Bir Papatya Şarkısı | K. Kübra Berk


Büyük bir hayran kitlesi, sevdikleri şarkıcıya en fazla ne yapabilirdi?

Papatya Parlar, sahne ışıklarının altında parlamaya alıştığı bir hayata sahip olan, para ve popülarite hayatını yönlendirirken şarkıları milyonlarca insan tarafından büyük beğeniyle dinlenen bir şarkıcıydı. Güzelliği ve sesiyle adından söz ettiriyor, magazin gündeminden düşmüyor, kariyerinin yükseliş hızı nefes kesiyordu.

Ta ki o güne, bir hayran saldırısına uğradığı ve tüm dünyasını tersine çeviren bir dilek dilediği o ana dek.

Her şey büyük bir hızla değişirken ayakta duramayacağı kadar sertçe sarsıldığı bu yeni düzende yanında biri vardı: Hiç tanımadığı ancak defalarca onun tarafından kurtarıldığı gizemli bir genç adam… Soğukkanlı bir karizma abidesi… Üstelik, Papatya Parlar’ın şımarık, ukala ve fazlasıyla ünlü olmasıyla hiç ilgilenmiyordu! Birbirinden alakasız bu iki insan, beraber atlatmaya mecbur kaldıkları zor günlerin üstesinden gelip eski hayatlarına dönebilecekler miydi?

Yanlış soru: Bu ikili, tüm bu öfke ve komedi dolu hikâyede beraber hayatta kalabilecek miydi?

“Bazı papatyalar siz yapraklarını koparmadan önce son şarkılarını söyler.”

*

“Bazı Papatyalar, siz yapraklarını koparmadan önce son şarkılarını söyler.”

BÖLÜM 1

BAZI IŞIKLAR FAZLA PARLAR

“Başka bir arzunuz var mıydı?”

“Beni evime ışınlaman.”

Saçımdaki maşayı tutan kız gülümsedi.

“Keşke hizmetimiz o kadar ilerleyebilseydi, efendim.”

Derin bir iç çekip saçımdaki son bukleyi bırakmasını bekledim. Yeteri kadar ısı alan saç tutamı, tatlı bir kıvrımla aşağı sallandı. Kız, saçın kıvrımının daha kalıcı olmasını sağlayacak hoş kokulu bir sprey sıktı, elleriyle nazikçe birkaç tutamı düzeltti. O işini bitirir bitirmez ayaklandım ve önümdeki makyaj masasından minik çantamı aldım.

Arkamdan, “Size iyi gelecek tatlı bir kahve?” diye seslenince başımı iki yana salladım.

“Şoförümü çağırsan yeter, tatlım. Saçım harika oldu, teşekkürler.”

“Nasıl isterseniz, efendim.”

Stilettolarımın zeminde çıkardığı tok tıkırtıyla yürürken güneş gözlüğümü takıyordum. Son şekillendirilen bukle yüzüme doğru düşünce elimle hafifçe geriye savurdum. Adımlarım, beni az önce stüdyonun içinde bıraktığım parlak ışıklara doğru götürüyordu. Ne olacaktı benim şu ışıldama sevdam sahi?

Kalabalık bir ekip kameranın yanı başında toplanmış, büyük bir ilgiyle ekrana eğilmiş, son çekimlerimi izliyordu. Yüz ifadeleri, mırıltıları… Hepsi birbirinden heyecanlıydı. Kıvırcık saçlı olan şaşkınca ağzını kapatırken hayranlıkla ekrana bakmaya devam ediyor, sanki oradan gözlerini alamıyordu. Onun, projenin görüntü yönetmeni olduğunu hatırlıyordum.

“İnanılmaz! İnanılmaz! Bu bir şaka mı?”

“Size, onun yüzünün ekranlar için yaratıldığını söylemiştim…”

Menajerim Çağrı, sırıtarak onlara bakarken sesi övgü ve gurur doluydu.

“Bu kadarını hayal etmemiştim! Bu reklamın getireceği sesi hayal edemiyorum!”

Onları duymamış gibi yaparak hafifçe öksürdüm. “Selamlar.”

Yönetmen koltuğundaki adam, hemen sağında ayakta bekleyen asistanlar, birkaç set çalışanı beni fark eder etmez başlarını kaldırdı.

“Siz çıktınız sanmıştık!” dedi içlerinden biri heyecanla yerinden fırlarken.

“Henüz değil,” derken nazikçe gülümsedim. “Saçım biraz bozulmuştu, dışarıda öyle yakalanmak istemedim. Biliyorsunuz, flaşların ne zaman patlayacağı belli olmuyor.”

Çağrı aralarından çabucak sıyrılıp yanıma gelirken, “Ben konuşmuştum hayatım, bugün yorgun olduğunu biliyorlardı, gelen olmayacak,” diye tane tane açıkladı. Sonra bana göz kırptı.

“Bunu en son söylediğinde tatilde beni nasıl yakaladıklarını hatırlıyorum. Gazete manşetlerini ne çabuk unuttun? Lütfen, tedbirlerime karışma,” diyerek somurttum.

Çağrı dudağını kıvırdı. “Habersiz çekimlerde bile harikaydın, haftalarca konuşuldu…”

Ah doğru, nasıl unuturdum? Menajerim için nerede, ne koşulda, ne yaparken yakalandığım çok önemli değildi. Önemli olan, bunun nasıl bir gündem yarattığı, basına ve insanlara nasıl yansıdığıydı. Özellikle hayran kitlem büyük merakla hayatımdan minik bir parçaya bile şahit olmak isterken!

Yönetmen hızla atıldı. “Sizinle çalışmak muhteşemdi. Bu ilk reklam çekiminiz ancak belli ki son olmayacak, lütfen sonraki projelerinizde de bizlere yer vermeyi düşünün.”

Adamın uzattığı eli sıkarken yorgunca başımı salladım. “Bu konulara Çağrı bakıyor. Biliyorsunuz, şartlarımız bazen karşı tarafa fazla gelebiliyor…”

Adam sözümü çabucak kesti: “Siz orasını merak etmeyin. Konuşuruz, hallederiz. Ekranlara bu kadar yakışan güzel bir yüzü kaybetmek istemiyoruz, ortaklarımız da bu düşüncede, emin olabilirsiniz. Sizinle mutlaka iletişimde olacağız.”

Adamın cümlesinden anlamam gereken tek bir şey vardı: İstediğin paranın on katını bile verebiliriz çünkü senin üzerinden kazanacağımız miktarı hayal edemiyoruz!

“Teşekkürler,” derken giderek yapmacıklaşıyordum, yanaklarım da gülümsemek için onları yukarı doğru kaldırmaya çalıştığımdan kasılıyordu. “Hoşça kalın.”

Ekipten birçok kişi heyecanla el salladı. “Görüşmek üzere!”

Çağrı benimle birlikte yürümeye başlarken çalışanlardan biri arkamızdan yetişti. Getirdiği beyaz, yün kabanımı omuzlarımın üzerine nazikçe bıraktığında ona gülümsedim.

“Diyet sandviçinizi arabanıza gönderdik, efendim. Başka bir isteğiniz var mı?”

“Teşekkürler, hayatım. Başka bir şey yok.”

Tam önüme dönmüştüm ki yeniden hızlı birkaç adımla bana yetişti.

“Çekimler sırasında çok yoğun olduğunuz için rahatsız etmek istemedim ancak kız arkadaşım herkes gibi şarkılarınıza bayılıyor. Hele ki o parçanız…”

“Hangisinden söz ediyorsun?” derken birlikte yürüyorduk, ona göz kırptım.

“’Kutuplarda Yanalım!’”

“Ah, çok çok hissederek söylemiştim…”

Çocuk heyecanla atıldı: “Kız arkadaşım bayılıyor. Acayip büyük fanınız, lütfen ona selam gönderebilir misiniz?”

Adımlarımı durdurup tebessüm ettim. “Saçımı az önce yaptırdım, şanslısın. İsmi nedir?”

“A-Ayşe!”

Heyecanla yüzüme tuttuğu telefonun kamerasını açtı, gülümseyerek el salladım ve bağırdım:

“Ayşe, seni çok seviyorum! Şarkılarımı dinlemeye devam et tatlım, öpücükler!”

Çocuk telaşla videoyu kaydederken dudağını ısırıyordu. “Şoke olacak. Bugün çekime geldiğinizi bilerek söylemedim, görünce öyle mutlu olacak ki!”

Veda etmek için el salladıktan sonra omzumdaki yumuşak yün kabanı tuttum ve yürümeye devam ettim; geride bıraktığım genç çocuk beni sevgi sözcükleri içeren büyük bir memnuniyetle uğurladı. Çağrı ve ben az önce çekim yaptığımız stüdyodan çıkarken birkaç dakika boyunca sessizce etrafta cam odaların olduğu uzun koridorda yürüdük. Çevrede kimsenin kalmadığından emin olunca sert bir küfür savurdum. Çağrı, alışık olduğu bu tavrımla hızla sağı solu kontrol etti.

“Biraz sessiz ol, kızım…”

“Ayakkabılar ağzıma sıçtı. Kaç bin lira verdim ben bunlara!”

“İade ederiz.”

“Ulaş bu markaya, bir daha hiçbir ürününü almayacağımı söyle!”

“Abartmasana,” diye homurdandı. “Bıktım şu fevriliğinden. Herkesi hemen reddetmemeyi bir türlü öğretemedim sana.”

“Son üç günde on sekiz farklı reklam çekimini kabul etmenden anlayamamıştım, iyi oldu söylediğin.”

Yüksek sesle oflarken büyük binanın dış kapısından çıkıyordum.

“Sana kalsa reklam çekimi falan da boş işti! Ama bak, adamlar sana bayıldı. Bayılmak ne kelime, dilleri tutuldu!”

“Gördüm,” dedim sakince.

Çağrı heyecanla sırıtıyordu, arabaya kadar bana eşlik ederken şoförüm de arka kapıyı benim için açmıştı.

Sana sadece şarkı söylemek yetmez, ekranda da parlamaya başlayacaksın, derken bunu kastediyordum… Işıldıyorsun, kızım! Işıldamak için doğmuşsun!”

Arabaya binmeden önce çantamı kurcalıyordum. “Çağrı, sanırım rujum içeride kaldı.”

“Bu adam var ya, kaç tane yapımcıya haber salacak… Daha bu reklam yayına girmeden sana teklifler yağacak, deli gibi uçacağız! Bak, söylemedi deme!”

“O ruj sınırlı sayıda üretildi, yurt dışından getirttim. Yarın bana getir mutlaka. Makyöz kız hangisi olduğunu biliyor, içlerinden en pahalısı.”

“Oho!.. Ben ne anlatıyorum, sen ne anlatıyorsun? Tamam, söylerim…”

“Yarın toplantıda görüşürüz, yorgunluktan bulanık görüyorum seni. Ciddiyim bak. Şu topuklulardan da bir kurtulayım!”

Çağrı hızla cebinden not defterini çıkardı ve bugün yapılacaklar kısmına tik attı. Yarınki planı hızlıca gözden geçirirken konuşmaya devam ediyordu.

“Bak, öğlene kadar güzelce dinlen. İstersen önce bir spa… Akşam altı gibi seni evden aldıracağım, sekizde sahnen var.”

Şaşkınca kaşlarımı kaldırdım. “Ne? Nasıl?”

“Biraz ani gelişti. Adamlar çok ısrar etti, kaç gündür yalvar yakar gelip gittiler. İki saatliğine müsaade ettim; seni çok yormaz, merak etme.”

“Çağrı, hani ara verecektik? Sen beni hep kandırıyorsun ya!”

Dünyam başıma yıkılmıştı. Yarın sadece şirkete uğrar, hızlı bir toplantıdan sonra şehir dışına uçarak kaçamak yaparım diye düşünüyordum. Arkadaşlarım ani bir plan yapmış gibi taklit yapacak ve Çağrı’yı son anda haberdar edecektim. Oysa şimdi onun benim taktiğimi kullandığını görüp çıldırıyordum!

Çağrı yüksek sesime karşılık etrafı kolaçan ettikten sonra beni arabaya soktu ve kafasını içeri uzattı.

“Manyak mısın?” diye fısıldadı. “İki saate kaç milyon ödediler, haberin var mı? Nasıl reddetseydim? Takmışlar kafaya, ille de sen, dediler. Millet, ‘Kutuplarda Yanalım’ dinlemek istiyormuş, çıkışı süper yaptık!”

Olan olmuştu, plan iptal etmek âdetim değildi. Bunu uyanık Çağrı da iyi biliyordu!

“Bir daha sakın bana sormadan araya iş sokma! Ciddiyim, ortadan kaybolurum, bir daha da gelmem!”

“Listeleri altüst ettin. Farkında bile değilsin, senin jeton ancak bir ay sonra düşer. Ben şimdiden analiz şirketiyle görüştüm, bu gidişle bir süre zirvedesiniz, diyor. Tıklanmaların yıkılıyor, kızım!”

Kendi kendine heyecanla konuşmaya devam ediyordu: “Hele bir de o hedeflediğim grubu sollarsan tamam, şarkılara daha tuhaf isimler bulmamız gerekiyor.”

“Ben sevildiğim için dinlenmek istiyorum,” dedim kendi kendime.

Bu talebim, Çağrı’nın umurunda bile değildi.

“Konuşuruz onu, kafaya takma. Önce reklam kitlesini yakalayalım, gerisine sonra bakarız. Üç beş kişi de severek dinler elbet, canım.”

“Çok iyisin, çok sağ ol,” dedim gözlerimi devirirken. Yarın hazırlanmam gereken saati hatırlayınca mızmızlanır gibi başımı salladım. “Haberleşiriz o zaman.”

Çağrı dediğini yaptırmış olmanın keyfiyle sırıttı. “Tamam, aşkitom. Dikkat et.”

Şoför, Çağrı uzaklaşınca kapıyı kapattı; bense arka koltuğa bedenimi bir çuval gibi bıraktım. Çantamı sol tarafıma fırlattım, başımı geriye yaslayıp gözlerimi kapattım.

“Sandviçim sende mi, ağabey?”

Çevik ağabey ön koltuktaki paketi bana uzattı. “Burada. Eve gidiyoruz, değil mi?”

Kahvaltıdan sonra bir şey yiyememiştim ve neredeyse akşam olmak üzereydi. Kurt gibi açtım. Poşeti yırtıp tabiri caizse hayvan gibi yemeye başladım. Annem şunu yaptığımı görse beni baş aşağı sallandırırdı.

“Aynen, sür eve gitsin. Kafam patladı ya! Çok fena bir şeymiş bunun çekimleri, şarkı klibi çekmeye hiç benzemiyor…”

Çevik ağabey aynadan bakıp sırıttı, aramızdaki yaş farkı çok değildi ancak bir ağabey gibi güven verdiğinden ona öyle seslenmeyi seviyordum. O da bana takılmaya bayılırdı.

Şarkı zamanı klip için ada ada gezip tatil yapmaya benzemiyor, diye düzeltelim…”

“Tabii!” diye homurdandım. “Onda da işin çok uzadığı oluyordu ama bunda tek sahneyi elli kere çektik! Hele o ışıklar çok fenaydı, aynı yere bakmaktan şaşı oldum.”

“Neyse, sağ salim bitirdin. Ben de sen içerideyken yakaladığım birkaç kameramanı kovaladım, pusmuşlardı şu köşeye.”

Sandviçi ısırmayı bırakıp göz ucuyla sakin görünen sokağı süzdüm, arabanın içinin görünmediğini bilmeme rağmen koltukta aşağı kaydım.

“Of ya, bir bitmediler! Zaten rujum da yanımda değildi, tazelemeyi unutmuşum. İyi ki yakalanmadım.”

“Sıkıntı yok, gayet iyi görünüyorsun.”

“Ya ağabey, bu haysiyetsizler beni rujsuz görünce makyajsız yakalandı diye başlık atıyor! Fondötenden, kapatıcıdan haberleri yok cahillerin! Hayır, dudaklarıma dolgu yaptırdım ya şimdi, o yüzden rengi yokken cansız görünüyor.”

Sokağı dönerken Çevik ağabey aynadan bana şaşkınca baktı. “Sen buna niye bu kadar bozuluyorsun ki?”

“Sorun çekmeleri değil zaten! Çektikten sonra makyajsız güzel falan yazdıkları için beni gömmeye meraklı olanlar yorumlara üşüşüyor. Kimi yiyormuşuz, suratımda elli kat boya varmış, badanamı yeni yaptırmışım.”

Çevik ağabey dayanamayıp yüksek bir kahkaha patlattı. Sandviçimi yiyesim kaçmıştı, somurtup dışarıyı izledim.

“Milyon takipçili bir magazin sitesi yalanını yakaladık diye almış, en ufak siyah noktamın soy kütüğünü göreceğim bir yakınlıktan çekilmiş fotoğrafımı sayfasında paylaşmış! Yorumlarda biri bana ne demiş, biliyor musun?”

Çevik ağabey sırıtıyordu. “Ne demiş?”

Yalancı kokona, yazmış!”

Çevik ağabey bir kahkaha daha patlatırken sandviçimi hırsla ısırdım.

“Sanki dünya güzeli olduğumu iddia ettim! Tamam, cazibemin insanların başını döndürdüğünü inkâr etmiyorum. Dikkat çekici de bir hatunum, şurada şöyle bir salınsam elli kişi…”

Çevik ağabey öksürünce, “Pardon ağabey, ne demek istediğimi anladın işte,” diye sırıttım.

Sonra düşmanca yorumları hatırladığım gibi kaşlarım çatıldı.

“İnsanı atomun parçacığını inceler gibi yüzünde patlayan flaşla kocaman paylaşırsanız herhâlde boka benzerim!”

Çevik ağabey bu krizlerime alışık olduğu için fazla yorum yapmadı. “Çok yorulmuşsun sen, şimdi gaza bastığım gibi evdesin.”

“Uçur beni,” dedim sandviçten koca bir ısırık daha alırken.

Büyük lokmayı çiğnemeye başlarken diyetisyenimin şu anda burada olsaydı enseme bir şaplak atmak isteyeceğini düşündüm. Ekmek yemeyi bırakmam konusunda o kadar çok konuşmuştuk ve beni öyle sıkı tembihlemişti ki tam bir dolandırıcı olduğumu hissettim.

Eğer şimdi burada olsa dudağımı büzüp, “Ama…” diye mızmızlanırdım. “Ama çok yoruldum, beni en mutlu eden sandviçlerimden yeme hakkım yok mu? Birazcık bile mi?”

Kaşlarını çatar, her şeyi yemeyi kestiği için ufacık kalmış suratındaki koca gözlerini belerterek bana bakardı. “Hayır! Kesinlikle hayır!”

Sonra beni üstten bir bakışla baştan aşağı süzerdi. Gözleri, her zaman şikâyetçi olduğum basenlerimde dururdu. “Yoksa o elbiselerin içinden taşmak mı istiyorsun? Sonra yeni bir projem var, üç günde beş kilo gidecek, diye sızlanma! Yok öyle bir dünya, tatlım…”

“Ayy,” dedim hayalinin bile bu kadar gerçek olması tüylerimi ürpertirken. “Tövbe tövbe.”

Ağzımdaki lokma keyifsiz şekilde daha da büyürken telefonum yine yüksek sesle çalmaya başladı. Bugün kaçıncı çalışıydı, sayamamıştım. Şu an kimseyle konuşacak dermanım yoktu. Bu topuklu ayakkabıların içinde zavallı bedenime eziyet ede ede saatlerce oradan oraya koşmuştum! Bir çekim için girmediğim kılık kalmamıştı, şimdi o telefonu açıp çenemi hiç yoramayacaktım. Çok isteyen bir daha arardı nasıl olsa…

“Hayır, bebek bezi reklamı ne alaka?” dedim kendi kendime düşünceli bir tınıyla konuşurken. Sandviçin son parçası ağzımı doldurmuştu. “Ben evli değilim, hamile değilim, çocuğum yok!”

“Senin bu menajer fazla hareketli geliyor bana,” dedi Çevik ağabey ciddiyetle. “Gelen her işi kabul ediyor sanki.”

“Bana da öyle geliyor,” dedim ağzımdaki lokmayı zar zor çiğnerken. “Tamam, sözleşme imzaladığımızdan beri hayvan gibi çalışıyoruz, şarkıların reklamını bayağı iyi yaptırıyor. Dilli de bir çocuk! Daha bir iş bitmeden ötekini hazırlıyor. Ama bendeki de can, ağabey ya… İki aydır iliğimi kuruttu. Hayatım boyunca hiç bu kadar çalışmamıştım!”

“Hakkını yememek lazım, seninkilerin çok hoşuna gitti bu durum. Seni bu kadar çok görmeye bayılıyorlar.”

“Evet,” dedim hayranlarımın son aylarda çıkan her şarkımı nasıl da bir günde ülke gündemine soktuklarını düşününce. “Cidden Çağrı’nın dediklerini yaptığımdan beri kitle coştu!”

Sonra bir sessizlik oluştu. Eski menajerimle ters düştüğümüzü hatırladım. Beş yıl önce başlayan müzik kariyerimde sesim, kendi emeğim ve disiplinimle bir yerlere gelebilmiştim. Bu süreçte çok heyecanlı ve deneyimsiz olduğum için kim ne söylerse doğru zannediyordum. Sağ olsun, o bunak adam hiçbir iş teklifini kabul etmiyor, kariyerimi sadece kendi prensiplerine göre yönetiyordu. Öyle de aksiydi ki! Bir süre sonra kimse kapımızı çalmaz olmuştu, hâliyle huysuzluğuna katlanmak istemiyorlardı. Yeterince idare etmiştim ancak bir noktadan sonra fark etmiştim ki reklam çalışmaları konusunda tam bir beceriksizdi, sesim ne kadar iyi olursa olsun daha çok keşfedilmek, popüler olmak istemiştim. Sonuçta evde kendi kendime şarkı söyleyeceksem banyom yetiyordu! Ben dünyaya açılmak istiyordum.

Adam çağın o kadar gerisinde kalmıştı ki isteklerimi anlayamıyordu; çoğunu çocukça, şımarıkça, profesyonel olmayan bir tutum olarak görüyordu. Nihayetinde geçtiğimiz aylarda büyük bir kavgayla yollarımızı ayırma kararı almıştık. Çağrı ise o dönemde karşıma çıkmıştı, damarlarındaki kan delice akan bir adamdı! Eski menajerimden çok farklıydı.

“O adam, bebek bezi reklamında beni görünce kesin kalp krizi geçirecek,” diye mırıldandım. “Zaten yaşlıydı. Kalbine inmese bari.”

“Telefonunu açmayacak mısın?”

Düşüncelerimden sıyrıldığımda telefondaki kişinin ısrarla aramaya devam ettiğini fark ettim. Çevik ağabey sadece yola odaklanmıştı, beni en hızlı şekilde eve götürüp dinlenmemi istiyordu. Sandviç de bittiği için tembel bir hareketle titremeye devam eden telefonu çıkardım.

Ekranda yazan isim beni biraz olsun gülümsetti. “Şapşal…” Kulağıma götürürken kıkırdıyordum. “Alo, Furkan?”

“Of…”

“Neden ofluyorsun?” dedim aniden kötü bir şey olduğu endişesine kapılarak.

“Bu ses… Bu sesi duymak… Bitiriyor beni, doğdu güneşim ya!”

Anlık olarak rahatlayınca sırıttım. “Ya manyak, bir şey oldu zannettim.”

“Yok, ben dayanamıyorum!” dedi mayışmış bir sesle. Belli ki bu saatte hâlâ yataktan çıkmamıştı. “Acilen seni kaçırmam lazım. Kalbime hapsetmem lazım!”

“Öyle yorgunum ki…” dedim iç çekerek. “Eve geçemedim bile, hazırlanıp çıkacak havam yok.”

“Çıkacağımızı kim söyledi? İstersen seni şöyle tenha köşelere de götürebilirim, bilirsin… Hem sonra…”

“Sussana!” derken kıpkırmızı olmuştum. Çevik ağabeyle aynada göz göze gelince huzursuzlandım, oturduğum yerde biraz toparlanma ihtiyacı hissettim. Beni koruma işini bazen biraz abarttığını söyleyebilirdik. Bu yüzden her zaman babamın bir numaralı adamıydı.

“Yarın haberleşiriz canım, olur mu?”

“Olmaz,” diye homurdandı Furkan mızmızlanarak. “Bugün senin kokun olmadan uyuyamam ki.”

“Öpüyorum, canım,” dedim zihnime dolan görüntülerle öksürürken. “Haberleşiriz.”

“Nasıl öpüyorsun, fotoğraf atsana.”

Artık pancar rengine doğru dönüşüm geçiriyordum, telaşla telefonu kapatıp çantaya atarken bu çocuğun ayaklarımı nasıl bu kadar yerden kesebildiğini düşünüyordum.

“Havasız kaldı içerisi sanki ya…”

Bir şey olmamış gibi arsızca camı indirirken yüzüme hava çarpsın diye azıcık başımı çıkardım. Umarım fondötenim, hissettiğim ateşi dışarıdan göstermiyor, önlüyordur, diye dua ediyordum. Bir daha bu çocuğun telefonunu insanların yanında açmayacaktım.

Telefon tekrar çalmaya başlayınca Çevik ağabey iç çekti. “Bu çocuk da çok cıvık be kızım… Söylemeyeyim diyorum da!”

Gözlerimi devirirken telefonu alıyordum. “Yorumun için sağ ol, ağabey.”

“Burada çok trafik var, arka sokağa geçiyorum. Birazdan evdeyiz.”

Telefona odaklandığım için onu pek de dinlemeden başımı salladım. “Hı-hı.”

Bu kez arayan erkek arkadaşım değil, Firuze’ydi.

“Efendim?” dedim bıkkınlıkla.

“Hemen buraya gelmen lazım! Hemen, hemen, hemen!”

“Ne oluyor?” dedim ağlarcasına. “Herkes bugünü mü buldu? Çekim günümü!”

“Bak, gelmezsen çok pişman olursun, sonra sakın zırlama! Dost kara günde belli olurmuş, ben iyi günde de buradayım. Çabuk ne işin varsa ertele ve bana gel.”

“Ne yapacağız?” dedim böyle enerjik bir arkadaşa sahip olmanın en kötü yanını bir kez daha tecrübe ederken. Reddetme gibi bir seçenek sunmuyordu.

“Sana geçen bahsettiğim enerji uzmanı geliyor!”

“Enerji uzmanı ne ya?” dedim şaşkınca. “Enerji bakanı gibi…”

“Ya sen beni hiç dinlemiyor musun?” Sesinde gerçek bir sitem vardı, bu kız ona yaptığım en kötü şeye bile kin tutmayabilirdi ama neden bu kadar hassas olduğunu bilmediğim ilginç konular hakkında alınganlığı tutabilirdi.

“Sana daha geçen hafta anlatmadım mı?” dedi sesini biraz yükseltip. Bunu heyecanlanınca sık sık yapıyordu. “Bu tüm evrenin, varoluşumuzun, gezegenlerin birbirleriyle konumunun, sayabileceğim yüzlerce şeyin, doğanın bizi nasıl etkilediğiyle ilgili, kızım! Hislerimizi, düşüncelerimizi, duygularımızı… Olduğun seni yöneten her şey!”

“Beynim duracak şimdi,” dedim şakaklarım zonklarken. “Beni kimse yönetemez, Firuze. Kendi kararlarını kendi alan biriyim ben! Bunu gayet iyi bildiğin hâlde böyle şeyler söylemen…”

“Sen öyle zannet!” diye çıkıştı. “Gerçekleri böyle reddettiğin için başına iş açıyorsun hep!”

“Firuze, böyle şeylere hiç inanmamıştım zaten!” dedim bıkkınlıkla. “Boş işlerle meşgul etme beni ya! Eve gidip uyuyacağım ben, başka bir şey umurumda değil. Hangi gezegen hangi insanı canından bezdirmiş, gerçekten ilgilenmiyorum.”

Firuze bunu duyunca bana iyiden iyiye bilendi, sesi artık öfke doluydu; reddedilmeyi gerçekten ama gerçekten hiç sevmediğini biliyordum.

“Arayabileceğim onca arkadaşım var, bu kadınla tanışmak isteyen o kadar çok kişi var… Ben tutup seni aramışım, yaptığına bak! Aşk olsun sana! Gelme, peki. Sonra hayatımda işler niye yolunda gitmiyor, diye zırlama bana, tamam mı yavrum?”

“Enerji bakanı mı düzeltecek benim hayatımı? Saçmalama!” diye hiddetlendim bu tutumu karşısında.

“Enerji uzmanı!” diye o da bağırarak düzeltti. “Evet, düzeltecek! Tek yapman gereken iyi enerjiler üretmek ve yaymak. Bu kadar basit!”

Milyarlarca insanı trafo olarak gören bir yakın arkadaşa sahiptim.

“İnanmaya devam et sen böyle şeylere… Kapatıyorum, canım.”

O sesini daha da yükseltmeden telefonu suratına kapattım. Bildirimleri ve aramaların tümünü sessize aldım, biri ölüm kalım meselesi için arasa dahi bakacak gücüm kalmamıştı!

“Sür, şoför!” dedim telefonu koltuğa fırlatıp çatlayan başımı ovalarken.

Çevik ağabey bu hâlime güldü. “Geldik, geldik. Şimdi güzellik uykuna yatarsın.”

Araba dar bir ara sokakta yavaşlayınca etrafı incelemeye başladım. Hiçbir şey düşünmüyor, gidip uyumak dışında hiçbir düşüncenin zihnimi meşgul etmesine izin vermiyordum. Derin bir nefes verip rimeli fazla abarttığım için uzunluğu görüş alanıma giren kirpiklerimi kırpıştırırdım.

Tam o sırada koca bir el, başımı dayadığım araba camına tak diye yapıştı. Suratıma tokat yemiş gibi bağırdım:

“Ay! O ne be?”

“Ne?” Çevik ağabey anlayamadı.

“Bu-Burada zombiyle insan karışımı bir şey var!”

Bağırdım ve arabanın diğer koltuğuna doğru kaçmaya çalıştım. Tam o anda az evvel hava almak için yarıya kadar indirdiğim camdan içeri bir kol uzandı. Biri dışarıdan bana ulaşmaya çalışıyordu, uzun saçları sürekli hareket hâlinde olduğu için yüzünü kapatıyordu ancak sakallarını görünce bir adam olduğunu anladım.

“İmdat!” diye çığlık attım.

“Âşığım! Sana âşığım! Ne olur bir imza, bir tanecik imza!”

Çevik ağabey panikle olayı algılamaya çalışırken bir hayran saldırısına uğradığımı fark etmemiz birkaç saniye sürdü; durumu fark eder etmez şoför koltuğundan dışarı atladı ve benim tarafıma koştu.

Adam camdan uzattığı elini, camı kapatmaya çalıştığım parmaklarıma yapıştırdığı için kaçamıyordum.

“Aa!” diye boğazım yırtılırcasına bağırdım. “Bırak! Bıraksana ya! İmdat!”

Parmaklarıma sımsıkı kenetlenmişti, kolumu yarı açık camdan çekiştirip duruyordu. Hatta iyice ileri gitti ve neredeyse koltuk altıma kadar beni cama çekti, kendimi bir anda oraya yapışmış hâlde buldum. Bunun zayıf bir adam olmadığını, gücünün hiç de hafife alınmayacağını anladım!

“Kolum acıyor!” diye çığlık attım kendimi arabanın içine atmaya çalışırken. Elimi kurtarabilsem birkaç yumruk sallayacaktım ama ahtapot gibi her yerden sarmıştı! Diğer elimle dokunsam onu da kapar diye korkuyordum! Ben kendi kendime debelenirken adam kolumun acıdığını fark edince bıraktı.

“Acıtmak istemedim, güzel meleğim!” dedi telaşla. Yüzüne düşen saçları geriye attı, çok değişik bir kılığı vardı. Çevik ağabeyin onu engellemek için iri bedeniyle arabanın etrafını dolandığını gördü ve telaşla bana döndü.

Ben şoka uğramış hâlde nefes nefeseyken hiç ummadığım bir şey yaptı ve kapımı açtı!

Ka-Kapı! Kapımı kilitlememiştim!

“Hih! Çekil! Çekil, manyak!”

Adam tüm bedeniyle uzun atlama yapar gibi arka koltuğa atlayıverdi, artık üzerimdeydi! Tekmeler savurdum, kurtulmak için çığlıklar attım ancak gövdesini bana âdeta yapıştırdı, mümkün değil gitmiyordu!

“Bir imza!” dedi beni bu kadar yakından görmüş olmanın sevinciyle yüzümü detaylıca incelerken. “Bir tanecik meleğim! Seni öyle seviyorum ki…”

Çevik ağabey adamı omuzlarından tuttuğu gibi geri çekince adam kollarıma yapıştı, imza almak için elinde tuttuğu kâğıt ve kalem arabanın içine düştü. Adam geri çekildikçe beni de peşinden çekiştirmeye başladı!

“Git!” diye haykırdım. “Psikopat!”

“Bari bir öpücük! Çok bekledim… Seni çok bekledim!”

“Ne diyorsun lan sen? İt!”

Çevik ağabeyin de sabrı taşmıştı. Belli ki kendine çizdiği sınırı aşıldı, adamı daha da büyük bir kuvvetle üzerimden çekip tek hamlede dışarı attı. Adam kolumu bırakmadığı için onunla sürüklendim ve bedenim kapıya çarpınca durabildim; Çevik ağabey kendini önüme siper edip tek eliyle kapımı kapattı.

Nefes nefese suratıma kapanan kapıyı seyrettim.

Korkunç boğuşmanın ardından saçım başım dağılmış, kıyafetlerim sünmüş hâlde öylece kalakaldım. Soluklarım düzene girmiyordu, kolum çok acıyordu. Adamın sıktığı yer kıpkırmızı olmuştu.

“Aylarca bekledim!” diye bağırıyordu düştüğü yerden ısrarla. “Belki bu sokaktan geçersin diye aylarca kalem ve kâğıtla bekledim! Ne olur meleğim, seni seviyorum!”

“Sus diyorum ulan sana!”

Çevik ağabey dayanamayıp adama bir yumruk atınca arabanın içinde çığlık attım. Korkuyla etrafa baktım, insanlar olayı anlamak için durup izlemeye başlamıştı.

“Çevik ağabey, vurma,” dedim sesim titrerken. “Sakın vurma! Olmaz!”

Tek bir kişinin kim olduğumu anlayıp kamerasını çıkarması sonum olurdu, aylarca bu haberi manşetlerden silemezdim.

“Duymuyor musun, kızım?” dedi Çevik ağabey öfkeden kıpkırmızı olmuş hâlde.

“Ağabey, magazin,” dedim telaşla. “Haydi gidelim, ne olur!”

Yerde yatan psikopat adam, burnu kanamasına rağmen bana bağırmaya devam ediyordu:

“Seni çok bekledim… Çok bekledim, meleğim. Sevmek değil, tapıyorum! Ben sana tapıyorum!”

“Elimden bir kaza çıkacak!”

Çevik ağabey en sonunda ne kadar korkmuş olduğumu fark etti ve hızlı adımlarla sürücü koltuğuna ilerledi. Ben panikle camı kapatıp kapımı da kilitlerken adama bakmamaya çalışıyordum.

“Tapıyorum!” diye bağırmaya devam ettiğini duydum. “En büyük hayranın benim! Seni görmek benim en büyük arzum!”

Sonra ellerini kaldırdı, parmaklarına baktı. “Dokundum,” dediğini duyar gibi oldum. Artık sesi eskisi kadar net değildi. “Dokundum! Dokundum! Dokundum!”

“Bıraksaydın da gebertseydim şu şerefsizi!”

“Ağabey, sür de gidelim, ne olursun. Çok kötüyüm!”

Sesimin titremesinden ne kadar berbat hissettiğimi anladı ve gaza basıp arabanın çıkardığı tiz sesle sokaktan ayrıldı. Bir yandan da yan koltuktaki su şişesine uzanmaya çalışıyordu. Gözlerini yoldan uzun süre ayırmamaya çabalayarak kısa bir an bana döndü.

“İyi misin?” dedi.

Sormayı unuttuğunu o an fark etti.

Boğazım acıyana dek bağırarak ağlamaya başladım. “Değilim! Nasıl iyi olayım? Bana saldırdı!”

Patlamaya hazır olduğumu o an anladı ancak gecikmişti, hem bir an önce eve ulaşmak için hızlı davranıyor hem de bana su uzatıyordu.

“Al!” dedi telaşla. “İç şundan, haydi!”

“Bana nasıl saldırır, nasıl? Allah belasını versin, manyak psikopat ya!”

Son heceyi uzatarak ağlamaya devam ettim. Çevik ağabey de bu durum karşısında ne yapacağını şaşırmıştı, çocuk gibi zırladığım anlara pek şahit olmamıştı. İnsanlara zayıflıklarımı göstermekten hoşlanmadığım için her şeye gülüp geçebilen biri gibi görünsem de kendimi en yakın tuvalete atıp bağıra bağıra ağladığım çok olurdu.

Çevik ağabey şaşkınlıkla, “Ne-Ne yapmamı istersin? Seni başka bir yere götüreyim mi? Hay Allah ya! Ulan, şu herifin yaptığına bak!” Düşündükçe daha da öfkelendi. “Kızım, bırakmadın ki ağzını yüzünü kırsaydım!”

“Ağabey, beni yatağıma götür, ben…” Hıçkırdım. “Ben evde zırlamak istiyorum!”

“Zırla, zırla tabii. Tamam, götürüyorum hemen!”

Telaşla önüne dönüp gaza yüklendiğinde arka koltukta sallanıp duruyordum. Rimelimin aktığını, yüzümü silerken parmaklarıma bulaşan siyahlıktan anlamıştım, burnum da kıpkırmızı olmuş olmalıydı. Elimi şöyle bir geriye atıp saçımı düzeltmeye çalışınca gördüğüm şeyle daha çok bağırdım.

“Allah belasını versin böyle hayranın! Bu da mı gelecekti başıma?”

Çevik ağabey gözlerini yoldan ayıramadığı için telaşla seslendi. “Ne oldu? Ne oldu, bir yerin mi acıyor?”

“Kaynak saçım çıkmış! Tutamları elime geliyor. Allah’ım, al sen canımı, al da kurtar…”

Hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam ederken Çevik ağabey evimin olduğu sokağa girdi.

“Ne?” diye haykırdı istemeden. “Saçını da mı koparmış? Ulan! Ulan yavşak herif! Yok, ben geri dönüyorum!”

“Yok ağabey, takma saç yani,” dedim elimdeki saç tutamıyla bakışırken.

Kuaföre bunun için binlerce lira bayıldığım aklıma gelince hıçkırıklarımın şiddeti arttı. Ben kafa derisi azıcık acısa ortalığı velveleye veren, saçına yıllardır kendi seçkin kuaförü dışında kimseye el sürdürmeyen bir kızcağızdım, kaynak saçımı sökme cesaretini nasıl göstermişti?

“Hele bir daha karşıma çıksın, yedireceğim bu saçı ona! Pislik…”

Burnumu silerken olayın şokunu yavaş yavaş atlatıyordum, Çevik ağabey artık bana yanıt vermek yerine arabayı park etmeye odaklanmış, en hızlı ve etkili müdahaleyi yapmaya çalışıyordu.

“Çıkamaz, sen merak etme,” dedi net bir sesle. Sonra arabayı iki katlı evimin büyük bahçesine park etti, otoparka girmedi. “Ben onun icabına bir güzel bakacağım.”

“Koru beni,” dedim öfkeyle. “Eğer karşıma çıkacak olursa ben onu boğmayacağıma söz veremiyorum çünkü…”

Çevik ağabey inip benim kapımı açarken kendi kendime bağırdım:

“Ben artık boş gezmem! Görecek! O tacizci görecek!”

“O kadar güvenlik kontrolünden geçiyorsun, kıyafetlerin ve çantan aranıyor. Boş gezmem ne demek?”

“Orasını bana bırak, ağabey,” dedim benim için tuttuğu kapıdan çıkarken. “Bıçak görünümünü kamufle edebileceğim çok eşya var. Ayna, makyaj malzemesi, kalem, bir sürü şey…”

“Dur, bir sakinleş sen,” dedi omuzlarımdan tutup bana destek olurken. Sonra arabanın kapısını kapattı ve beraber evin girişine yürümeye başladık.

“Şimdi söyleriz, Hüsna abla sana sıcak bir çorba yapar. Yatağına uzanıp biraz istirahat edersin.”

“Mercimek yapsın,” dedim dudağım titrerken.

“Yapsın,” dedi güven verici bir sesle.

Durum onun da çok canını sıkmıştı ancak daha fazla belli etmek istemiyordu, farkındaydım. O uzanıp kapıyı çalarken ben etrafa bakıyor, evin geniş bahçesini izliyordum.

“Ne dedi o? Aylardır bu sokaktan geçmeni bekliyorum mu dedi? Tövbe Ya Rabb’im!”

“Düşünme şimdi,” dedi Çevik ağabey omzumu okşayıp. “Ben halledeceğim.”

“Ya evimi de bulursa, bulur mu ki? Peki, çoktan bulmuşsa?”

Kapı açılınca sorularım yanıtsız kaldı. Orta yaşlarda, kısa boylu, yumuşak bakışlı ve sevecen bir kadın olan Hüsna abla şaşkın şaşkın bana bakıyordu. Birkaç yıldır benimleydi, beceriksiz olduğum ve iş yüzünden yetişemediğim için evle ilgili tüm sorumlulukları o üstlenmişti. Sağ olsun, hiçbir şeyi eksik etmez; abla şefkatiyle bana destek olurdu. Hayatta en şanslı olduğum konulardan biri, çıkar ilişkisinden uzak ilişkiler kurabilmiş olmaktı.

“Kuzum?” dedi şaşkınlıkla bakmaya devam ederken. Dağılmış hâlimi inceliyor, beni tepeden tırnağa süzüyordu. “Sana ne oldu?”

Küçük bir çocuk gibi yeniden dudağım titremeye başladı. “Abla, mercimek var mı?”

“Var,” dedi hemen beni kollarının arasına çekip Çevik ağabeyden devralırken. “Olmaz olur mu? Gel, güzelim benim.”

Kaş göz işaretiyle Çevik ağabeye bir şeyler sormaya çalıştığını görsem de aldırmadım, zaten onlar da durumu açıklığa kavuşturacak vakti bulamadı.

“Odana çıkarayım seni, tamam mı?”

“Tamam,” dedim kendimden beklemediğim uysal bir tavırla. Bu bile ne kadar korktuğumun ispatıydı. Ben sakin bir insan olarak tanımlanamazdım.

“Sen elini yüzünü yıka, ben de çorbanı pişireyim.”

“Olur,” dedim merdivenlere yönelip onun basamakları çıkmama yardım etmesine izin verirken.

Sushi de yemek ister misin, sipariş edeyim mi?”

Moralim bozuk olduğunda buna başvurduğumu bilirdi. Menüde ne olduğu önemli değildi, alakasız olsalar da sevdiğim şeyleri birlikte tüketebildiğim toksik bir iştaha sahiptim.

“Mercimek yeter, abla,” dedim üzgün olduğumu belli eden bir sesle.

“Tamam, canım. Ben hemen geleceğim, geç sen haydi.”

Aşağı inip Çevik ağabeyden durumu öğrenmek istediğini, endişelendiği biliyordum. Beni odamın yarısını kaplayan beyaz yatağıma oturttu ve hızlı adımlarla kapıdan çıktı. Bense boş boş karşımdaki boy aynasına bakıyordum.

Görüntüm berbattı! Özenle yerleştirilmesi için saatlerimi verdiğim saç kaynaklarım, her yerden fırlamıştı hatta birisi göbeğime kadar sünmüştü. Normalde kıyafetlerimde en ufak bir ütü izi dahi olmazken şimdi parçalanmış, yakası çekiştirilmiş, başı sonu belli olmayan bir paçavra hâline gelmişti. Ağladığım için yüzüm kızarmış, dudaklarım şişmiş, rimelim ince bir yol izleyen iki ırmak misali yanaklarımdan çeneme doğru akmıştı.

Bu kız da kimdi? Sabah evinden ışıl ışıl ayrılan ben olamazdım!

“Bu neyin cezasıydı, kimin bedduasıydı? Dün tabağımda bıraktığım brokolinin mi?”

Yaşım kaç olursa olsun, annemin tabağında bıraktığın arkandan ağlar cümlesi her seferinde benimle birlikte geliyordu. Dün sebze salatasında bitiremediğim o brokoli parçacıklarıyla bakışırken zihnimde bir şeylerin ters gidebileceği yankılanmıştı. Ciddiye almamıştım. Böyle olacağını nereden bilebilirdim ki?

Telefonum titremeye başladığında uzanıp onu açacak, her kim arıyorsa onunla konuşacak mecali kendimde bulamadım. Tam tersini yaptım, ayağa kalktım ve kendimi odamdaki banyonun içine attım. İçeri girer girmez suyu sonuna kadar açtım ve küvetimin içine elime gelen bütün güzel kokulu jelleri boşalttım. Aynadaki yansımama bakmamaya çalışarak soyundum ve kendimi sıcak suyun rahatlatıcı etkisine teslim ettim.

Olanları düşünmemek ve hiç yaşanmamış farz etmek için gözlerimi kapattım.

Benzer İçerikler

Dallar Meyveye Durdu | Ahmed Günbay Yıldız

yakutlu

Gölge Serisi 1: Yalanın Gölgesinde | Fatih Murat Arsal

yakutlu

Umacı | Hanzade Servi | Birazoku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy