Bir Kış Yolculuğu | Şükran Yiğit


“‘Nasılsın?’ diye sorulduğunda içimden bir çığlık gibi yükselen ‘Yalnızım, çok yalnızım,’ sözcüklerini söylememeyi başarıyor ama yine de sebebini ve kaynağını pek anlayamadığım tuhaf bir denge içinde hayatımı sürdürüyordum. Karım öleli altı yıl olmuştu.”

Bir Kış Yolculuğu, altı yıl önce beklenmedik bir ölümle karısını kaybeden bir adamın, ondan geriye kalan fotoğraf karelerinin izinde çıktığı bir yolculuğun adım adım, kare kare bir muammaya dönüşümünün hikâyesi. Ama aynı zamanda, bu dünyanın en çok her şeyin sürüp gittiği kitaplardaki halini seven iki insanın ölümle bile kaybolmayan bağının tanıklığı.

Şükran Yiğit, insanın içine işleyen eşsiz anlatımıyla, baharın uzak bir rüya gibi beklendiği, karlarla kaplı bir novellaya hayat veriyor.

BİRİNCİ BÖLÜM
Masumiyet

Adaçayının kışı lavantanın kollarında geçirdiği yıldı. Kış bir türlü bitmek bilmemiş, güneş, niyeti görüşmek olmasa da yasaksavar gibi arayıp hal hatır soran eski bir arkadaş misali dünyaya arada bir göz kırpmış ama yüzünü pek göstermemişti. Bahar uzak bir rüya gibiydi. Karımın ani ölümünün ardından âdeta sığındığım ve ibadet edercesine günlerimi, gecelerimi geçirdiğim herbaryuma artık çok az giriyor, aylarca altında oturup İstanbul’u seyrettiğim sedir ağacının yavaş yavaş kurumasını ilgisizlikle izliyor, “Nasılsın?” diye sorulduğunda içimden bir çığlık gibi yükselen, “Yalnızım, çok yalnızım,” sözcüklerini söylememeyi başarıyor ama yine de sebebini ve kaynağını pek anlayamadığım tuhaf bir denge içinde hayatımı sürdürüyordum. Karım öleli altı yıl olmuştu.

Onun ölümünden beş yıl sonra ise beni sevdiğini söyleyen bir başkasına âşık olma fikrine kendimi alıştırmaya çalışmış fakat beş aylık bir beraberliğin ardından yavaş yavaş, için için kökü çürüyen ve sonra bir gün içinde yaprakları dökülüveren bir ağaç gibi hissetmiştim kendimi. Çünkü ben bütün o aylar boyunca elimde kalan sadece bir-iki cansız kökü, taze toprağa aktarabilmiş, dallarını budayıp umutsuzca yeniden yeşermesini beklemiştim. Ama olmamıştı. Oysa ne kadar çok beklemiştim. Taksim’de lapa lapa yağan karın altında içim kıpır kıpır olsun diyerek beklemiştim, Beşiktaş’a yanaşan her vapurdan çıkacak diye heyecanlanmayı isteyerek beklemiştim. Tren istasyonlarında, parklarda, sinemalarda beklemiştim.

İlk günlerde karımın, başımı ona çevirince uzaklaşıveren gölgesinde, sonra da onun bir köşeden gülümseyerek beni izleyen gözlerinin ışıltısında beklemiştim. Ve en çok o sedir ağacının; şimdi kuruyup gidişini boş bakışlarla izlediğim sedir ağacının altında beklemiştim. Ama beş ayın sonunda kendime itiraf etmiştim ki ben birini değil sadece o duyguyu bekliyorum. İşte böyle, ışıltıların kaybolduğu ve bir bekleyişin gölgesinde geçirdiğim akşamüstlerinden birinde Polonyalı meslektaşım ve arkadaşım Antoni aramış, üniversitede oluşturulan bir çalışma grubuna katılmak isteyip istemediğimi sormuştu.

Krakow Mezarlığı’ndan toplanacak likenlerle ilgili bir araştırma ve tasnif işiydi bu. İlk bakışta heyecan uyandıracak bir çalışma gibi durmuyordu. Ama Antoni, Krakow’a başka bölgelerden taşındığı anlaşılan eski mezar taşlarının üzerinde oralarda doğal olarak bulunmayan farklı bir liken türünün söz konusu olduğunu söyleyince araştırmanın çekici olabileceğini düşünmüştüm. Ama araştırma hiç çekici olmasa da bu teklife hayır dememek için o kadar çok nedenim vardı ki! Karımın altı yıl önce son iki ayını geçirdiği şehirdi Krakow. Oraya gidip onun izini sürmeyi hep istemiş ama buna bir türlü cesaret edememiştim. Ailesinin evine de gidememiştim. Okuldaki odasının kapısında artık başka bir isim yazmaya başlayınca da İstanbul’daki bir üniversiteye geçmiştim.

Ama onun evdeki odasını ve bitkilerini olduğu gibi taşımıştım, dolabına giysilerini asmıştım. Kokusu birlikte gelmişti ama yine de İstanbul’da geçirdiğim o ilk aylarda hep için için, onu Ankara’da tek başına bırakıp geldiğimi düşünmüştüm. Fakat bir süre sonra yine eski duyguma; karımın aslında başka bir yerde yaşıyor olduğu duygusuna tekrar kavuşmuştum. En son ayrı kaldığımız zaman onun Krakow’da geçirdiği dönem olduğu için de sık sık o Krakow’daymış gibi yapardım. İşte Antoni’nin davetini kabul edip gidersem bu hayalden vazgeçecektim. Öte yandan kendimi İstanbul’da öyle kıstırılmış hissediyor ve o kadar hiç bilmediğim başka bir yere gitmek istiyordum ki! Böylece gitmek ve gitmemek arasında geçirdiğim on beş günün sonunda Antoni’ye evet dedim. Üç ay kalacaktım Krakow’da. O kışı gelmek bilmeyen bir baharı özleyerek, yazı ise çalışarak geçirdim. Sonbaharı bekledim.

Bavula ilk önce dosyayı koymuştum. Karımın Krakow’da çektiği fotoğrafları nasıl dünyada ilk kez gördüğü nadide bir bitkiyi saklayacaksa öyle sakladığı; o özenle bir dosyaya yerleştirip, incecik ve uçarı el yazısıyla tek tek fotoğrafların çekildiği tarihleri ve yerlerini belirttiği dosyayı. Karımın fotoğraf merakı ilk gençlik yıllarımızda başlamış ve artık bir makro objektifle bitkileri çekerken kesinlikle adını koymuş ve botanikçi olmaya karar vermişti. Öyleydi karım, hep bir karar alır ve yapardı. Ben onun peşinden gitmiştim. Yıllar geçip de dijital makinelerin dünyayı olduğundan da güzel gösteren fotoğraflarının esaretinde hep beraber yuvarlanıp giderken bile o eski makinesini kullanmaya devam etmiş, bütün gezilerde yanına o makineyi almış hatta o eski Rus yapımı agrandizörden bile vazgeçmemişti. Vefalıydı karım. Adı Zuhal’di. Ben ona inanırdım.

Benzer İçerikler

Mavi Gözyaşı

yakutlu

Sivil İtaatsizlik – Henry David Thoreau – Online Kitap Oku

yakutlu

İlk Ağacı Öperek – Zeynep Köylü – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy