Televizyon sunucusu, televizyon sunucusu, televizyon sunucusu, televizyon sunucusu, tren sürücüsü.”
Çavuş Hooper başını kaldırdı. “Tren sürücüsü mü?”
“Özür dilerim, dilim sürçtü. Televizyon sunucusu.”
Başmüfettiş Coleridge zanlı profillerinin yer aldığı kalın dosyayı masasına bırakıp dikkatini durum odasının bir köşesine kurulmuş geniş video ekrana çevirdi. Son iki saattir kasetleri rastgele seyrediyordu.
Garry yeşil kanepeye uzanmıştı. Duraklama düğmesine basılınca Garry’nin görüntüsü dondu. Kaset dönüyor olsaydı da resimde fazla bir değişiklik olmayacaktı çünkü Garry her zamanki pozisyonundaydı:
Bacaklar açılmış, kaslar gevşemiş, tembel tembel sol eliyle hayalarını okşuyor. Sağ ayak bileği üzerinde bulanık bir mavi kartal havada dolanmaktaydı. Coleridge o kartaldan nefret ediyordu. Bu anlamsız küstahlık ve cehalet yığını kendinde o kartalla ortak ne buluyor olabilirdi? Düğmeye basınca Garry konuştu.
“Sizin İngiliz Birinci Ligi, on gerizekâlıyla en önde iri bir gorilden oluşur ve o da genellikle siyahinin biridir.”
Coleridge dikkatini toplamaya çalıştı. Zihni dağılmaya başlamıştı bile. Bu insanlar ne kadar boş konuşabilirlerdi? Herkes boş konuşurdu ama çoğu insanların konuştukları uçup giderdi; oysa bunlar için palavranın sonu yoktu. Üstelik bunlar kanıttı. Dinlemek zorundaydı.
“…On gerizekâlının işi, marke edilmeyeceğini umarak topu gorile geçirmek ve onun da gol atmasını beklemektir.”
Dünya bu parlak gözlemleri daha önce duymuştu: Bu bölümler Dikiz Yapımcılık’taki yetkililer beğendiği için yayınlanmak üzere seçilmişti. Aynı cümlede kullanılan “siyahi” ve “goril” sözcükleri müthiş bir reality TV sahnesi demekti.
Coleridge, ” ‘cüretli, kışkırtıcı ve tartışmalı’ ” diye mırıldandı. Seyretmekte olduğu video kaset kutusunun içinde bulduğu bir gazete kupüründeki ifadeyi tekrarlıyordu. Bizi Kim Gözetliyor kasetlerinin hepsi kendilerine ait gazete kupürleriyle gelmişti. Dikiz Yapımcılık medya bürosu gayet titiz çalışan bir şirketti. Arşivlerini istediğinizde hepsini bulurdunuz. Coleridge’in okuduğu yazı, Bizi Kim Gözetliyor’un ünlü yapımcısı Geraldine Hennessy’nin bir profiliydi. Basında “Gardiyan Geraldine” olarak anılan Geraldine’in, “Biz BBC televizyonu değiliz” dediği yazılmıştı.
“Biz CKTTV’yiz: Cüretli, Kışkırtıcı, Tartışmalı. Dünyanın görmesi için Garry’nin bilinçsiz ırkçılığına bir pencere açmak da budur.”
Coleridge içini çekti. Kışkırtıcı? Tartışmalı? Bunlar yetişkin bir kadın için nasıl amaçlardı? Dikkatini Garry’nin karşısında turuncu kanepede oturan adama çevirdi: Jazz adıyla anılan Jason, hep soğukkanlı, havalı, kendine güvenli ve şu andaki gibi küçümseyerek dudak bükmediği zamanlar hep sırıtan Jazz.
“Evet öyle dostum” diye Garry devam etti. “Beceri yok, incelik yok, planlama yok. Bütün milli oyun, şanslı bir fırsat stratejisi üzerine kurulmuş.” Garry, şekilleri spor şortunun limon yeşili saten kumaşı altında açıkça seçilen hayalarını bir kere daha okkaladı. Kamera biraz daha yaklaştı. Dikiz Yapımcılık’ın hayalardan hoşlandığıanlaşılıyordu. Herhalde onlar da CKT’idiler.
“İnsan azmanının siyahi olduğunu söyledim diye beni yanlış anlama, Jazz. Bugünlerde lig golcülerinin çoğu öyle zaten.”
Jazz hem esrarlı hem de ürkütücü olduğunu umduğu belli olan bir bakışla Garry’ye baktı. Jazz’ın bedeni Garry’ninkinden de daha gelişmişti ve o da kaslarını sürekli gergin tutardı. Boynundaki, göğsüne kadar inen kaim altın zinciri okşarken kasları kollarında âdeta dalgalanıyordu. “Goril.”
“Ne?”
” ‘Azman’ demedin, ‘goril’ dedin.”
“Öyle mi dedim? Yani demek istediğim goriller iri ve güçlüdür, değil mi? Sizinkiler gibi.”
Kendi kafasına göre sarışın bir hippi süpermodel olan Layla mutfak bölümünde boncuklu saç örgülerini suratını ekşiterek salladı. Müfettiş Coleridge onun güzelim saçlarını suratını ekşiterek savurduğunu, izlediği kasette kamera birden onu görüntüye getirdiği için görebilmişti. Dikiz Yapımcılık’ın o orta sınıf küçümsemesini kaçırması mümkün değildi. Coleridge, Dikiz Yapımcılık’ın editörlüğünün entelektüel özentiye karşıt bir tavırda olduğunu artık anlamaya başlamıştı.
Geraldine gazetedeki yazıda, “Bizler kendimizi Halkın Dikizcisi olarak kabul ediyoruz” diyordu. Yayına hazırlanan kasetteki portresinin çiziliş biçimine bakılırsa, onun da Layla’yı ukala, mizahtan yoksun, bir orta sınıf orospusu olarak gördüğü anlaşılıyordu.
Coleridge ekrana bir küfür savurdu. Kendisi Jazz’ı izliyordu, Jazz’ı izlemek istiyordu, ancak soruşturmasının başlıca handikaplarından biri de Dikiz Yapımcılık o anda onun kimi seyretmesini istiyorsa onu seyredebileceğiydi. Ve Müfettiş Coleridge’in Dikiz Yapımcılık’tan çok farklı bir gündemi vardı. Dikiz Yapımcılık kendilerinin “büyük televizyon” dediği şeyi yapmaya çalışıyordu. Coleridge ise bir katili yakalamaya çalışmaktaydı.
Kamera yine Garry ile hayalarına dönmüştü.
Coleridge katilin Garry olduğunu sanmıyordu. Garry’leri bilirdi, üniforma içindeki uzun yıllar boyunca her Cumartesi gecesi yirmi Garry tutuklamıştı. Garry’ler hep aynı tipti, gürültücü, kendini beğenmiş, küstah. Coleridge, Garry’nin iki gece önce, işlenen cinayetin sonrasında, birbirlerine polisin ses kayıt cihazının üstünden baktıklarında nasıl göründüğünü düşündü. Garry’nin o zaman o kadar küstah bir havası yoktu, korkmuş gibi görünüyordu.
Ancak Coleridge, Garry’leri bilirdi. Garry’ler kavgalara karışırlar ama çok talihsiz ya da sarhoş ya da direksiyon başında değillerse adam öldürmezlerdi. Coleridge bu kasılan, kaslarını şişiren, dövmeli heriften hoşlanmıyordu ama onun kötü olduğunu sanmıyordu. Bir insana arkadan sinsice yaklaşacak, bir mutfak bıçağını ensesine saplayacak ve sonra çekip çıkararak kafatasına sokacak tipten bir insan olamazdı.
Coleridge, Garry’nin böyle bir şey yapacağını sanmıyordu. Ama geçmişte çok kere yanıldığı olmuştu. Millet de Garry’nin katil olduğunu düşünmüyordu. O gözdelerden biriydi. Geezer Gazzer, olaygerçek bir polisiye romana dönüşmeden önce renkli basındaki favorilerdendi ve medya katil hakkında varsayımlar ileri sürerken asla listenin başlarına geçmiş değildi.
Coleridge, üstünlük taslayan hüzünlü bir biçimde kendi kendine gülümsedi. Zaten son günlerde başka türlü gülümseyemiyordu ki. Millet, Gazzer’i gerçekten bilmiyordu. Bildiklerini sanıyorlardı ama bilmiyorlardı. Kendilerine onun en iyi görüntüleri, en esprili sözleri, ukala ya da züppe birini tanımaktaki sinir bozucu becerisi, kendini beğenmiş Layla’yı acımasızca kızdırdığı parçalar gösterilmişti. Bir keresinde de, sporcu şortunun altından başını uzatmış olan iri ve kalın penisi görülmüştü. Ve bu görüntü de hemen Camden Lock pazarında satılan tişörtlere geçivermişti.
“Tekgöz! Çabuk yatağına!” diye bir köpeği azarlarmış gibi bağırmıştı Garry suçlu organını yerine sokmadan.
“Kusura bakmayın, kızlar, gördüğünüz gibi külot giymiyorum. Külot, aşk mobilyamı terletir de.”
Halk Garry’yi işte böyle görüyordu: Dürüst, aklı başında, mantıklı bir serseri ve genelde o yüzden de seviliyordu. Ekrandaki Garry, Coleridge’in izlediği kaseti yayına hazırlayan video editörü gibi Layla’nın kendisinin ırkçı karakteristikler hakkındaki sözlerine gösterdiği kuşkulu tepkiyi görmüş ve bir züppenin ve ukalanın tepkisini hissederek konuyu daha da açmaya karar vermişti. Layla’nın rahatsız oluşuna gülerek,
“Doğru ama!” dedi. “Bunu söylememem gerektiğini biliyorum ama politically correct olmanın canı cehenneme. Ben Jazz’a aslında iltifat ediyorum. Siyahiler daha güçlü ve daha hızlıdır, bu da kanıtlanmıştır. Boksa bakın, olimpiyatlara bakın. Beyaz hıyarlara yarışmalara girecek cesareti gösterdikleri için madalya verilmeli aslında! Hele kadınların durumu daha da berbat! O siyah karıların koşmalarını hiç seyrettiniz mi? Yarım düzine siyah amazon grup halinde bitiş çizgisini geçtikten on dakika sonra, Glasgow’un kıçları kemikli iki sarışını ancak görünür.”
Cüretli sözler: Cüretli, kışkırtıcı ve tartışmalı.
“Evet ama bunun nedeni…” Layla bu ürkütücü fikirleri reddetmesi gerektiğini bilerek kekeledi.
“Neymiş nedeni?”
“Şey… Siyahlar toplumdaki diğer fırsatlar kendilerine kapalı olduğu için spora yönelmek zorundadırlar. O yüzden fiziksel etkinliklerde sayıları yüksektir.”
Bu kere söze Jazz karıştı ama Layla’yı desteklemek için değil.
“Yani sen diyorsun ki, beyazlar doktor ve başbakan olmak için o kadar meşgul olmasalar biz siyahları yarışlarda ve boksta falan gerçekten yenebilirler, öyle mi, Layles?”
“Hayır!”
“Sen siktirici bir ırkçısın kız ve bu da iğrenç bir şey!”
Layla ağlayacak gibiydi. Garry ile Jazz kahkahayı bastılar. Halkın, kızı değil de onları tercih etmesinde şaşılacak bir şey yoktu. Programı izleyen halkın büyük çoğunluğu Gazzer ile Jazz’ı, Ev’deki kenditemsilcileri olarak görüyordu. Neşeli, açık sözlü, oldukları gibi görünen herifler. Esaslı oğlanlar.
Coleridge, “ama halk günde yirmi dört saat bunlara katlanmak zorunda kalsa acaba ne düşünür” diye merak etti. Evin öteki sakinleri gibi katlanmak zorunda olsalar. Günlerce, haftalarca o dur durak bilmeyen küstahlıklarının duvarlardan ve tavandan yansıması. Bu ne kadar sinir bozucu bir şey olabilirdi? Biri onlardan gizlice ne kadar nefret ederdi? ikisinden birine şu ya da bu yoldan saldıracak kadar mı? İkisini de savunmaya geçme durumunda bırakacak kadar mı? Onları cinayet işlemek için kışkırtacak kadar mı? Ama insanlar birbirlerini sinir bozucu olarak buldukları için öldürürler miydi? Evet. Coleridge’in deneyimlerine göre öldürürlerdi. Sinirlenme en yaygın olan cinayet nedeniydi. Gayet küçük tartışmalar aniden ve istemeden öldürücü boyutlara ulaşabilirdi. Coleridge, sinirlenme nedeniyle yaptıkları şeyi anlamaya çalışan bir aile üyesiyle kaç kere karşı karşıya oturmuştu?
“Ona daha fazla dayanamadım. Birden ne yaptığımı bilemedim.”
“O beni buna zorladı.”
Cinayetlerin çoğu insanların birbirlerini tanıdıkları aile ortamlarında işlenirdi. Eh, Bizi Kim Gözetliyor’dan daha esaslı bir aile ortamı da olamazdı. Cinayetin işlendiği ana kadar insanlar birbirlerini gayet iyi tanımışlar ya da birbirlerini gösterildiği kadarıyla tanımışlardı ki, zaten insan bir başkası hakkında ancak o kadarını bilebilirdi. Bu insanlar gece gündüz, uyanık oldukları saatler boyunca yalnızca birbirleriyle ve birbirleri hakkında konuşmaktaydılar. Belki de içlerinden birini kendini öldürtecek kadar sinir bozucu olmuştu. Ama aslında hepsi sinir bozucuydular. En azından Coleridge için. Her biri çıplak kıçları ve düzgün belleri, pazıları ve kasları, dövmeleri ve meme halkaları, burçlara olan düşkünlükleri, sonu gelmeyen kucaklaşmaları ve birbirlerine dokunmaları ve hepsinin üstünde de, bu gezegende kendileriyle doğrudan doğruya ilgili olmayan bir tek şeye gerçek bir entelektüel merak göstermemeleriyle. Müfettiş Coleridge tümünü öldürmekten büyük bir mutluluk duyardı.
Coleridge’in kaseti izlemesine bakan ve kafası sanki camdanmış gibi düşünce silsilesini takip etmiş olan Çavuş Hooper,
“Sizin sorununuz tam bir züppe olmanız, efendim” dedi. “Günümüzde herhangi bir insan neden tren makinisti olmak istesin ki? Aslında makinist falan da kalmadı ya. Yalnızca başlama düğmesine basan ve arada sırada greve giden serserinin biri var artık. Buna soylu bir meslek denemez, değil mi? Doğrusu ben polis yerine televizyon sunucusu olmayı tercih ederdim.”
“Sen kendi işine bak, Hooper” dedi Coleridge.
Coleridge hepsinin kendisiyle alay ettiklerini bilirdi. Onu eski kafalı buldukları için alay ederlerdi. Astroloji ve ünlülerden başka şeylerle ilgilendiği için eski kafalıydı. Astroloji ve ünlüler dışında başka bir şeyle ilgilenen dünyanın en son insanı o muydu? Kitaplar ve trenlerle örneğin. Tanrı aşkına, daha elli dört yaşındaydı ama memurları için iki yüz yaşında olabilirdi. Onlar için Coleridge çok garipti. İlk Baskı Derneği üyesiydi, Mütareke Günü muhakkak bir
savaş anıtını ziyaret ederdi ve bir seradan hazır alacağı yerde bitkileri tohumlardan yetiştirirdi. Bizi Kim Gözetliyor Evi’nin elde varolan bütün kayıtlarını izlemek de Coleridge’e düşmüştü. Bir grup amaçsız yirmi küsur yaşında insanın sürekli kameralarla izlenen bir evde bir arada oturmalarını izlemek gerçekten zalim bir şakaydı. Normal koşullarda televizyon tarihinde Coleridge’in BKG kadar izlemek istemeyeceği başka bir program olmadığı rahatlıkla söylenebilirdi. Coleridge yıkanması gerektiği halde kullanmakta ısrar ettiği porselen kupanın kulpuna yapıştı.
“Hooper, trenler ve diğer konularda fikrini istersem sorarım.”
“Ben de sizi aydınlatmaktan mutluluk duyacağım, efendim.”
Coleridge çavuşunun haklı olduğunu biliyordu. Günümüzün gençliğini ciddi bir amaç yoksunluğu nedeniyle kim suçlayabilirdi ki? Küçük çocukların büyüdüklerinde tren makinisti olmak istedikleri günlerde, bu büyük bir makinenin efendisi olmak anlamına gelirdi. Tükrükler saçan, buharlar koyveren canlı bir yaratık, yönetimi ustalık ve cesaret, bakımı sevgi ve anlayış gerektiren madeni bir canavar. Oysa artık teknoloji o kadar karmaşıktı ki, herhangi bir şeyin nasıl işlediğini Bill Gates ile Stephen Hawking dışında kimse bilmiyordu. Hooper’den sık sık duyduğu bir deyimi kullanarak insan soyunun devreden çıktığını söyleyebilirdi. Bütün gençlerin televizyonda olmayı istemelerine hiç şaşmamak gerekirdi. Yapacak başka ne vardı ki? Coleridge odanın büyük bir bölümünü doldurur gibi duran video kaset ve bilgisayar disketleri yığınlarına baktı.
“Eh, başa dönelim, tamam mı? Bu işe sırasıyla saldıralım.”
Coleridge, “Birinci yayın” işaretli kaseti alıp makineye soktu.
Bir ev. On yarışmacı. Otuz kamera. Kırk mikrofon. Bir kişi kalacak.
Kelimeler yüzüne inen yumruklar gibi ekranda beliriyordu.
Arka plandaki post-punk grafiklere ve görüntülere çılgın, öfkeli bir rock müziği eşlik etmekteydi.
Dönen bir kamera.
Dikenli telden bir çit.
Dişlerini gösteren bir çoban köpeği.
Kameraya sırtını çevirmiş, sutyenini çıkarmakta olan bir kız.
Öfkeyle kasılmış ve bağıran bir ağzın yakın çekimi.
Gitar gürültüleri. Kesik kesik grafikler.
İzleyenlerin hiçbiri bunun aşırılar tarafından aşırılar için yapılmış bir program olduğu konusunda yanılmazdı. Mesaj açıktı: Sıkıcı insanlar eğlenceyi başka yerlerde arasınlar ama gençsen ve çılgınsan bu senin programındı.
Dokuz hafta. Mazeret yok. Kaçmak yok. Bizi Kim Gözetliyor.Arka plandaki gürültülü gitarlar eşliğinde yazılar da geçti. Dikiz Yapımcılık’ın Evi son bir an için boş ve her şey sakindi. Geniş bir oturma alanı, gayet hoş döşenmiş yatak odaları, paslanmaz çelikten duşları ve muslukları, bahçesinde yüzme havuzuyla büyük, parlak ve dostça bir mekân. Sokak kapısı açıldı ve on genç, geniş oturma odasına doluştular. Yapılan reklamlarda birbirlerini daha önce asla görmedikleri tekrar tekrar söylenmiş olan on kişi. Gelenler bağırıp çağırdılar, çığlıklar attılar, tekrar tekrar birbirleriyle kucaklaştılar. Kimi yatak odalarına gidip yatakların üstünde sıçradı, birkaçı kapı pervazlarına asılıp kendilerini yukarı çekti, bir ikisi geride kalıp seyretmeyi tercih etti. Ancak herkes, insanın hayatında bir kere olabilecek bir serüvenin başladığı fikrindeymiş gibi görünüyordu. Televizyon başındaki seyircilere bir parti kalabalığına eşlik ettikleri gerçeğini yerleştirdikten sonra kamera, kişileri tek tek tanıtmaya başladı. İlk seçilen köpek yavrusu gibi gözleri, çocuksu yüz hatları ve omuzlarına kadar inen saçlarıyla çok yakışıklı bir gençti. Üzerinde siyah bir palto, elinde bir gitar vardı. Cezaevi duvarlarını andıran tuğlalardan bir yazı, adamın yüzünün ortasına yerleşti.
OTUZUNCU GÜN
Saat 07:00
Cinayet işleneli üç gün olmuştu ve Coleridge, soruşturması’nın henüz başlamadığı gibi bir duygu içindeydi. Evin araştırılması sonunda herhangi bir ipucu elde edilememiş, zanlıların sorguları şok ve şaşkınlıktan başka bir sonuç vermemişti. Dikiz Yapımcılık’taki gözlemciler bir tek muhtemel neden verememişlerdi ve Coleridge ile uzman ekibine yalnızca bir televizyonun başında oturup tahminlerde bulunmak kalmıştı. Coleridge gözlerini kapayıp derin soluklar aldı. Dikkatini toplamak, çevresinde yer alan fırtınayı unutup bütün dikkatini toplamak zorundaydı. Zihnini bütün düşüncelerden ve önyargılarından temizlemeli, görünmeyen bir elin yazabileceği boş bir sayfaya dönüştürmeliydi. Katil … ‘dır. Ama hiçbir cevap gelmiyordu işte. Bir katilin var olduğu inanılır gibi değildi ama bir cinayetin işlendiği de kesindi. Böylesine kapalı, her santimi televizyon kameraları ve mikrofonlarla kaplı bir ortamda cinayet işleyip de yakayı sıyırmak mümkün olabilir miydi? Monitör odasında sekiz kişi ekranları sürekli izlemekteydi. Biri de Ev’in çevresindeki iki yönlü aynanın arkasında duruyordu. Katilin kurbanını izlemek için çıktığı odada altı kişi vardı. Katil kadın ya da erkek, cinayeti işledikten sonra döndüğünde hâlâ odadaydılar. Evi, İnternet bağlantısıyla 47 bin kişi daha izlemekteydi. Bütün bu insanlar cinayetin işlendiğini görmüşlerdi ama her nasılsa katil hepsini atlatmayı başarmıştı. Coleridge midesinde bir korku duygusunun kabardığını hissetti. Uzun ve nispeten başarılı meslek hayatının büyük bir başarısızlıkla sona ermek üzere olduğu korkusu. Gezegenin en ünlü cinayeti olduğu için dünya çapında bir başarısızlık. Herkesin bir kuramı vardı: Her meyhanenin, büronun, okulun,