların duluymuş gibi… Bir hırsızın başının iki adı vardı: Düşlere daldığında, düşündüğünde ve suça yol gösterirken sorbonne denilirdi; cellat kestiğinde de kelle. Bazen de nükteci bir tavırla: söğütten bir kumaş parçası (bir eskici küfesi), yalancı kadın (dil) ve sonra her yerde, her zaman kullanılan, nereden geldiği bilinmeyen garip, çirkin ve iğrenç sözcükler: kasap (cellat), cavlağı çekmek (ölmek), mezbaha (infazın yapıldığı alan). Sanki her biri, birer yengeç, birer örümcekti. Bu dili duymak, insanda, önünde pis ve tozlu bir şey, bir paçavra yığını silkelenmiş duygusu uyanıyordu.
Hiç olmazsa bu insanlar acıyorlar bana, yalnızca onlar. Gardiyanlar, zindancılar, anahtarcılar, yine de kızmıyorum onlara, sohbet ediyorlar, gülüyorlar ve benim önümde, sanki bir eşyadan söz edermiş gibi, benden konuşuyorlardı.
VI

Kendi kendime şöyle dedim:
“Mademki bir şeyler yazma olanağım var, neden yapmayayım bunu?” Fakat ne yazacağım? Çıplak ve soğuk taştan dört duvar arasında tutsak olmuş; adım atabileceğim bir özgürlükten, görebileceğim bir ufuktan yoksun durumda; tek eğlence olarak, kapımın gözetleme deliğinin, karşısındaki karanlık duvara yansıttığı beyazımsı karenin yavaş yavaş ilerleyişini bütün gün, bir makine gibi izleyerek vakit geçirirken ve biraz önce de söylediğim gibi, bir düşünceyle, bir suç ve ceza düşüncesiyle, bir cinayet ve ölüm düşüncesiyle baş başayken! Ne yazabilirdim ki? Bu dünyada artık yapacak bir şeyi kalmamış bir insan olarak, benim söyleyecek neyim olabilir ki! Bu bozulmuş ve boşalmış beyinde yazmaya değer ne bulacaktım ki?
Neden olmasın? Çevremdeki her şey durağan ve renksiz olsa da benim içimde kopan bir fırtına, bir çatışma, bir trajedi yok muydu? Benliğimi saran bu saplantı, günün her saatinde, her ânında, yepyeni bir biçimde; infaz vakti yaklaştıkça daha da iğrenç ve daha da kanlı biçimde çıkmıyor mu karşıma? İçinde bulunduğum bu terk edilmişlik ortamında hissettiğim şiddetli ve anlamsız her şeyi neden kendime anlatmayı denemeyeyim? Kuşkusuz anlatacağım çok şey var ve ömrüm ne kadar kısa olursa olsun, içinde bulunduğum bu saatten son dakikama kadar onu dolduracak kaygılar, korkular ve acılarda kalemimi aşındıracak, mürekkep hokkasını boşaltacak değerde bir şeyler olacaktır. Zaten bu kaygıların yol açtığı acıları azaltmanın yolu onları incelemek olacaktır ve onları dile getirmek beni oyalayacaktır.
Ve sonra, yazdığım şeyler, belki de yararsız olmayacaklar. Eğer “bedensel” bakımdan yazmayı sürdürmemin olanaksızlaştığı âna kadar yürütme gücüne sahip olursam, saati saatine, dakikası dakikasına her işkenceyi yazdığım bu acılarımın günlüğü; duygularımın, kuşkusuz bitmeyecek, ama yine de olabildiğince eksiksiz kalacak olan bu öyküsü, kendisinde, büyük ve derin bir anlam taşımayacak mı? Bu can çekişen düşünceler tutanağında, durmadan artan acılarda, bir idam mahkûmunun zihinsel otopsisinde, yargı kararını alanlar için birden çok ders olmayacak mı? Başka bir kez, düşünen bir başı, bir insan başını adalet terazisi adını verdikleri şeye atmaları söz konusu olduğunda, bu yazdığım şeyler onların daha insaflı olmalarını sağlayabilir. Belki de onlar, bu zavallılar, bir idam kararının yol açtığı eziyetlerle dolu o ağır duygu birikimini düşünmemişlerdir. Bu insanlar, acaba ortadan kaldırılmasına karar verdikleri insanda, bir aklın, yaşama dört elle sarılmış bir aklın, ölüme hazır olmayan bir canın olduğu düşüncesini hiç mi akıllarına getirmiyorlar? Hayır. Onlara göre, bu, yalnızca üçgenimsi bir bıçağın dümdüz aşağı düşmesinden başka bir şey değil ve bir mahkûm için artık zamanın ne öncesinin, ne de sonrasının bir anlamı olduğunu düşünüyorlardır hiç kuşkusuz.
Bu kâğıtlar onları bu yanılgıdan kurtaracaktır. Belki bir gün yayınlanırlarsa, vicdanlarının bir an ruhun acılarıyla ilgilenmesini sağlayacaktır, çünkü bunların varlığından bile haberleri yoktur. Hatta bedene hiç acı çektirmeden öldürebildikleri için mutludurlar. Amaçladıkları budur zaten. Oysa, ruhsal acının yanında bedensel acı bir hiç kalır! İğrençlik ve acıma duygusu, yasalar böyle yapılmıştır! Bir gün gelecek ve belki de bu anılar, sefil bir insanın bu son itirafları onlara biraz olsun katkıda bulunacak…
Meğer ki ben öldükten sonra, rüzgâr bu çamur lekeli kâğıtları avlunun içinde savurmasın ya da bir gardiyanın kırık pencere camına yapıştırıldığı yerde yağmurdan ıslanıp çürümesin.

Benzer İçerikler

Ev – Başlangıç Noktamız – Donald W. Winnicott – Online Kitap Oku

yakutlu

VAROLUŞÇULUK -Jean-Paul Sartre

yakutlu

Tuhaf Şeyler Oluyor Bay Tarantino | Neslihan Önderoğlu

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy