Üç bin yıl önce
Bozkırdaki yarı-göçerler henüz
“Türk” adıyla bilinmezken doğdular…
Erkek:
‘Çadırı tutan ana direk’ olması için “Öktem”
diye çağrıldı.
‘Yüz yirmi dört bin Peygamber’den biriydi o…
İkizi;
Müjdelenen‘Yoldaş’ın eşi ve ‘sırrın anası’ydı.
Tarihçiler onu “Aşena” diye andı…
Ahmet Turgut’un kaleme aldığı “Bozkırın Sırrı,
Türk Peygamber” kayıtsız kalınamayacak bir roman.
ÖNSÖZ
3000 YIL ÖNCE DÜNYA VE ORTA ASYA
Sümerlerle başlatılan binlerce yıllık medeniyet macerasına rağmen M.Ö.ıo. asırda alışverişlerde resmi para kullanımı hâlâ başlamamış, tekil şekilli olgun alfabeler henüz oluşturulamamıştı. Kuzey Hindistan, Güney Çin ve Orta Amerika yerleşikleri bronz çağ nimetleriyle yetinirken Mısır, Mezopotamya ve Anadolu gibi ileri tarım bölgeleri ön demir çağına ulaşmıştı.
Verimli nehir deltalarının sağladığı organize tarım imkânlarına sahip olmayan Orta Asya’daki insanlar alabildiğine gür orman ve meraların nimetlerinden faydalanıyordu. Tarım odaklı yerleşik hayatın kökleşmesini imkânsız kılan bu şartlar nedeniyle altışar aylık aralarla yaylaklar ve kışlaklar arasında göçler yaşanırdı.
Belirli iki nokta arasında gelgitler yaşadıkları için bugün “yarıgöçer” diye tanımladığımız bu insanlar yüz yüz elli çadırlık “oba” denilen yaşam birimleri kurmuştu. Obadakiler yakın veya uzak akraba olurdu ve obalar aklına, görgüsüne itibar edilen “Aksakal Heyeti” tarafından yönetilirdi. Her Aksakal, kendi akraba grubunun ileri geleni olsa da heyetin ana kaygısı obanın geniş ve gür otlaklarda kimseyle kavga etmeksizin yaşamına devam edebilmesiydi.
Buna rağmen bazen meraların paylaşımı konusunda obalar arasında tartışmalar çıkar, anlaşmazlıklar büyüdükçe kanlı savaşlar yaşanırdı. En geniş ahlak ve tutum birliği olan “töre”, fertler ve abalar arası İlişkileri düzenlerdi. Töreye aykırı hareketlerin en yaygın yaptırımı ‘ayıplanmak’ olsa bile bazı durumlarda töreyi bozanlar obalardan dışlanıp sürgüne gönderilir, hatta ortak kararlar neticesinde idam bile edilebilirdi. Bu yüzden kesin kanaatlerin oluşmadığı konularda insanlar keyfi davranabilirdi. Ancak töreye dâhil olan hususlarda ataların ve kamunun hoşgördüklerini tekrarlamakla yetinilirdi.
Kız alıp vermeler yoluyla birçok oba arasında akrabalıklar kurulmuş, soyca yakınlaşmış obalar boyları meydana getirmişti. Boyların yönetimini üstlenen veya kendi otoritesini diğer obalara da dayatabilen yöneticilere “Tigîn” denirdi. Bazen Tiginlerden biri rakiplerine üstünlük sağlar ve bölgesel bir yönetim oluştururdu. Günümüz algısıyla “konfederasyon” diyebileceğimiz bu obalar ve boylar üstü yönetim, otoritesi altındaki insanlara asayiş sağlamakla yükümlü olur, karşılığında “beç” denilen bir çeşit vergi alırdı. Zaten töre de asayişi kim sağlarsa beçi onun hakkı sayardı.
Genelde hayvan yetiştiriciliği ve avcılıkla uğraşan bozkır evlatları maden işçiliği, halı, kilim dokuması ve deri kürk işlemeye bağlı zanaatlarla da uğraşırdı. Hatta döneme dair en nadide ziynet eserlerini yaratmış olan Saka Medeniyeti meyve tarımıyla uğraşıldığını belirten izler de bırakmıştır günümüze.
Uçsuz bucaksız bozkırda tabiatla doğrudan ilişki içinde olan bu insanlar, din tarihçilerinin genel anlamıyla “Şamanizm” dedikleri “doğa ruhları ve atalara saygıkorku” içeren bir inanışa sahipti. Haliyle bu din, öz itibariyle dünyanın diğer bölgelerindeki putperest inançlardan farksızdı. Akdeniz havzasındaki yerleşik toplumların inşa ettiği devasa tapınak ve İlah heykellerine nazaran Orta Asya Şamanistleri “sanem” veya “tin” dedikleri putçuklara tazim gösterirlerdi.
Günümüzde pek yaygın bir hatayla “Şaman” diye adlandırılan ama dönem insanlarının “Kam” dediği din adamlarının başlıca iddiası insanların doğayla ilişkisini sorunsuz hale getirmek, büyü yoluyla şifa dağılmak ve gelecekten haberler verebilmekti. Kamlar defin ve evlilik gibi sosyal ritüelleri de yönetirdi.
Klasik anlamıyla Ortadoğu’da yaşanan “Çok Tanrılı” (Polite İst/Paganik) ve Tek Tanrılı” (Monoteist/Han dinler çatışması Çin’de, Amerika’da, Afrika’da ve dünyanın her yerinde olduğu gibi Orta Asya’da da yaşanıyordu. Soylarının Hz. Nuh’un oğlu Yafes’ten geldiğine inanan bozkır insanlarının öt lisanında kadim Sami dillerde’ rastlanan “Peygamber, Kadir, Hikmet, Cebrail, Ruh, Nefis. Şeytan” gibi dini terimlerin birebir karşılıklarının bulunması Kuranı Kerim’e de şahitlik eder niteliktedir. Çünkü Kutsal Kitap tüm peygamberlerin halklarına onların dilleriyle yollandığını söylüyor. Zaten “Hatem ül Enbiya” olarak anılan Hz. Muhammed de kendisinden evvel yüz yirmi dört bin nebi yaşadığını rivayet etmiştir.
“Sizden Önceki Topluluklar Gibi Sınanmadan Cennete Gireceğinizi mi Sandınız?”
“Sana da Sen ‘den öncekilere söylenenler söylenmekte.
Şüphesiz ki Rabbin hem bağışlama,
hem de elem dolu bir azap sahibidir…”
Kur’an-ı Kerim
1
Yaratıldığı günden beri yeryüzünü bekleyen şaşmaz direklerden biriydi Aladağ.Derin koyaklarla örülü kuzey yamaçları sert rüzgârlarla zımparalanmış; asın a pürüzsüz ve acımasızdı. Oradan bakanlar Aladağ’ın müstahkem bir kale olduğunu ve mahremine dokundurtmamak için böylesine sert görünmek istediğini sanırdı. Oysa üç taraftan zümrüt yeşili çam ve kayın ormanlarıyla sarıp sarmalanmıştı. Bağrında yalayan kurdu, kuşuyla, bereketli göğsünden kaynayan dereleriyle ve güney eteğinin hemen bitiverdiği yerde uzanan yüz küsur çadırlık obasıyla, bozkırda eşine düzinelerce rastlanır türden sıradan bir dağdı o günlerde.
Obadakiler, tepesi yazın bile karla kaplı olduğu için Aladağ’ı ak börklü kocamışlara benzetirlerdi. Her zaman saygı duyarlardı ona. Ama bu, ekseri korkudandı. Her neslin anlattığı bir zelzele hikâyesi vardı onun hakkında. Kimileri “obadakilere kızdı, acunu salladı” derken, kimileri “hasta olup sızlandı” diyerek kendilerinden adak istediğini ileri sürerlerdi. Yılın altı ayı sırtlarını verdikleri bu yüce dağ gündüzleri avcılarla dolardı. Ancak güneş batıp tüm bozkır karanlığa büründüğünde yolunu kaybetmiş üç beş zavallıdan başka kimsecikler yanına ilişmezdi. Günün avları, gecenin gözü keskin avcılarına dönüverdiğinden herkes işini akşam olmadan tamamlar, öylece dönerdi obaya.
Aladağ eteklerinden itibaren başlayan meralar, uçsuz bucaksız ufka kadar devam eder; keçi, davar ve at sürüleriyle dolup taşardı bereketli yazlarda. Çobanlar kendi otardıkları hayvanları gözlerinden tanıyacak denli ayırt edebildikleri için her sürü sahibi kendine özel ağıl yapmaz, hayvanlar sadece cinslerine göre istif edilirdi. En kıymetli görülenler atlar olduğu için çadırlara yakın tarafta onlar durur; davar ve keçi ağıllarıysa dereye doğru uzanırdı.
Yılkıların ardınca uzanan avılda sağlı sollu, önlü arkalı ve her biri kırk elli adım aralarla kondurulmuş çadırlar yer alırdı. Kışlaklardan yaylağa dönüş sonrası herkesin eski noktasında yurt tutması gerekirmişçesine kimse başkasının yerine göz koymaz, koyamazdı. Hem komşuluk hukuku, hem de “rutini şartsız koşulsuz tekrar etme” isteği buna engeldi. Zaten töre de boşuboşuna “börü koşnisin yimes” demezdi. Külleri için bile birbirlerine muhtaç olurlar ama komşularının varını yoğunu abartıp dillendirmeden de duramazlardı. Kart tavuklar bile bir anda kaz görünür; er görmüşlerin adı kıza çıkardı abartısız.
Günlerini kâh dere kenarında çamaşır yıkayıp süt sağarak kâh çoluk çocuklarına bakıp kah kilim dokuyarak geçiren kadınlar, erlerinin avdan veya otarmadan dönecekleri vakte yetiştirdikleri yemekleriyle, akşamki çadır ziyaretleriyle günlerini tamam ederdi.
Kaç nesildir aynıyla yürüyen bu “dört mevsim / yirmi dört saat’ rutinini bozabilen yegâne değişiklik toylardı.’ Sanki sırf bu yüzden evlilikler ve doğumlar olur; bazen bir balanın diş çıkarması bile üç gün üç gece eğlenmeye sebep görülürdü. Bu toylar esnasında konuklara mükellef sofralar çekip onları en fazla memnun eden olmak için yarışan bozkırın evlatları cömertliklerini atalarından emanet almakla övünürlerdi.
Namlarının dört bir yana yürümesi için her türlü gösterişten kaçınmayan Aladağlılar artık kendisi de bir rutin haline gelmiş olan toylardan birini yaşıyorlardı o gün.
Kazanlar dolusu etler kavrulmuş, konuklara defaatle ziyafetler çekilmişti. Aladağ eteklerinde delikanlılar güreş kapmış; kısraklar çatlatılıncaya kadar yarıştırılmış, gökler katına uçup gitmiş atalar için dualar edilmişti.
Kadınlar ayı kokan türküler eşliğinde bile inebilmeyi başarmış; düğün sevinciyle karışık ayrılık acılarına, ulu tepelerde uçan kuşlar dahi şahit tutulmuştu. Ara sıra bin bir nazla ayağa kaldırıp halaya kattıkları gelin için “üzülme kızım, hem ağlarsın, hem gidersin” demeyi de ihmal etmemişlerdi.
O ana kadar sadece kendisinden istenenleri yapmakla yetinen teze gelin “soluklanacağım” bahanesiyle nihayet oturabilmişti yerine. Oysa hâlâ başından aşağı sarkan kırmızı duvağın altında tüm ikircikleriyle başbaşaydı. Kâh halinin diğer kadınlarca anlaşılıp anlaşılmamasını umursayıp mendilini gizliyor, kâh muğlâk bir hoşvermişlikle koyveriyordu kendini. Ancak gayet iyi biliyordu ki bozkırın değişmez adetlerindendi bu. Gelin kısmı uzak ellere gider, ‘teze’ obadaşlarının arasında onlardan biri hop öylece devam ederdi yaşamına. Üstelik böylesi bir günü on beş yaşına bastığından beri bekliyordu ama yine de buruktu işte. Yıllarca bunun için hazırlanması mukadder olanla sorunsuz bir şekilde yüzleşmesine yetmiyordu. Sabahtan beri çalan davullar, kurulan halaylar yarın bağlayacak olan hasreti bir kez daha hatırlatmaktan gayrı işe yaramamıştı.
Toydan sonra hayatının aniden ve toptan değişeceğini hissettikçe endişeleniyor, buna rağmen sevdiği insanla evlenebilmenin huzuruna varmak istiyordu. Zihnindekilerin tümünü bir araya getirip kendisini tarttığında, vuslatın erinci sayesinde tüm zorlukların üstesinden geleceğini umuyordu. Zaten ağlasa da, anasından, babasından, kardeşlerinden ayrılsa da adı “Gülce”ydi ya sonuçta. İsmiyle müsemma bîr halde erine, gerdeğine gitmek arzusundaydı; adeli töreli ve alnının akıyla…
Bir nebzecik de olsa rahatlamanın etkisiyle ayağa kalkmıştı yeniden. Halaya katılmasını isteyenleri reddederek, bir kenarda ağlamaklı olan ninesine yürüdü bu kez Ona doğru giderken “kim bilir. belki de bu, ninemi” son görüşüm olacak “diyordu içinden Yanına vardığında nedense konuşmaya başlamak için bir söz bulamamış, durağanlaşmıştı Aralarındaki ilk sözler ninesine aitti.
Torununun üzerindeki yeşil kaftanı saran altın sarısı şeritlerdeki allı pullu gelincik çiçeklerini işaret etmişti.
“Uzaktan bakınca güzelliklerine hayran olursun. Yemyeşil çayırlar arasındaki gelinciklerden ben de İsterim dersin. Oysa elini azıcık hoyrat uzatsan, kırılıverir yaprakları. Hassastır gelincikler. Bunu unutmayasın benim nazlı kızım. Yuva kurmak, gelincik sevmeye benzer. Vaktiyle bana anam dediydi bunları, sen de kendi kızına ecem söyledi, dersin gayri…”
Nasihatlerine belki saatlerce devam edebilecekken aniden susuvermişti ninesi. “Ne oldu, ece? Su getirsinler mi?” diye endişelenmeye de başlamıştı ki, “deli kızım” dedi, yaşlı kadıncağız, akşam akşam ne hevesle söyletirsin beni? Ecenin yüreği elverir mi kuzusundan ayrılmaya.”…