“Yorgunum!
Önce gerçeğimi kendime kabul ettirirken yoruldum! Sonra gizlerken… Daha sonra yüzleşirken… Kendim olmaya hakkım olduğunu anladığımda… Kendimle barışırken… Gerçeğimi başkalarına kabul ettirmeye çalışırken… Benim gibi binlerce, on binlerce insanın var olduğunu öğrenirken… Yoruldum!”
Acımasız günlerin gölgesinde geçen çocukluğunun yaralarını sarmak ve geçmişini silmek için İstanbul’a gelen genç bir adam: Bora. Tam hayatını değiştiren aşkı bulup umudu yeşerdiğinde, geçmişi yeniden karşısına çıkacak ve kendi öyküsünü anlattığı Bora’nın Kitabı onu bir girdabın içine sürükleyecek…
Gizli Anların Yolcusu‘ndan tanıdığımız Bora’nın hazin öyküsüyle Ayşe Kulın, sadece genç bir adamın kişisel varoluş mücadelesini değil, bu coğrafyanın zorlu koşullarında bir insan, bir âşık, bir birey olabilmenin imkânsızlığını da anlatıyor.
Bora’nın Kitabı kabuğundan sıyrılmaya ant içmiş insanların büyük mücadelesinin romanı.
***
FIRTINALI BİR GECEDE DOĞMUŞUM
Siz beni tanımazsınız
Uzaktan geliyorum
Şiirin satırlarında saklı kimliğim
Kavak yellerinde gizlidir
Cevval bir kısrak gibi oynak
esmer güzelliğim.*
Ben, rüzgârın şiddetinden dalların kırıldığı, firtınalı bir gecede doğmuşum!
Aşırı yağmurdan doğuma vaktinde yetişemeyen ebe, evin kapısından içeri, uçuşan yapraklarla birlikte girerken söylemiş anama kehanetini, “Hayatı firtınalı geçecek bu bebenin,” demiş, “nah şu yapraklar gibi savuracak onu kaderi, bir yerlere çalacak, bir göklere uçuracak. Öyle der büyüklerimiz fırtınayla gelenler için.”
Yanımda gözlerimin içine bakan sevgilim, elimde içki bardağım, önümde meze tepsimle uçağın pahalı koltuklarından birine uzanmış Çin’den dönerken gelmemişti de, dün pencerenin önünde akşamüstü inceden başlayıp, giderek hızlanan yağmuru seyrederken gelmişti aklıma bu kehanet. Kaderimin, yerlerde sürünme faslını tamamlayıp göklerde uçma faslına geçmiş olduğunu düşünerek, gülümsemiştim keyifle!
Göklerde uçma faslı, hem de ne biçim!
Ben, Çin diye bir ülkenin ve ünlü duvarının varlığını hayatımda ilk kez duyduğumda, ilkokulun dördüncü sınıfındaydım. Öğretmenden dinlediğim “sarı ırk”ı hayal etmeye çalışmış, becerememiştim. Bizim oralarda herkes birbirine benzerdi; orta boylu, kahverengi ya da ela gözlü, hayat şartlarının ağırlığından dolayı gülümsemeyi bilmeyen, asık suratlı insanlardık. Çoğumuz esmerdi. Sarışınların dahi nerdeyse göze battığı bir coğrafyada, çekik gözlü, sarı benizli bir Çinli’yi gözümde bir türlü canlandıramamıştım ama Çin Seddi’ni hemen hayal etmiş, hatta üzerinde defalarca yürüdüğümü, koştuğumu, bir yolunu bulup, duvar taşlarına tutuna tutuna duvarın öte yanına indiğimi bile düşünmüştüm. Bin atlı Türk akıncıları bulacağımı sandığım duvarın öte yanı, uçsuz bucaksız kıraç bir ovaydı.
“Heyy, sen! Yine nerelere gittin? Sınıfa dön, sınıfa!” diye bağırmıştı öğretmen.
Yıllar sonra, çocukluğumda hayalini kurduğum duvarın üstünde, şansıma inanamayarak yürürken, kıraç topraklar olarak hayal ettiğim coğrafyanın yeşilliği, ağaçların bolluğu karşısında hayrete düşmüştüm. İçimden coşkulu çığlıklar atmak gelmişti, ama duygularımızı belli etmememizi çok sıkı tembihlemiş Kör Hoca’dan dolayı, aşırı mutluluğumu sevgilimden gizlemiş, tutmuştum kendimi. Biraz da kızmıştım kendime, ondan ve hurafelerinden hâlâ kurtulamamış olduğum için!
Kehanetler, fallar, nazara gelmemek için türlü önlemler, duyguları dışa vuramayan içe dönük yaşamlar, her işe besmeleyle başlamalar ve tüm bu tedbirlere karşın sonsuz mutsuzluk, umutsuzluk, karamsarlık, imkânsızlık, yasaklar, ayıplar, boğulma duygusu… Hepsini geride bıraktığımı sanırken, Kör Hoca’nın yılIarca başımın üzerinde taç gibi taşıdığım etkisi işte yine yakalamıştı beni hiç umulmadık bir yerde. Düşüncelerimden kurtulmak için silkelenir gibi bir hareket yapınca, “Üşüdün mü yoksa?” diye sormuştu sevgilim.
“Yok artık! Yaz günü üşünür mü?”
“Yüksekler her zaman esintili olur.”
Haklıydı, gerçekten de bulunduğumuz irtifada sinsi bir rüzgâr vardı.
“Rüzgâr iyidir,” demiştim usulca, “severim rüzgârı ben.”
Dünyaya fırtına eşliğinde gelen ben değil miydim! Severdim elbette!
Ebenin kehanetini, dün yağmuru seyrederken hatırlayınca adeta ferahlamıştım. Evet, şu kesindi; hayatımın sürünme, üzülme, korkma, kaçma faslı kapanmış, mutluluk ve başarı faslı açılmıştı!
Göklerde uçmak! Nihayet!
Bundan böyle ben hep göklerde kalmalıydım!
Dün gece bu duygular içinde keyifle girdiğim yatağımda mutlu uyanmıştım bu sabah. Yorganın altında tembel kediler gibi gerinip durmuştum kalkmadan önce. Sonra kalkmış, bayatlamış ekmeği bir zamanlar köyde yaptığım gibi geceden kalan tarhana çorbasına doğrayarak ağız tadıyla içmiştim. Oysa ben ekmek dilimlerini sevgilimin armağanı kızartıcıda kızartıp çeşitli reçeller, peynirlerle kahvaltı ediyordum; o hayatıma girdiğinden beri. Bir gün buradan taşınacak olursam, mutlaka gazetelerimi ve fırından yeni çıkmış taze ekmeğimi her sabah erkenden kapıma getirccek kapıcısı olan bir eve geçecektim. Aslında gazete pek umurumda değildi, nasılsa işyerine sürüyle gazete alınıyordu ama ekmek taze olmayınca kahvaltının tadı çıkmıyordu! İşte bu yüzden çoğu sabah, hava güzelse fırına kadar yürüyor, üşendiğimde ise kızartıveriyordum bir gün önccsinin bayatlamış dilimlerini. Uzun zaman var ki, kahvaltı niyetine çorbaya ekmek doğramamıştım!
Özlemişim!
Dumanı tüten tarhanaya kırmızıbiberi bolca serpip boğazımı yaka yaka içtikten sonra giyindim, çıktım evden.
Gece başlayan yağmur sabaha karşı durmuştu ama güneşin gücü kaldırımları kurutmaya yetmemişti. Kaldırım çukurlarındaki su birikintileri ışık vurdukça gümüş gibi parıldıyor, yolumu aydınlatıyorlardı. Cihangir’den Sıraselviler’e çıkan arka yolları dudaklanmda bir ıslıkla yürüdüm. Simitçi köşebaşındaki yerini almış, simitlerin üzerine ne olur ne olmaz diye bir muşamba örtü çekmişti.
“Yağmur dindi, örtüyü kaldırabilirsin,” dedim simidimi alırken.
“Ağaçlardan su damlıyor abi, ıslatıyor simitleri,” dedi.
Paramı ödedim, çıtır simitten bir ısırık aldım!
Bana ne güzel bir gün başlıyordu yine! Ne kadar şanslıydım. Yok hayır, şanslı değil, şansını dönüştürmeyi başarmış biriydim. Tuttuğumu koparmıştım. Hayatın dizginleri avucumun içindeydi! O dizginleri sımsıkı tutmuş, önce yokuş yukarı tırmanmış, derken düzlüğe erişmiş, sonra da doludizgin koşmaya başlamıştım. Başımda serin İstanbul havası… Ah Nâzım, geç tanıyıp tanışır tanışmaz vurulduğum kadersiz şair, bazıları bey konağında doğar, mahpuslarda çürür, doğup doğacağına pişman olur senin gibi, bazısının da benim gibi şansı yaver gider, zindanından kurtarır kendini, dünyaya kanat açar diye düşündüm ve yanından geçmekte olduğum ağaca üç kere tık tık vurdum parmaklarımı bükerek!
İnsanın nazarı en çok kendine değer, demişti anam, aslanlar gibi dört erkek çocuğuyla başlık parası getireceği kesin akça pakça iki kızının ardından Cemile’yi doğurduğunda! Kız olması yetmezmiş gibi bir de kalça çıkığı sorunuyla doğmuştu kardeşim. Kumayı eve, işte bu doğumdan sonra getirmişti babam! Bizim oralarda olağan bir işti, sakat çocuğun ya da ikinci, üçüncü kızın doğumundan sonra eve yeni bir fırın alır gibi kuma getirmek. Onlar değil miydi erkek ya da sağlıklı çocuk doğurmayı beceremeyenler; kadınlar hatalarını bilir, ister istemez boyun eğerlerdi! Sadece kadınlar değil, toprağı, davarı ya da dini sıfatı olmayan erkekler de bilirdi haddini! Herkes yerini, haddini bilirdi. Gücün karşısında boyunlar hep eğik olurdu! Hayatın, işte bazıları için böylesine acımaz seyrettiği bir coğrafyanın çocuğu olarak, Çiçek Pasajı’na saparken hâlâ düşünüyordum, şu halimi bir yıl önce rüyamda görsem hayra yormayacağımı. Bir zamanlar İstanbul’a varabilmek dahi uzak bir hayalken, İstanbul da ne kelime… Bugüne bugün Singapur’u, Pekin’i görmüş adamdım ben! Bu şehirlerin en iyi otellerinde kalmış, en lüks lokantalarında yemek yemiş, Çin Seddi’nin üzerinde yürümüş adamdım! Gerçek miydi bütün bunlar, yoksa tekrar tekrar görmekten usanmayacağım, asla uyanmak istemediğim bir rüyayı mı sürdürüyordum? Pasajın yanındaki mağazanın vitrinine yansıyan aksimi görünce, orada ağaç olmadığı için, bu kez dilimi ısırıp kulakmememi çekiştirdim nazara, kem göze karşı, sonra derin bir nefes aldım ve yapacağım alışverişlerin dökümünü yaptığım kâğıdı yokladım cebimde. Kâğıt, parmaklarımın arasında hışırdadığına göre, demek ki gerçekti işte her şey! Sabaha karşı görülmüş bir rüya değildi, uykuya dalmadan önce kurulmuş bir hayal hiç değildi. Birazdan alacağım malzemelerle akşama Çin yemekleri hazırlayacaktım sevgilime. Çin tavuğu, Çin sebzeleri, ekşi-tatlı karides ve bir Çin tatlısı pişirecek, tabakların yanına Çin’den alınmış çabukları koyacak, yine oradan getirdiğim küçük porselen çaydanlıkta yasemin çayını hazır edecektim. Eksiksiz bir sofra kuracaktım. Sevgilimin armağanı olan Çin ipeği ceketimi giyecektim. Onun bana cömertçe armağan ettiği yolculuğa, sevgiyle, özenle hazırlanmış, sürpriz bir sofrayla teşekkür edecektim. Nasıl şaşıracağını ve sevineceğini düşününce yüzüme yayılan tebessüme mâni olamadım, ağzım nerdeyse kulaklarıma kadar yayıldı.
Simidimin yarısını, pasajın girişine uzanmış, kulağı küpeli boz köpeğe vermek için eğildim. Yanıma, bana duyurmadan usta bir hırsız gibi sessizce yaklaşan bir sıska sarman, doğradığım simit parçalarından birini hızla kapıp uzaklaştı.
Şimdi hır çıkacak diye düşündüm, kedi-köpek kavgasının orta yerinde bulacağım kendimi. Ama öyle olmadı, sokak köpeği kızıp havlayacağına, kuyruğunu üşengeç bir şekilde kaldırıp iki kere yere vurdu. Bana mı teşekkür etti, yoksa kediye mi onay verdi, anlayamadım, ama köpeğin bu davranışını iyiye, sakin, sorunsuz bir güne yordum!
Balık Pazarı’nın Beyoğlu girişinden içeri doğru yürürken, alacaklarımı geçiriyordum aklımdan. Önce sebzelerle meyveleri, sonra baharatları almalıydım, karideslerle tavuğu ise, en son!
Evimin yakınlarında bir manavla bir kasap yok değildi, ama her şeyin en tazesini almak için bu yolu tepmeyi göze aldığıma göre limonları dahi tek tek elleyerek seçtim. Üç orta boy havuç, birer tane yeşil ve kırmızıbiber… meyvelerin bulunduğu tablalara yöneldim, daha önceleri varlığını bile bilmediğim ananas, kivi… Baharat alışverişi de tamamlanınca tavuğumu aldım, balıkçıya yürüdüm, karidesleri tarttırdım. Paramın üzerini beklerken biri adımı seslenince dönüp arkama baktım (Ah, ne büyük bir hata yaptım ben!) ve kalabalığın arasında, aktarın önünde duran kişiyi görür görmez tanıdım!
Gözlerimiz bir an takılı kaldı!
Hızla bir resim -Cemile’yi incecik kollarından tutmuşuz, ikimizin arasında dalgalanıyor havada- geldi geçti! Gözlerimi kaçırdım, bakışlarımla daha uzaklarda birini arıyormuş gibi yapıp çevirdim başımı. Balıkçının uzattığı parayı telaşla cebime attım, yerde duran torbalarımı kaptım, ellerimde tıklım tıkış dolu poşetlerimle koşar adım uzaklaştım oradan.
Peşimden geldi, ceketimin kolundan çekiştirerek durdurdu beni.
“Dursana lan!” dedi.
Yüzüne boş gözlerle bakmaya çalıştım!
“Lan Bedros, beni tanımadın mı lan?”
“Pardon?”
“Oğlum, Recep ben Recep!”
“Beni biriyle karıştırdınız herhalde,” dedim.
“Yok ulan, ne karıştırması, bal gibi sensin işte. Tanımam mı ben seni! Karasöğüt’ten Bedri işte…”
“Ben o kişi değilim. Bırakır mısın kardeşim…”
Bırakmadı kolumu.
“İstanbullu olunca unuttun mu çıktığın deliği lan? Yapma yahu!”
“Arkadaşım, insanlar birbirine benzeyebilir, ben seni hiç tanımıyorum. Adım Bedri değil, o söylediğin yere de ömrümde gitmedim. Bırak ama kolumu.”
Ben ceketimi hoyratça çekeleyincc, bıraktı! Gözlerindeki şaşkınlığı ve kederi gördüm! Arkamı dönüp hızla uzaklaştım oradan, koşarak caddeye çıktım, o anda geçmekte olan ve tesadüfen önümde yavaşlayan tramvaya attım kendimi, elimdeki poşetleri yere bırakıp akıllı biletimi çıkardım cebimden, geçiş aldım ve Recep’in hâlâ peşimde olduğunu varsayarak insanları itiştire kakıştıra arkaya doğru ilerledim, tramvayın arka kapısından caddeye atlayıp koşarak önüme ilk gelen sokağa daldım. Rasgele girdiğim apartmanın sahanlığında nefeslenip bekledim!
O karanlık ve rutubet kokulu yerde ne kadar kaldım, bilemiyorum. Kalp atışlarım yavaşlayıp nefesim normale dönünce kafamı kapıdan dışarı uzatıp sağa sola baktım. Ne gelen vardı ne giden! Belki de peşimden gelip tramvaya binmemişti, dönüp bakamamıştım ki korkudan!
Takip edilmediğime kanaat getirince çıktım apartmandan, Tarlabaşı Bulvarı’na kadar koşup önümden ilk geçen taksiyi durdurdum, şoföre adresimi verdim.
“Keşke yolun karşı tarafından bineydiniz,” dedi şoför, “şimdi taa nerelere gideceğiz geri dönmek için.”
“Olsun. Borcum neyse öderim.”
Yola koyulduk. Ben iyice büzüldüm oturduğum yerde, adeta hedef küçülttüm dışardan görünmemek için. Yoğunlaşan trafikte zar zor ilerlerken ayaklarımın dibindeki torbadan karides kokuları geldi. Şoför homurdanarak camını yarıya kadar açtı. Homurtusunu duymamazlığa geldim! Evin önüne geldiğimizde paramı arabanın içinde ödeyip hemen daldım apartmana!
Evime girincc torbaları kapının hemen yanına bırakıp pencereye koştum, perdeyi siper ederek dışarıya baktım! Sokağın sağ kaldırımında, aralarında konuşarak ağır ağır yürüyen iki yaşlı kadından başka kimseler yoktu görünürde. Bir sokak köpeği, karşıdan karşıya geçip çöp bidonunun yanına kıvrıldı, bidonun tepesine üşüşmüş kediler oralı bile olmadılar! Bu şehrin her an kavgaya hazır insanlarına inat, kedileriyle köpeklerinin uysallıklarına bir kere daha şaşarak biraz daha durdum perdenin gerisinde. Arka arkaya birkaç taksi, birkaç da özel araba geçip gitti penceremin önünden!
Takip edilmediğime emin olunca kapının yanında bıraktığım torbaları toparlayıp mutfağa geçtim. Malzemeleri poşetlerinden çıkardım, önce sebzelerle meyveleri yıkadım, sonra da karidesleri. Pekin’de aldığım İngilizce yemek kitabını, İngilizce-Türkçe sözlüğü ve bir başka Çin mutfağı kitabını, yapacağım yemeklerin sayfalarını açarak tezgâha yaydım, işe koyuldum.
Sebzeleri doğrarken ellerim titriyordu, aklımı işime veremiyordum. Sabahki neşemden eser kalmamış, huzurum kaçmıştı. Doğrama işi bitince dayanamadım, ön tarafa geçip tülün ardından bir kez daha baktım sokağa!
Kalabalıklaşmıştı sokak, gelip geçenlerle, park yeri arayan arabalarla doluydu. Gözlerim karşı kaldırımda telaşlı telaşlı yürüyen birine takıldı. O muydu yoksa?! Dikkatli baktım uzaklaşan gence, yok hayır, o değildi, ama ne tuhaf, izimi kaybettirmiş olmanın ferahlığı yerine, yüreğimde ince bir hayal kırıklığı vardı adeta. Nerdeyse belli belirsiz bir özlem! Farkına bile varmadan yükselmişim parmak uçlarımda, baba evimin çocukken boyuma yüksek gelen, dar, kare penceresine uzanmak istermişçesine.
Buradakiler gibi geniş ve çift kanatlı değildi benim köyümdeki evlerin pencereleri. Kışın soğuğuna karşı oldukça küçük, içerisi gözükmesin diye de yüksekçeydiler. Dışarıyı zahmetsizce görebilmek için çocukların ya boylarının uzamasını beklemeleri ya da bir taburenin üzerine çıkmaları gerekirdi. Bu yüzden, ilkokuldayken, evin karşısında dikilen arkadaşımı görmek için anamın en büyük tenceresini ters çevirir, üzerine çıkardım. Yakalandımsa, kıçıma bir tekme sallar, bir de küfür ederdi anam. Hiç oralı olmazdım, yeter ki Recep gelmiş, sıska bacaklarına kısa gelen pantolonuyla, ayaklarında teki yanından patlamış lastik ayakkabılarıyla evin karşısındaki ağaca yaslanıp beni bekliyor olsun!
Onu gördüğüm an fırlardım evden! Anam sokağa kaçtığımı fark edip bağırmaya başladığında, biz evin köşe yaptığı sokağı çoktan dönmüş olurduk! Evdekiler yangın yerinde top oynayan çocukların arasına katıldığımızı zannederdi. Oysa biz koruya kadar koşar, önce ağaçlara tırmanır, sonra da yan yana oturup hayal kurardık.
İyi havalarda Cemile’yi de alırdık aramıza! Kollarından tutarak az yukarı kaldırıp ayaklarını yerden kestiğimiz kardeşim,
————
* Ayşe Kulin, Saklı Şiirler, “Şiirin Satırlarında Saklı Kimliğim.”