Bu Dinciler O Müslümanlara Benzemiyor
İsim isim… Olay olay…
Zalim olsa ne rütbe bi perva
Yine bünyad-ı zulmü biz yıkarız
Merkez-i hake atsalar da bizi
Kürre-i arzı patlatır çıkarız…
Namık Kemal
“Artık zalimlerin gittiği camiye gitmem bir daha…”
Babam bu sözü üç yıl önce söyledi ve o günden sonra bir daha hiç camiye gitmedi.
Babamı tanıyanlar bilir; bu, onun için hiç de kolay alınacak bir karar değildi.
Babam seksen üç yaşında. Beş vakit namaz kılmaya on dört yaşında başlamış. Dedesi Mehmet Ali, hocaymış. Mahalle hocası değil öyle, medrese görmüş bir hoca. Sultan II. Abdülhamid’in Beşiktaş muhafızı Yedi-Sekiz Hasan Paşa sayesinde eğitimini Beşiktaş’ta bir medresede yapmış.
Esmer olduğu için “Kara Molla” denen büyük dedem Mehmet Ali Hoca’nın, evinde büyük bir kütüphanesi varmış. Buradan birçok öğrenci yetişmiş.
Babam ilk İslami bilgilerini dedesinden almış. Onun dizinin dibinde yetişmiş. Dedem postnişine hep torununu oturtmak istemiş. Ancak babam, babası gibi tüccarlıkta karar kılmış.
Evin tek erkek çocuğu olan babam tüccarlığı seçmiş, ama dedesinin yolundan hiç ayrılmamış; ibadetinden ödün vermemiş; beş vakit namazını hiç kaçırmamış. Namaz ibadetini de fırsat buldukça camide yerine getirmiş. Yani babam bildiğiniz cumadan cumaya camiye gidenlerden değildi…
Şimdi geliniz bu yazının girişindeki o cümleyi bir daha okuyunuz:
“Artık zalimlerin gittiği camiye gitmem bir daha…”
Babam o günden sonra Şair İkbal’in yazdığı gibi, “Müslümanlardan kaçıp Müslümanlığa sığındı.”
Altmış altı yıl beş vakit namazını kılan ve her daim camiye giden babama bu ağır sözü kimler, niye ettirdi?
O gün babam için ilginç bir günmüş…
Önce elli yılı aşkın bir süredir tüccarlık yapanlara ödül verilen bir toplantıda madalyasını almış.
Ardından öğle namazı için camiye gitmiş.
Ve imamla tartışmış!
Tartışma babamın şu sözüyle başlamış: “Hoca efendi, okuduklarınızın Türkçe mealini söyleseniz de tüm cemaat aydınlansa.”
Vay sen misin camide “Türkçe” sözünü ağzına alan!
Dinci imam küplere binmiş; babamı Müslümanların arasına fitne sokmakla ve neredeyse dinsizlikle itham etmiş.
Üstelik cemaatten bazı dinciler de imama destek çıkmış.
Hatta biri tutup “bu Halk Partililer hep böyledir” demesin mi?
Yaklaşık yetmiş yıldır camiye giden babam şaşkınlık içinde kalakalmış. İyi niyetle söylediği “Hoca Efendi Türkçesini söylerseniz herkes anlar” demesinin bu kadar sert tepkiyle karşılanmasına anlam verememiş.
Camiden hırsla çıkıp eve gelmiş ve bir daha camiye gitmeyeceğini söylemiş.
İbadetin bu derece ifrata vardırılmasını anlayamamış.
İşte dincilik budur, böyledir.
Bunlar İslam’ı, Kuranıkerim’i herkes anlasın istemiyor.
Bunlar Kuranıkerim’in emrettiklerini yapmıyor, yaptıklarına Kuranıkerim’i uyduruyorlar.
İşte dincilik budur.
Ve işte bu kitabın yazılmasının nedeni, babamın camiye gitmemesine neden olan bu Allahsız dincilerdir…
Bunlar karşımıza yalnızca imam olarak çıkmıyorlar.
Her kimlikte görüyoruz onları; politikacı, gazeteci, akademisyen, polis vs olarak karşımızdalar.
Bu hurafeci, feodal ümmetçi dinciler, son 300 yıldır emperyalist Batı’nın taşeronluğunu yapıyor. Her türlü gelişmenin, yenileşmenin, toplumsal uzlaşmanın önünde dalgakıran rolünü başarıyla oynuyorlar.
Bu sömürgeci güçlerin işbirlikçi dincileri, baş davası ahlak olan bizim Müslümanlara inanın hiç benzemiyor…
Bu kitap bu farkın anlaşılması için kaleme alınmıştır…
Birinci bölüm
Bizim Müslümanlar
Yıkıcı bir dönemden geçiyoruz…
İslam’ın “akil adamı”, “aksiyoner fedaisi” gibi övgü sözleriyle yüceltilenler, bugün karşımıza “tecavüz sanığı” olarak çıkıyor.
“Calvinci Müslüman” işadamlığına örnek gösterilenler, bugün “dört eş” savunmalarıyla gazetelere manşet oluyor.
Mücahitler müteahhit oldu!
Son dönemin gündemini oluşturan bu olaylar ve isimler, gerçekte İslamiyet’i temsil ediyor mu?
Utanmayı, mahcubiyeti unuttuk mu? Hayır!..
Ama ne yazık ki Müslümanlığı varoş kültürüne, avamın iktidarına indirgeyenlere karşı çıkacak, cesur Müslüman düşünürleri bugün mumla arıyoruz!
Oysa dün vardılar…
Ve bunlardan biri de “isyan ahlakı”nın sembol ismi Nurettin Topçu’ydu.
Nurettin Topçu, Türkiye düşünce tarihinin, kendine özgü, ilgi çekici, cesur ve omurgalı bir aydınıydı. Ömrü boyunca yazdı ve yazdığı gibi yaşadı.
Dincilerde yaygın olan dış dünyayı suçlama tavırlarına karşılık hep içe yönelik özeleştiriler yaptı. Milliyetçiliğe, İslamcılığa ve muhafazakârlığa en sert eleştirileri yöneltti.
“Anadolu Müslüman sosyalizmi”ne inanmış bir entelektüeldi. “Müslümanların” güler yüzlü Mehmet Ali Aybarı’ydı…
Felsefeciydi; Fransa’da okudu; Paris Sorbonne’da doktora yaptı. Ahlak kuramcısıydı. Doktora tezi, “İsyan Ahlakı”ydı.
Nurettin Topçu’ya göre, İslam dünyasının içinde bulunduğu kötü durumun sebebi, ne siyasi ne iktisadi ne ilmi ne de fikriydi. Asıl sebep, Kuran’ın özü olan ahlakın kaybedilmesiydi.
Müslümanlar birtakım geleneksel kuralları titizlikle yerine getirmekte, fakat düşünmekten kaçınmaktaydı.
“Kuran harikası olan ilahi ahlak, İslam diyarında çoktan gömülmüştür” diyen Topçu, bunun temel sebebini felsefenin İslam topraklarından kovulmasında buldu.
Ona göre, “Din bilgi kaynağı değil, kuvvet kaynağıydı. Dindar adam, başkalarından çok şey bilen değil, daha kuvvetli olan insan”dı sadece.
Gelenekçi Müslümanların, “Kuran’ın varlığı kâfidir; felsefe insanın inançlarına zarar verir, çünkü sorduğu sorularla insanı şüphe ve inkârın çukuruna düşürebilir” sözlerine şiddetle karşı çıktı:
“Felsefe olmazsa Büyük Kitap’ı hakkıyla anlayamazsınız, sadece ezberlersiniz. Kuran Allah’ın kitabı, felsefe ise bizim onu anlayacak olan şahsiyetimizin örgüsüdür.”
Nurettin Topçu Osmanlı’da, İbn Rüşdcü Hocazade ile Gazalici Molla Zeyrek arasında yapılan tartışmayı, felsefenin tutarsızlığını iddia eden Gazalici Molla Zeyrek’in kazanmasını, Müslüman yozlaşmasının miladı olarak gördü.
Ona göre, felsefesiz bir İslam’da, sorumluluk yerini vazifeye bıraktı; ruh dünyasının akil adamlarının yerini ise gözlerini kapayıp vazifelerini yapan görev adamları aldı.
Toplumsal yaşamdaki gelenekler, örfler, âdetler, kurallar insan hürriyetinin önündeki en büyük engellerdir. Gelenekçi/muhafazakâr, güvenliği özgürlüğe tercih etmiş, yaratıcı fikirlerden/hareketlerden vazgeçmiş bir cemiyet adamıdır. Bunlar asırlarca aynı alışkanlığı tekrarlamaktan huzur duyarlar. Örflerini değiştirmek, onların bir uzvunu kesmek gibidir.
Nurettin Topçu, isyan ahlakı teorisini açıklarken ideal tip olarak, “Ben Hakk’ım” dediği için işkenceyle öldürülen tasavvufun meşhur şehidi Hallac-ı Mansur’u, Müslüman akılcılığının önderi İmamıazam’ı örnek aldı.
İslam’ın geleneksel ve resmi yorumlarıyla sürekli hesaplaşan Topçu’ya göre, tasavvuf düşüncesinin temeli vahdet-i vücut, ahlaklılığın en yüce mertebesiydi. Bu anlayışı onu, “kentli” Gümüşhanevi Dergâhı’na götürdü. Dergâhın “rahlei tedrisatından” geçti. Bu “sınav” onu Doğu-Batı kültürü sentezine ulaştırdı.
Burada bir parantez açayım:
Nakşibendilik, Türkiye’de bir bütün olarak ele alınmaktadır. Yanlıştır. Bu nedenle “kentli” sözcüğünü sosyolojik anlamda, Türkiye’deki
Nakşibendiliğin, “köylü-Kürt Halidiye kolu” ile “kentli-Türk Gümüşhanevi ekolü” arasında farklar olduğunu göstermek için kullandım.[1] Bu nedenledir ki, “kentli” Abdülaziz Bekkine, kadınların siyah çarşafı atıp manto giyebileceğini söyleyebilmiştir.
Ahlak felsefesi Nurettin Topçu’yu aynı zamanda sosyalizmle/toplumculukla buluşturdu. Onun yolu, bugün sağlıksız atölyelerde sigortasız, aç susuz, on sekiz saat köle gibi çalıştırılan binlerce başörtülü kızımızın mağduriyetini görmeyip, meseleyi hep üniversite-türban ikileminde tartışan günümüz dincileriyle aynı değildi kuşkusuz.
Nurettin Topçu antikapitalistti. Bazı dinciler gibi yeşil sermayeye de “bizdendir” diye övgüler sıralamadı.
İnsanların bir kısmının diğer kısmına köle gibi yaşaması ruhi hürriyeti ortadan kaldırıcıdır. Bir zümreyi esir, öbürünü zalim yapan eşitsizlikten kurtulmak istiyoruz. Eşitlik ahlaki bir idealdir. Eşitlik merhamet davasıdır.
Bugünkü Müslümanlar büyük sanayi medeniyetinin insanı makineleştiren ve makineye esir yapan zulmüyle el ele vermiş bulunuyor. İnsanlığın beş bin yıllık ruh ve vicdan eserini inkâr ederek düşünmeyi günah sayan, sefaleti din diye tanıtan gerilik ile taassup, bu zulme sığınmış bulunmaktadır.
Sosyalizmin tek biçiminin Marksizm olmadığını vurgulayan Nurettin Topçu, “Ne için sosyalizm?” sorusunu şöyle yanıtlıyordu:
Yürekler acısı bir cemiyet düzeni karşısında duygusuz gönüllerde paslı vicdanların durup durup “Ne için sosyalizm” dediklerini duyuyoruz. Her mahalleden bir milyoner çıktı ve bu zillet ilerledi. Şimdi her beldede binlerce sefalet barınırken, her köşe başında bir tanesi türeyerek kendi duygusuz ve arsız saadetleriyle övünen, Batı’nın binlerce lüksüne hayran vicdansız milyonerlerin arsızlığından nefreti insanlara öğretmek için!..
İş ahlakının ve çalışma duygusunun değerini kazanç hüneriyle mübadele ettik. Çalışmayı aşk ve ibadet sayan İslam ahlakı, kolaylıkla Amerikan pragmatizminin tilki zihniyetine feda edildi.
Topçu’ya göre sosyalizm, çiğnenmesi halinde Allah’ın da affedemeyeceğini bildirdiği kul hakkının müdafaasıydı. “Bizim sosyalizmimiz İslam’ın ta kendisidir” diyordu.
Cesurdu. İçinde bulunduğu milliyetçi-muhafazakâr cemaatin/grubun antikomünist olduğu Soğuk Savaş döneminde bir Müslüman’dan beklenmeyecek kadar sosyalizm üzerine odaklandı.
Sosyalist kavramından duyulan tiksintiyi, iktisat ve sosyoloji cehaleti ile vicdan ve kalp terbiyesinin yokluğu olarak nitelendirdi.
“Amerika komünizme düşmandır; komünizm de İslamiyet’e düşman olduğu için Amerika’yı desteklemek her Müslüman için vaciptir. Pek güzel mantık doğrusu. Aristoteles işitmiş olsaydı hayran olurdu!”
Nurettin Topçu’nun dinci basına da söyleyecek sözü vardı:
Şimdi son yıllarda dini neşriyat serbest olunca ortaya öyle bozuk, öyle çürümüş bir maya çıktı ki. Bu neşriyatın cehalet, ticaret ve düşüklükten berbat bir eser verdiğini hiç çekinmeden söyleyeceğim. Bunlar yirminci asrın buhranlı hayatının, halli fikir ve felsefe meziyetlerine şiddetli muhtaç olan meselelerinin karşısına, ilkçağların insanlarını bile güldürecek bir iptidailikle çıktılar. Kimi küçük çocuklar için masal olacak meseleler bunların sermayesidir. Lakin esas meseleleri ticaret yapmaktır.
Çağdaş Derviş Nurettin Topçu dinciliğin ne olduğunu ne güzel anlatıyor:
Bunlar cam arkasından sakal öperek hırka takdis etmede dindarlık var sandılar. İnsanın nefesinden şifa umdular. Medeni nikâhı eksik bulup imam nikâhında keramet aradılar. Tespih sayısında hikmet buldular. Günahları rakamlarla ölçtüler. Duaları sesli yaptılar. Merasimle ruhlarını tatmin ettiler. Böylelikle eşyanın hayatına sayıları tatbik etmekle muazzam bir dini matematik sistemi meydana çıktı. Bu matematiğe sadakat imamın şartı oldu. Dinden bütün ruh sıyrılarak kendisiyle hiç alakası kalmayan bir iskelete iman adı verildi.
Bugün içinde yaşadığımız ahlaki yozlaşmayı bu sözlerden başka ne anlatabilir?..
Peki, hem Müslüman olup hem de sosyalizmde ısrar eden Nurettin Topçu kimdi?
Baba tarafı Erzurumluydu. Dedesi Osman Efendi, Erzurum’un Ruslar tarafından işgali sırasında Türk ordusunda topçuluk etmiş, “Topçuzade” lakabını almıştı.
Babası Topçuzade Ahmet Efendi tahıl alım satımı yapıyordu. Sonra canlı hayvan ticaretiyle işini büyütüp İstanbul’a yerleşti.
İlk evleri Süleymaniye’de, ahşap bir binaydı.
Annesi, Eğinli Kasap Hasan Ağa’nın kızı Fatma Hanım, Nurettin Topçu’yu bu evde 7 kasım 1909’da doğurdu.
Harp yıllarında Ahmet Efendi’nin işleri bozuldu. Çemberlitaş’ta bir eve taşındılar. Ahmet Efendi kasap dükkânı işletmeye başladı.
Nurettin Topçu, altı yaşında Bezmiâlem Valide Sultan Mektebi’nin ana kısmına yazdırıldı. Sonra Büyük Reşit Paşa Numune Mektebi’ne (şimdiki İstanbul Lisesi civarında) verildi. Mektebi birincilikle bitirdi.
Aynı başarıyı Vefa Lisesi’nde de gösterdi. Sınıfları hep birincilikle bitirdi.
Bu arada babasını kaybetti.
Baba kaybı onu biraz daha içedönük biri yaptı.
Felsefeye ve bir sandık içinde kitap, gazete toplamaya o yıllarda eğilim gösterdi.
Mustafa Kemal’in Milli Eğitim Bakanlığı’na verdiği direktifle, başarılı öğrencilerin yurtdışına gönderilme uygulamasından yararlandı, 1928’de Fransa’ya gitti. İlk yazı denemelerini, nakledildiği Bordeaux’daki lisesinde eğitim görürken kaleme aldı ve üye olduğu Sosyoloji Cemiyeti’ne gönderdi.
İki yıllık eğitim sonucunda psikoloji sertifikası alıp Strasbourg’a geçti. Üniversitede felsefe eğitimi gördü. Sanat tarihi lisansı yaptı.
Bu arada tasavvuf tarihçisi Louis Massignon’la tanıştı.
Strasbourg’da doktorasını hazırlayan Topçu, Paris-Sorbonne’a gitti; doktorasını verdi. Bu üniversitede felsefe doktorası veren ilk Türk öğrenci oldu.
1934’te yurda döndü. Galatasaray Lisesi’nde felsefe öğretmeni olarak görev aldı.
TBMM’nin birinci dönem muhalif milletvekillerinden Hüseyin Avni Ulaş, babasının dostuydu. Çemberlitaş’taki eve sık sık gelip gidiyordu. Topçu küçük yaştan beri bu zatın tesiri altında kalmıştı.
Yurda döndükten sonra Hüseyin Avni Ulaş’ın kızı Fethiye Hanım’la evlendi. Düğün gününde, şimdiki İzmir Atatürk Lisesi’ne (o zamanki adıyla İzmir Erkek Lisesi) tayin emri geldi.
Hareket dergisini İzmir’de bulunduğu dönemde yayımlamaya başladı.
Nurettin Topçu’nun ideolojik kökü Osmanlı’da da yok değildi:
II. Meşrutiyet’ten sonra Vazife dergisini çıkaran Nüzhet Sabit, yurtseverlik ile sosyalizmi birleştirmişti.
Raşit Hatipoğlu ise 1930’larda çıkardığı Dönüm dergisinde kooperatifçiliği ve yerli sosyalizmi savunmuştu.
Nurettin Topçu “Çalgıcılar Yine Toplandı” isimli makalesinden dolayı açılan soruşturma üzerine Denizli’ye sürgün edildi. Daha sonra Haydarpaşa Lisesi’ne tayini çıktı ve bir müddet sonra da Vefa Lisesi’ne geçti.
Bu arada eşinden ayrıldı.
Çocukluk arkadaşı Sırrı Tüzeer vasıtasıyla, Nakşibendi Gümüşhanevi Dergâhı’nın şeyhleri Serezli Hasip Yardımcı ve Kazanlı Abdülaziz Bekkine’yle tanıştı. Dergâha bağlandı.
Celal Ökten Hoca’dan İslami ilimler, kelam ve İslam felsefesi konularında faydalandı. Daha sonra imam-hatip okullarının kuruluşu sırasında Celal Ökten’le mesai arkadaşlığı yaptı.
Son olarak İstanbul Lisesi’ne tayin olan Nurettin Topçu, 1974 yılında buradan emekli oldu.
Bir süre Edebiyat Fakültesi’nde Hilmi Ziya Ülken’in kürsüsünde eylemsiz doçentlik yaptı. “Bergson” üzerine doçentlik tezi hazırladı. Fakat kendisine kadro verilmedi.
27 Mayıs 1960’a kadar uzun yıllar Robert Kolej’de felsefe ve sosyoloji okuttu. 27 Mayıs’tan sonra devrim aleyhtarı bulunarak buradaki görevine son verildi.
Fikri faaliyetlerini Türk Kültür Ocağı, Türk Milliyetçiler Cemiyeti, Milliyetçiler Derneği ve Türkiye Milliyetçiler Derneği’nde sürdürdü. Ancak sosyalist olduğu gerekçesiyle sürekli ağır tehditlere maruz kalması sonucu bu derneklerle ilişkisini kesti. 1967’de Ezel Elverdi, Mehmet Doğan, Davut Özer gibi arkadaşlarıyla Milliyetçi Toplumcu Anadolucular Derneği’ni kurdu.
Otuzu aşkın kitap ve broşür yazdı. 1939’dan 1975’e kadar sayısız makaleye imza attı.
1975’in nisan ayında hastalandı. Hastalığının teşhisinde güçlük çekildi. Pankreas kanserine yakalandığı ameliyatta belli oldu.
10 temmuz 1975’te vefat etti. Fatih Camii’nde kılınan namazdan sonra Topkapı’daki Kozlu Mezarlığı’na defnedildi.
Nurettin Topçu inanmış bir adamdı. Sosyalistti/toplumcuydu. İyi bir Müslüman’dı.
Onun gibi kişilik abidesi Müslüman idealistleri bugün mumla arıyoruz.
Ama Nurettin Topçu yalnız değildi.
Nurettin Topçu gibi, baş davası ahlak olan bir başka aydınımız daha vardı: Cemil Meriç…
Bir fikir arkeoloğu
Cemil Meriç adı son yıllara kadar unutulmuş gibiydi.
“Aydın” arayışına giren AKP çevresi birden Cemil Meriç’i sahiplendi.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Cemil Meriç’i anma gecesine katılıp onu “yeri doldurulamaz bir yazar” olarak niteledi. Ve son dönem konuşmalarında hep Cemil Meriç’ten alıntılar yaptı.
Milli Eğitim Bakanlığı, Cemil Meriç’in adını okullara verdi. AKP belediyeleri Cemil Meriç adına kültür merkezleri açtı.
Tüm bu güzel icraatlar gerçekleştirilirken bir gerçek sanki unutturulmak isteniyor: Cemil Meriç sosyalistti!
Düşüncesi solda, duyguları sağda olan bir düşün adamıydı.
Yıl 1954…
Bir bahar akşamı.
Cemil Meriç, eşi Fevziye Hanım’la birlikte, akrabası Ahmet Çipe’nin konuğuydu. Sohbetler edildi, yemekler yendi, çaylar içildi. Geceyarısına doğru izin istenip kalkıldı.
Cemil Meriç’in gözlerinde 12,5 miyopi ve kuvvetli hipermetropi vardı. Merdivenlerden inerken son eşiği göremeyen Cemil Meriç düştü. Bir şeyi yoktu. Ev sahibiyle vedalaşıp sokağa çıktılar.
Yolda yürürken Cemil Meriç, eşinin kulağına yaklaşıp şöyle dedi: “Fevziye, elektrikler mi kesik, hiçbir şey göremiyorum.”
Cemil Meriç 38 yaşındaydı ve artık hiç göremeyecekti.
“Görmek, yaşamaktır. Vuslattır görmek. Her bakış dış dünyaya atılan bir kementtir. Bir kucaklayıştır, bir busedir her bakış…”
Tarih, 12 aralık 1916.
Yer, Reyhanlı-Hatay.
Mahkeme Reisi Mahm
ut Niyazi ile Zeynep Ziynet’in üçüncü bebekleri dünyaya geldi: Hüseyin Cemil.
Ailesi aslen Meriç Nehri’nin hemen öteki yakasındaki Dimetokalıydı. Balkan Savaşı’ndan sonra Hatay’a yerleşmişlerdi. Savaş, Reyhanlı’da da aileyi rahat bırakmadı. Fransız mandası altında bir yaşam sürdüler. Fransız kültürüne dayalı bir ilk ve orta öğrenim gördü.
Babasının her akşam çocuklarına kitap okuması, yaşamının en güzel anıları oldu. Hep okudu. Lise yıllarında ilk makalesi, Yenigün gazetesinde yayımlandı; yıl 1933’tü.
Hatay’ın anavatana katılması mücadelesinin verildiği dönemde hızlı bir Türkçü oldu. Milliyetçilik, bazı öğretmenleriyle arasını açtı. 1934’te Soyadı Kanunu çıkınca, ideolojik kimliğine uygun bir soyadı seçti: Cemil Şaman!
Öğretmenleriyle kavgası sonucu liseden mezun edilmeyeceğini anlayıp İstanbul’a gitti; Pertevniyal Lisesi’ne kayıt yaptırdı.
Aynı yıllar sosyalizme de merak saldı. Önce Friedrich Engels’in Anti-Dühring’ini okudu. Ardından Karl Marx’ın Kapital’inin ilk cildini bulup anlamaya çalıştı.
İstanbul’da sosyalist çevrelerle tanıştı. Stalin’in Pratik ve Teori kitabını Fransızcadan çevirdi.
Tanıştığı Nâzım Hikmet, kendisine, heyecanlarını bırakıp hayata iyi hazırlanmasını tavsiye edince hayal kırıklığına uğradı. Tekrar Hatay’a döndü. Köy öğretmenliği ve devlet memurluğu yaptı.
1939 yılında, Hatay’da sosyalist bir devlet kurma iddiasıyla tutuklandı. İdamla yargılandı. Mahkemede Marksist olduğunu saklamaması herkesi hayretler içinde bıraktı. 3,5 aylık yargılama sonucunda beraat etti. Cezaevinden çıktığında bir gerçekle yüzleşti: Tüm dostları selamı sabahı kesmişti.
Bu duruma çok içerledi; dostlarının inadına soyadını değiştirdi: Cemil Yılmaz!
Ve tekrar İstanbul’un yolunu tuttu.
Yabancı Diller Okulu’na bursla yazıldı. Okulda solcu arkadaşlarıyla birlikteydi hep. Dönemin sanatçılarının gittiği Nisuaz gibi gibi elit kahvelere devam etti. İnsan dergisine edebiyattaki ilk aşkı Balzac’la ilgili makale yazdı; kitaplarını tercüme etti.
İlk aşkı Lübnanlı bir fahişeydi: Linda.
İkinci büyük aşkını İstanbul’da buldu; sınıf arkadaşı Reyagan. Karşılık bulamadı. Arkadaşı Kerim Sadi’nin önerisiyle coğrafya öğretmeni Fevziye Menteşoğlu’yla tanıştı. “İçki içtim, fahişelerle düşüp kalktım, hapse girdim çıktım; bunları bilerek benimle evlenir misin?” diye sordu genç kadına. 19 mart 1942’de evlendiler.
Fevziye Hanım’ın hali vakti yerindeydi; pansiyoner olmaktan kurtuldu; yeni bir hayata başladı.
O artık Cemil Meriç’ti…
İkinci Dünya Savaşı yılları…
Cemil-Fevziye Meriç çifti Elazığ’a tayin oldu.
Gözlerindeki bozukluk nedeniyle askerlikten muaf tutuldu.
Yazmayı Elazığ’da da sürdürdü. Yurt ve Dünya, Yücel, Amaç gibi dergilere tercümeler, edebi değerlendirmeler yaptı.
İlk iki çocukları Elazığ’da dünyaya geldi, ancak yaşamadılar. Fevziye Hanım yine hamileydi; İstanbul’a tayin istedi. Gerçekleşmeyince istifa etti.
Aynı günlerde üç “doğum” meydana geldi: 1 nisan 1945’te oğlu Mahmut Ali ve Balzac’tan iki çeviri kitap, Otuzundaki Kadın ile Onüçlerin Romanı doğdu.
Bir yıl sonra kızı Ümit dünyaya geldi. Aynı yıl Balzac’tan Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti’nin tercümesini bitirdi. Sadece tercümeler yapmadı, Yirminci Asır dergisine makaleler de yazdı. Gözlerindeki rahatsızlığa inat, ne bulursa okudu; okuma notlarından dosyalama/fişleme yaptı.
Sonra öğretmenliğe döndü. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne Fransızca okutman ve Işık Lisesi’ne Fransızca öğretmen oldu. Çocukları da hemen yanı başındaki Şişli Terakki’de okuyordu. Mutluluğu uzun sürmedi.
1954 yılında gözlerini tamamen kaybetti. Aynı yıl yaz ayları boyunca Cerrahpaşa Hastanesi’nde yattı. Başarısız ameliyatlar geçirdi. Bir gözünde retina tabakası çatlamıştı. Diğerine ise katarakt inmişti. Paris’te Quinze-Vingts Hastanesi’nde de ameliyatlar oldu. Sonuç olumsuzdu.
7 temmuz 1955’te Yeşilköy Havaalanı’na indiğinde biliyordu ki, kendini yeni bir hayat bekliyordu.
Cemil Meriç artık hiç göremeyeceğini biliyordu. Bu karanlık hayatı sürdüreceğinden emin değildi. İntiharı düşündü.
Ve bir gün…
Eşi Fevziye, çocukları Mahmut Ali ve Ümit’le birlikte Üsküdar’a hava almaya çıktılar. Cemil Meriç eşine, Yeni Valide Camii’nin avlusuna girmek istediğini söyledi. Fevziye Hanım çocuklarına, “Siz oynayın biraz” dedi ve eşini caminin avlusuna götürdü. Avluda eşi kolunda, aşağı yukarı gidip gelen Cemil Meriç hıçkırıklarını tutamadı ve sarsıla sarsıla ağladı.
Bu dramatik olaydan sonra Üsküdar’daki Fethi Paşa Korusu’ndaki evlerinde yeni bir hayat başladı. Fevziye Hanım okudu, Cemil Meriç çevirisini söyledi. İlk çevirdikleri Victor Hugo’nun Hernani’si oldu.
Okuma görevini bazen öğrencileri, bazen çocukları yaptı. Öğrencileri arasında Server Tanilli ve Yaşar Nuri Öztürk gibi isimler vardı.
1960’lı yıllarda Cemil Meriç, Hint edebiyatına merak saldı; bu onun Doğu’yu keşfetmesini sağladı. Aynı yıllarda Antakya’da İngilizce öğretmenliği yapan Lamia Çataloğlu’yla aralarında mektupla başlayan platonik bir aşk doğdu.
Mektupların dışında Dönem, Çağrı, Hisar adlı dergilere de makaleler yazdı. 1967 yılında, Saint-Simon İlk Sosyolog, İlk Sosyalist adlı kitabını çıkardı. Bunu, Sosyalizm ve Sosyoloji Tarihinde Pierre Joseph Proudhon adlı eseri takip etti.
Ne yazık ki Türkiye solu bu kitapları tartışmadı bile, yok saydı. Görülmemek, fark edilmemek Cemil Meriç’i kırdı, öfkelendirdi. Sadece birkaç yakın dostu solcuydu. Bunlardan biri de 1971’de Nurhak Dağları’nda öldürülen Sinan Cemgil’in anne babası, Nazife-Adnan Cemgil’di.
Adnan Cemgil, yeni kurulan Türkiye İşçi Partisi’ne katılmasını teklif etti. “Girmem, çünkü benim yerim kütüphane. Ben ışık arayan, aydınlanmak, aydınlatmak isteyen bir insanım. Politikanın kurtarıcılığına inanmıyorum” diyerek bu teklifi reddetti.
Yaşadığı toprakların kültürüne sahip çıkan, Batı’nın tabularını yıkmayı uğraş edinen Cemil Meriç’i “solun efendileri” kabul etmedi ve onu,
altın tepsi” içinde sağcılara sundu. Güya, Pınar, Köprü, Gerçek gibi sağcı dergilerde yazmasına muhaliftiler! Ama asıl kızdıkları, Meriç’in, Türk aydınının halktan koptuğu yönündeki tespitiydi.
Sağa gitmeye mecbur edildi Cemil Meriç:
“Sol diyalogdan kaçıyor, küskün. (Sağcı) Ötüken’in bastığı kitap okunmazmış. Peki, siz basın. Cevap yok. Bu çemberi kırmak mümkün değil. Sol, sağın gösterdiği dostluğu göstermiyor. İhanet etmişiz. Neye ve kime?”
Sağ basın Cemil Meriç’e çok ilgi/hürmet gösterdi. Fakat gazetecilik refleksiyle Cemil Meriç’e sürekli sosyalizmden döndüğünü söyletmeye çalıştı. O ise hep direndi: “Sosyalizmi, içtimai haksızlıkların sona ermesi, liyakatin yerini bulması, acı çekenlerin gözyaşlarını dindirmek suretinde anlarsak sosyalistim.”
1970’li yıllarda çıkardığı, Bu Ülke, Umrandan Uygarlığa, Mağaradakiler, Bir Dünyanın Eşiğinde adlı kitaplarını genellikle sağcı gençler okudu. Milli Kültür Vakfı’nın ödüllerini kazandı.
Buna rağmen, “sosyalizm” kelimesinden korkanları yobaz olarak niteledi:
Yobazlık kelimelerden korkmaktır. Sosyalizm, insanın insanı istismar etmemesi, emeğin değerlendirilmesi, emeğin eserine göre mükâfatlandırılmasıdır. Elbette kendimize has sosyalizm olacak. Milli hasletlerimizle çelişmeyen bir düzen. En kötü şey riyakârlıktır. Sosyalizm ıstırabın çığlığıdır.
Cemil Meriç sağa “kendi Marx”ını öğretmek istedi hep:
Marx, vatan-millet realitesini inkâr etmez, “İşçi sınıfının vatanı yoktur” der sadece. Nasıl sermaye milletlerarası ise emek de milletlerarasıdır der. Marx, “Din afyondur” derken Katolik Kilisesi’ni kasteder. Hakikaten Katolik Kilisesi tam bir afyondur. Burjuvazi akılla Kilise’yi devirdi. Fakat sonra karşısına işçi sınıfı çıkınca hemen müdafaaya geçip dine sarıldı ve Ortaçağ karanlığına döndü. Ve ister istemez milli komünizm doğacaktır.
Kitaplarını, makalelerini kim yayımlayacaksa, ayrım gözetmeksizin, sağ-sol demeden onlara verdi. Çünkü o kimseye göre yazmamıştı; bu nedenledir ki, Komünizmle Mücadele Derneği’nin dergisinde Nâzım Hikmet’e övgüler düzmekten geri durmadı. Yaşamı boyunca Kemal Tahir’le, Attilâ İlhan’la düşünce yoldaşlığı yaptı. Bülent Ecevit’e okuması için Marx’ın Kapital’ini gönderdi.
Tarikatlar, cemaatler de Cemil Meriç’in ilgi alanıydı:
Said-i Nursi’nin bir hutbesi var, çok enteresan. Yanlış anlaşılır diye korkuyorum. Adam sosyalizme açık. Nurcular ve sosyalistler birbirini tanımalıdır. Türkiye’nin kurtuluşu buna bağlı. Ben şimdi bunu yapmaya çalışıyorum. Fakat bu fert işi değil. Nurcular sosyalistleri, sosyalistler de Nurcuları okumuyor. Zaten sağ kendi dışında hiçbir şey okumuyor; çok garip bir hal bu.
Cemil Meriç’e göre, insan olarak hataları olmakla birlikte, Marx ile Said-i Nursi arasında hiçbir fark yoktu.
“Nurculuk bir tepkidir. Kısır ve yapma bir üniversiteye karşı medresenin, küfre karşı imanın, Batı’ya karşı Doğu’nun isyanı. Her risale bir çığlık. Said-i Nursi bir kavga adamı.”
Ancak diğer yandan, “Mutlak hakikati hiç kimse bütünüyle kucaklayamaz” diyen Cemil Meriç, “Said-i Nursi 1930’larda haklıydı ama artık günümüzde değil” diyecek kadar da gerçekçiydi. Said-i Nursi’ye “şeyh” diyenlere de kızgındı: “Hazreti Peygamber bu âlim, bu arif diye ayrım yapmış mı? Şeyhlik var mı İslam’da?”
Nurettin Topçu ve Hareket dergisi gibi Cemil Meriç’in de baş davası ahlaktı.
Cemil Meriç 1980’li yıllarda da yazmaya devam etti: Kırk Ambar, Bir Facianın Hikâyesi, Işık Doğudan Gelir vs.
12 Eylül 1980 darbesiyle fikri bunalım yaşayan milliyetçi-muhafazakâr çevreler, Cemil Meriç’in yıldızını çok parlattı. Kitapları elden ele dolaştı.
Bu çevrelere göre, Batı kültüründen arınıp Müslüman-Türk özüne geri dönüş yapan, kazanılmış bir aydındı o! Kimse sosyalist kimliğini hatırlamak istemiyordu!
1983 yılında eşi Fevziye Hanım’ı kaybetti. Bir yıl sonra beyin kanaması geçirdi ve sol tarafına felç geldi. Bu zor günlerinde platonik aşkı Lamia Çataloğlu, haftada iki kez koltuğunun altındaki Cumhuriyet gazetesiyle gelip Cemil Meriç’e sevdiği bulgurlu yemekleri yaptı.
Gün geçtikçe Cemil Meriç’in psikolojisi bozuldu; kimsenin anlayamadığı sözcükler söylüyordu. Bazen “Allah Allah Allah” ya da “Muhammed sevgilim” diye bağırdığı oluyordu. Ruh sağlığı bozulmuştu. Nörolojik bir tedavi uygulamasına geçildi. Çare olmadı. 13 haziran 1987’de geceyarısı vefat etti. Karacaahmet’te eşi Fevziye Hanım’ın yanına defnedildi.
Cemil Meriç hakkında çok çeşitli ve birbiriyle zıt tanımlamalar yapılsa da, her çevrenin üzerinde hemfikir olacağı bir gerçek vardı:
O, Türkiye’nin vicdanıydı…
Sanıyorum Türk solunun Cemil Meriç’e bir özür borcu var.
Sade Cemil Meriç’e mi?
Solcular Nezihe Araz’ı nasıl kaybetti?
Evet, bizim Müslümanları iyi tanıyacağız ki, dincileri ayırt edebilelim.
Komünist bir Sufi
Bulgurluzadeler, Ankara’nın köklü ailesiydi.
Çankaya Köşkü haline gelen ilk bağ evini Mu
stafa Kemal’e onlar vermişti.
Aile Bulgurluzadeler olarak biliniyordu; ancak Soyadı Kanunu çıktığında Mustafa Kemal, milletvekili Bulgurluzade Rıfat Bey’e “Araz” soyadını verdi.
Rıfat Araz (1879-1964) CHP milletvekiliydi. 1927-1943 yılları arasında TBMM’de Ankara milletvekili olarak bulundu.
Hayatının bir bölümünü kaleme aldığı üç defteri, çocukları tarafından, 3 kasım 1983 tarihinde Milli Kütüphane’ye bağışlandı.
Bu defterden öğreniyoruz ki, Ziraat Bankası amirlerinden Rıfat Araz, Fransızların Şam’ı ve İngilizlerin İstanbul’u işgali sırasında, Mustafa Kemal’in emriyle bankanın altınlarını bin bir güçlükle Ankara’ya kaçırmış.
Rıfat Araz, milletvekili olduğu döneme kadar Ziraat Bankası’nda görev yaptı. Konya Ziraat Bankası müdürüyken kızı Fatma Nezihe dünyaya geldi. Medyada doğum yılı 1922 yazılmasına rağmen Rıfat Araz’ın defterine göre Nezihe Araz 11 mayıs 1336’da yani 1920’de doğdu.
Rıfat Bey iki eşliydi; ilk eşi Adeviye’den Zeliha Mesrure, Fatma Samiye, Muhittin Rıfat, Hayrettin oldu. İkinci eşi Müzeyyen’den ise, Mustafa Kemalettin, Celalettin, Fatma Nezihe ve Vecihe doğdu.
Çok çocuklu bir ailede büyüyen Nezihe Araz hayatı boyunca hiç evlenmedi, çocuk sahibi olmadı.
Nezihe Araz Ankara Kız Lisesi’ni, ardından Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Psikoloji ve Felsefe Bölümü’nü bitirdi.
Onun için fakültedeki öğretmenleri arasında iki kişinin yeri apayrıydı: Felsefe Bölümü Psikoloji Kürsüsü’nü kuran Doç. Dr. Muzaffer Şerif Başoğlu ve Doç. Dr. Behice Boran.
Öğrencilik yıllarında, öğretmenleri Muzaffer Şerif Başoğlu, Behice Boran, Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav ve Adnan Cemgil’in çıkardığı Yurt ve Dünya dergisini elinden düşürmedi.
Daha sonra Muzaffer Şerif ile Behice Boran’ın çıkardığı Adımlar dergisine de abone oldu. Gönüllü olarak dergide çalıştı.
Boran-Şerif ikilisinin dost meclislerinin değişmez isimlerinden biriydi. Örneğin 1 mayıs 1943’ü Atatürk Orman Çiftliği’nde piknik havasında kutladılar.
Adımlar dergisinin sol/TKP çizgisinde bir yayın politikası vardı. Avrupa’da yükselen Hitler ırkçılığı Türkiye’de taraftar bulmuştu. Dergi bu çevrelere karşı sert eleştiriler getiriyordu. Savaş bitip Hitler tehlikesi ortadan kalkınca, hükümet solcuları baş düşman olarak görmeye başladı. Ve Adımlar dergisi kapatıldı. Muzaffer Şerif Başoğlu bir daha dönmemek üzere ABD’ye gitti, orada çok saygın bir bilim adamı oldu.
Doç. Dr. Behice Boran soruşturmalara rağmen okulda kaldı.
Nezihe Araz’ın mezun olduğu 1946 yılında okul Ankara Üniversitesi’ne bağlandı. Yeni kadrolar açıldı ve Nezihe Araz, Behice Boran’ın asistanı oldu.
1948 yılında Behice Boran üniversiteden kovulunca, Nezihe Araz da okuldan ayrıldı.
Ailesi, solcu çevrelerden uzaklaştırmak için kızlarını İstanbul’a götürdü. Nezihe Araz doktorasını İstanbul’da yapacaktı.
İstanbul Üniversitesi’ndeki görüşmelerinden sonra akademisyen olmayı istememeye başladı. Çünkü aradığını bambaşka bir yerde, bir dergâhta bulmuştu…
Nezihe Araz’ın ailesi dindardı; Mevleviliğe yakındılar.
Rıfat Araz hayatı boyunca, Atatürk’ün masasında bile içki içmedi.
CHP’li milletvekili arkadaşları Rasim Başara, Nuri Pazarbaşı ve CHP’nin Milli Eğitim Bakanı Esat Sagay’la birlikte İstanbul’da Rıfai Dergâhı piri Kenan (Büyükaksoy) Rıfai’nin (1867-1950) vuslat meclisinde bulundu.
Zamanla Rıfat Araz ile Kenan Rifai akraba oldular; Vecihe Araz, torun Cemil Büyükaksoy’la evlendi.[2]
Nezihe Araz’ın Kenan Rifai’nin “tasavvuf okuluna” babası Rıfat Araz aracılığıyla girdiğini düşünebiliriz.
Ne zaman girmişti? Bilmiyoruz.
Bildiğimiz; aynı dergâhtan Sâmiha Ayverdi’nin Mülakatlar adlı kitabında, Nezihe Araz’ın 25 mayıs 1948 tarihinde Kenan Rifai’nin sohbetine katılanlar arasında belirtildiği.
Şimdi çok kişinin kafasına fakültede solcu olan, felsefe ve psikoloji okumuş Nezihe Araz’ın bu kadar kısa sürede bir dergâha nasıl “bağlandığı” sorusu gelebilir.
Sorunun yanıtı Kenan Rifai’nin tasavvuf anlayışında gizli:
“Kenan Rifai tasavvufu ne Gazali gibi sırf bir ahlak anlayışı olarak kabul etmiş ne Muhyiddin Arabi gibi sadece vahdet-i vücutta kalmış ne de Mevlânâ gibi aşkıyla dünyayı ve ahreti atlayıp geçmiştir. Üçünü birleştirerek bir yaşam şekli haline getirmiştir.”
Kenan Rifai’ye göre tarikat; edep, irfan ve insanlık demekti. Zikir ve devran şekillerine, tespih, sarık, cüppe gibi kisvelere takılıp kalmak doğru değildi.
Kenan Rifai cuma günü yaptığı sohbetler dışında sarık ve cüppe giymiyordu. Hep kravatlı, takım elbiseliydi. Fransızca, Rumca, İbranice biliyordu.
Nezihe Araz’ın, Behice Boran’dan sonra Kenan Rifai’nin “asistanı” olmasının nedeni, tasavvuf felsefesine olan inancıydı.
Ancak “dergâh asistanlığı” kısa sürdü; Kenan Rifai 1950’de vefat etti.
Nezihe Araz aynı yıl şiirlerini Benim Dünyam adıyla kitaplaştırdı. Bir yıl sonra, Kenan Rifai’ye bağlı Sâmiha Ayverdi, Safiye Erol ve Sofi Huri’yle birlikte, Ken’an Rifai ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık kitabını yazdı.
Bu süreçte gazetecilik yapmaya da başladı.
Nezih Demirkent Medya Medya kitabında 1950’li yılların başında, basında sadece beş üniversite mezunu olduğunu yazıyor. Bunlardan
biri de Nezihe Araz’dı.
Araz, gazeteciliğe 1952 yılında Şevket Rado’nun çıkardığı Resimli Hayat dergisinde başladı. Sonra aynı ekip Hayat dergisini çıkardı.
1953’te ilk biyografi kitabını yayımladı: Fatih’in Deruni Tarihi.
Nezihe Araz 1956 yılında DP’li Bahadır Dülger’in çıkardığı Havadis’te çalışmaya başladı.
Ancak devir Demokrat Parti dönemiydi ve muhalif olmayan bir gazeteyi satmak kolay değildi. Gazete Nezihe Araz’ı Kâbe’ye gönderip izlenim yazılarıyla tiraj almayı planladı. Nezihe Araz gitti; Havadis hac tefrikasına başladı. Ancak İstihbarat Şefi Hakkı Devrim, Mekke’den gönderilen fotoğraflar arasından duvar dibine çömelip çişini yapan bir Arap’ın fotoğrafını koyunca olanlar oldu. Ziyaret için İstanbul’a gelen Irak Kralı II. Faysal, kendisinin Hazreti Muhammed soyundan geldiğini ve böyle bir fotoğrafın kabul edilemez olduğunu söyledi. Irak kralını Türk sevgilisi (devrin önemli bir politikacısının kızı) bile teselli edemedi.
Nezihe Araz Havadis’ten kovuldu; Hakkı Devrim de istifa etti. Bundan sonra bu ikilinin basındaki yolculuğu hep aynı oldu. 1957-63 yılları arasında Yeni Sabah’ta çalıştılar. Meydan mecmuasını çıkardılar. Meydan Larousse, Türkiye (1923-1974) ansiklopedileri ve Kaynak Yayınları yayın kurullarında bulundular.
Nezihe Araz’ın 1959 yılında çıkardığı Anadolu Evliyaları adlı kitabı çok ses getirdi; satış rekoru kırdı. Elli evliyanın anlatıldığı kitapta son evliya, Kenan Rifai’nin annesi Hatice Cenan Sultan’dı.
Daha sonra Peygamberler Peygamberi Hazreti Muhammed, Peygamberlerin Torunları, Yunus Emre’nin hayatını yazdığı Dertli Dolap, Mevlânâ’nın Hayatı, 28 Peygamber, Çocuk ve İslam, Gelin Canlar Bir Olalım adlı eserleri yazdı.
Mevlânâ dönemindeki ilahi ve dünyevi aşkı konu ettiği Aşk romanıyla satış rekorları kıran Elif Şafak’ın bu rekorunu, aynı konuyu işleyerek yıllar önce Aşk Peygamberi romanıyla Nezihe Araz da kırmıştı! İlginçtir, Rıfai Dergâhı’ndan Sâmiha Ayverdi’nin aynı konuyu işleyen romanının adı da, Aşk Budur!
Nezihe Araz’ın yazdığı, Bozkurt Güzellemesi, Öyle Bir Nevcivan, Ballar Balını Buldum, Savaş Yorgunu Kadınlar adlı tiyatro eserleri Devlet Tiyatroları’nda sahne aldı. Afife Jale ve Avni Dilligil tiyatro ödüllerini kazandı.
O Kadın, Ekmek Kavgası, İhtiras Fırtınası, Hanım filmlerinin senaryolarını yazdı. 1980’li yıllarda TRT’de sabahları yayınlanan “Hanımlar Sizin İçin” programını hazırlayıp sundu.
Nezihe Araz dindardı. Bir dergâha bağlıydı ama hayatı boyunca saçını örtmedi. Beş vakit namaz kılmadı, oruç tutmadı.
Erkek meclislerinden kaçmadı. Kendini hiç ikinci sınıf görmedi. Meyhaneye gidip rakı da içti, Nesimi’den türkü de söyledi.
Kimsenin günlük yaşamına, hayat felsefesine karışmadı.
Siyasete ilgi duymadı; kendini hep partilerüstü gördü.
Atatürk’e hayrandı. Son eserini 1993 yılında Mustafa Kemal ile Latife’nin ilişkisi üzerine yazdı: Mustafa Kemal’le 1000 Gün.
Hayatının son günlerini İstanbul Maltepe Huzurevi’nde geçirdi. Alzheimer olmuştu.
Kimseyle görüşmek istemedi. 35 kiloya kadar düştü.
25 temmuz 2009 tarihinde bu dünyadan göçtü.
Son yıllarda Türkiye, çıkarılan “ikilikler yüzünden” çok gerilmişti.
Şimdi söyler misiniz, Nezihe Araz kimdir?
Biliniz ki, Nezihe Araz Türkiye’dir…
Kenan Rifai’ye bağlanan kadınların çoğunluğu Nezihe Araz gibi üniversite mezunuydu.
Hepsinin eli kalem tutuyordu; çeşitli kitaplar yazdılar.
Örneğin, Safiye Erol’un Maçka Palas A Blok 16 numaralı dairesinde bir araya gelip Mevlânâ’nın Mesnevi’sini Türkçeye kazandırdılar.
Nezihe Araz’ı Behice Boran’dan sonra en etkileyen kadınlardan biri de, Almanya’da filoloji öğrenimi gören, öğretim üyesi, yazar Safiye Erol’du. O da Nezihe Araz gibi Kenan Rifai’ye 1948 yılında bağlanmıştı.
Ülker Fırtınası adlı romanıyla edebiyat dünyasında önemli bir yer edinen Safiye Erol’u günümüzde artık pek kimse tanımıyor.
Nezihe Araz, Safiye Erol’un ölümünün ardından, 5 ekim 1964’te Düşünen Adam dergisinde şöyle yazdı: “Fakat bana asıl, Safiye Erol gibi değerli bir kadının dünyamızdan çekilişine karşı gösterdiğimiz inanılmaz kaygısızlık, lakaydi ve bigânelik güç geliyor.”
Ona göre Safiye Erol, çağın avare ve vefasız çocukları için fazla gelen bir dozdu.
Said Halim Paşa, Safiye Erol’a değerli bir pırlanta kolye hediye etmişti. Safiye Erol vefat edince vasiyeti gereği bu kolye Nezihe Araz’a verildi.
Nezihe Araz konusundan uzaklaşmayayım:
Türkiye, ne Nezihe Araz ne Safiye Erol ne de Behice Boran gibi yiğit kadınlarını tam anlamıyla tanıyor.
Niye?
Solcular özeleştiri yapmalıdır
Üç inançlı aydını tanıtmaya çalıştım:
Nurettin Topçu, Cemil Meriç ve Nezihe Araz.
Üçü de Türkiye solundan gerekli özeni/ilgiyi görmedi.
Niye?
Ve yalnızca üç isim mi?
Fahri Fındıkoğlu, Osman Yüksel Serdengeçti, Remzi Oğuz Arık, Tarık Buğra, H. Hüsrev Hatemi, Hilmi Ziya Ülken, Rasim Özdenören, Mehmet Kaplan, Ali Bulaç, İsmet Özel, D. Mehmet Doğan, İsmail Kara…
Neden bu aydınlar sağcılara “iteklendi!”
Solcular ile Müslümanlar arasına hangi tarihsel süreçte kimlerin girdiğini yazmadan önce çuvaldızı kendimize/solculara batırmalıyız.
Hikmet Kıvılcımlı, Doğan Avcıoğlu, Mihri Belli gibi birkaç sosyalist haricinde Türkiye solu nedense kendi topraklarının kültürüne karşı hep soğuk durdu.
Türkiye solunun çoğunluğu, kültürünü/dinini okuyup araştırmadı.
Karl Marx’ın Katolik Kilisesi için söylediği “Din afyondur” sözünü henüz aşamadı.
İslamiyet’i bilmemektedir. Halkının inancını dışlamıştır.
Tasavvufu/Anadolu Müslümanlığını elinin tersiyle itmiştir.
Tasavvufun, aklın ve bilimin öğretisi olmadığını söyleme kolaycılığına kaçarak kendi coğrafyasına yabancılaşmıştır.
Ne Muhyiddin Arabi’yi ne de Muhammed Nur’u bilir.
Şeyh Bedreddin’i sadece Nâzım Hikmet’in şiirinden tanır.
Trajik sonu nedeniyle Ozan Nesimi’nin adını duymuştur ama hocası Fazlullah Esterebadi’den bihaberdir.
Herakleitos’un “diyalektiğin atası” olduğunu, Hegel’in, Marx’ın düşüncesinin buradan doğduğunu bilir ama nedense vahdet-i vücuda burun kıvırır. “Enelhak” diyen Hallac-ı Mansur’u okumaz.
Söyler misiniz; Ömer Sikkini, Sabetay Sevi, Niyazi Mısri, Papa Eftim öğrenilmeden bu toprakların rengi nasıl kavranabilir?
Anadolu tarihindeki çoğu toplumsal ayaklanmaların dayanağının vahdet-i vücut olduğunu bilmezse, bu toprakların yazgısını nasıl değiştirebilir?
Hamza Bali’lerin, İsmail Maşuki’lerin boyunlarının neden vurulduğunu anlamazsa halkıyla nasıl kucaklaşabilir?
Birinci Dünya Savaşı’na katılan gönüllü “Mevlevi taburları”yla gönüldeşlik kurmazsa kiminle birlik olabilir?
Horasan doğumlu Nakşibendiliğin, Halidiye Nakşibendiliğinden farkını bilmezse, Kürt halkının Şeyh Barzani’nin emrine sokulma çalışmalarını nasıl kavrayabilir?
“Türkler kılıç zoruyla İslamiyet’e geçtiler” kolaycılığından kurtulamazsa; dinin, sosyal, kültürel, ekonomik ve siyaset üzerindeki etkisini nasıl analiz edebilir?
Ne acıdır ki, Türkiye solunun bu umarsız tavrı nedeniyle, bu konular “inanç” (skolastik) temelinde çalışmalar yapan muhafazakâr akademisyenlerin/yazarların inisiyatifine bırakılmıştır. Onlar da ehlisünnet bakış açısıyla, başta vahdet-i vücut olmak üzere tüm tasavvufu kendi anlayış kalıplarına sokmaya çalışmaktadır.
Daha iyi niyetli olanları ise –tıpkı solcuların hatası gibi– tasavvufu fikir hareketi olmaktan çok, bir gönül ve ruh hali meselesi olarak göstermek istemektedir. Hatadır.
Tasavvuf sadece Alevilik-Bektaşilik değildir.
Hükümetin Alevi açılımına, “Alevilik Sünnileştiriliyor” diye itiraz edenler, yıllardır “Türk dinini” Araplaştıranlara karşı neden sessiz kalmıştır?
Osmanlı’nın Safevilere karşı bir siyaset gereği benimsediği Sünniliğin, zamanla nasıl resmi ideolojiye dönüştüğünü bilmeden bugünkü gerici siyasal oyunlar nasıl bozulabilir?
Eğer halkı kazanmak gibi bir derdiniz varsa, dininizi/kültürünüzü bilmek mecburiyetindesiniz.
İslamiyet’i dinci yobazların elinden kurtarmak için kültürünüzü öğrenmek zorundasınız. İnsanımızı cehalet bataklığından ancak böyle kurtarabilirsiniz; yasaklarla, kaba ve sert söylemlerle değil.
Bilinmelidir ki Farabi’yi, İbn Sina’yı savunmak, devrimciliktir.
Ve gerçek şu ki, insan bilmediğinden korkar.
Bilmediğine düşman olur…
Bu kaba pozitivist anlayış, solu kendi halkıyla bir türlü buluşturamamıştır.
Doğan Avcıoğlu ile Mihri Belli’nin birlikte çevirdikleri, Roger Garaudy’nin Sosyalizm ve İslamiyet adlı yapıtı, halkıyla kucaklaşma amacı taşısa da, bazı kaba yaklaşımlar Müslümanları soldan soğutmuştur.
Örneğin…
Refik Halid Karay Kadınlar Tekkesi romanını yazdı.
Romana göre tekkenin kurucusu Şeyh Baki, divandan okuduğu güzel kasidelerle ve mistik melodilerle, İstanbul’un soylu dul hatta şen dul– kadınlarını kendine bağlamıştır. Kadınlar varlıklı oldukları için şeyhin bir eli yağda bir eli baldadır. Ancak bir gün şeyhin karşısına “aşk-ı didem” dediği Neşide çıkar. Vahdet-i vücuda inanan Şeyh Baki, Allah’ın suretini Neşide’ye nakşettiğini iddia eder. Altmış sekiz yaşında gerçek aşkı bulan bir şeyhin hayatı ve kendine sebepsiz bağlanan, sonra yine sebepsiz kaçan güzel Neşide’nin garip öyküsüdür Kadınlar Tekkesi.
Refik Halid Karay romanın önsözünde “gerçek yaşam öyküsüdür” diye yazmıştı.
Refik Halid Karay’ın hangi dergâhı anlattığı kuşkusuz sadece tahminler düzeyinde konuşuldu.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Nur Baba romanı da benzer bir hikâyeyi anlatır. Hepsini yazmaya gerek yok.
Her iki romanda da kaba bir anlayış yok mudur?
Diğer yanda Reşat Nuri Güntekin’in yazdığı Yeşil Gece, Miskinler Tekkesi gibi konuya dışarıdan değil içeriden bakan, dincilik ile İslamiyet’i birbirinden ayıran romanlarımız da vardır.
Bir aydın, içinde yaşadığı kültüre nasıl yabancılaşabilir?
Bu çarpıklığın altında “solculuğun” ne olduğunu bilmemek yatıyor.
Solcu ve Müslümanlara İngiliz oyunu
Müslümanlar ile solcuları kim karşı kamplara böldü?
Kars Antlaşması’na kadar Osmanlı basınında sosyalizme yönelik olumsuz bir hava yoktu.
Türkiye, Sovyetler Birliği ile barış antlaşması imzaladıktan sonra Osmanlı basınının bir bölümünün tavrı değişmeye başladı.
Birdenbire bazı gazeteler sosyalistleri karalamaya başladı.
Örneğin Vakit’e göre sosyalist devrimi yapanlar, “Karl Marx gibi azgın nazariyecilerin kitaplarını okumuş, hatta ezberlemiş, yeraltı meyhanelerinde votka kadehi elinden düşmemiş mikroplar” idi! Osmanlı basınının bu tür yayınları giderek kabalaşacaktı…
Bunun nedeni İngiliz propagandasıydı…
1848 ve 1871 ayaklanmalarını zorlukla bastıran Avrupa, 1917 Ekim Devrimi rüzgârının topraklarında esmesinden rahatsızdı.
Bu nedenle Avrupa basını, tarihinin en büyük karalama kampanyasını başlattı. Bunun en tipik olanı ise “kadınların millileştirilmesi” yalanıydı.
Osmanlı basını bu yayınları olduğu gibi tercüme edip sayfalarına taşıdı: “(Komünizm) fikirleri fiile çıkacak olsa, insanı hayvandan ayırmaya yarayan ırz ve namus sıfatları büsbütün kaldırılmış olur.”
Evet İngilizler, Osmanlı topraklarında sosyalist hareketlerin oluşmasına karşıydı. “İslam ile sosyalizm arasında fark yoktur” görüşünü yok etmek için “Kadınları ortak kullanıyorlar” yalanı yayıldı.
“İştirak-i emval ve iyâl” yani mülk ve kadın ortaklığı tabiri sosyalizmle eşanlamlı kullanılmaya başlandı. “İlk sosyalist” diplomat-yazar E. Pertev Paşa bu nedenle “ilk dönek” olacaktır.
İngilizler Müslümanların sosyalist olmasını istemiyordu. Bunun için her yola başvurdular. O kadar başarılı oldular ki, Osmanlı münevverlerinin önde gelen ismi Ahmed Cevdet Paşa’ya göre sosyalizm Mazdeki bir mezhepti.
Kitabın 10. bölümünde ayrıntılı olarak okuyacaksınız, ama şimdi söz açılmışken, bir siyasal akım olarak “İslamcılığın” Osmanlı’daki tarihsel köklerine kısaca bakmalıyız. Zihinsel paradoksunu kimler belirledi?
Bu noktada ayrıntısını Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı-Efendi-2 adlı kitabımda yazdığım bir isimden bahsetmeliyim: Cemaleddin Afgani (1838-1897).
Afgani, Osmanlı’daki İslamcıların düşünsel haritalarını çizen kişiydi. Onun ateşlemesi ve öncülüğüyle İslamcılık siyasal bir akım haline geldi.
Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi, Babanzade Ahmed Naim, Ebülula Mardin, Mehmet Âkif, Eşref Edib, Said ve Abbas Halim paşalar hep Afgani’nin “müritleriydiler.”
Sırat-ı Müstakim’den Sebilü’r-Reşad’a kadar siyasal İslamcıların yayın çizgisini onun görüşleri belirledi.
Bizim İslamcıların ideoloğu Afgani, masondu. Kahire’deki Şark Yıldızı Locası’na 7 temmuz 1868’de girmişti. Mısır’da kurulan mason locasının başına getirildi. Sonra bu görevi öğrencisi Muhammed Abduh devraldı.
Osmanlı’ya ilk masonluk da bu kanaldan geldi.
Tüm bu yapılanmanın arkasında kim vardı? İngilizler!
Afgani, dünyadaki İslamcıları derinden etkileyen Ziya ül-Hafıkayn dergisini Londra’da çıkarıyordu.
Bakınız, denir ki “İlk İslamcılar antikolonyalisttir.” Bu uydurmadır. Afgani örneği ortada; amansız hastalığından kurtulması için İngilizler ellerinden gelen her fedakârlığı yaptılar.
İslamcılık, İngiliz sömürgesi Hindistan üzerinden bizim topraklarımıza gelmiştir. İngiliz patentlidir!
“Antikolonyalistmiş!” Açmayalım şimdi Süveyş Kanalı meselesini ya da Afgani-Abduh öğrencisi Hasan el-Benna’nın İngiliz parasıyla kurduğu Müslüman Kardeşler hikâyesini.
Antikolonyalist olanlar ulusal hareketlerdi, sosyalist örgütlerdi ve ne yazık ki İslamcıların hedefinde de bunlar vardı!
Türkiye’de farklı mı oldu?
Yazdım: Osmanlı Müslümanları Bolşevik hareketine, en azından savaştan çekilmek istedikleri için sempatiyle bakıyordu. Osmanlı topraklarına yeni yeni girmeye başlayan sosyalist fikirlere düşmanlıkları yoktu. Hatta İslamiyet ile sosyalizmin benzerliklerini yazıyorlardı. Bolşeviklik hayli revaçtaydı.
Sonra düşmanlık girdi araya… Kimler yaptı bunu?
Hintli Müslümanlardan Şeyh Müşir Hüseyin Kıdvay’ın İngiltere’de çıkardığı İslam ve Sosyalizm kitabını kimler tercüme edip Osmanlı’ya getirdi? Sebilü’r-Reşad dört gün boyunca kitaba neden sayfalarını açtı?
İngiliz Askeri Haberalma Servisi’nin 1920 yılına ait gizli raporları Müslümanları Bolşeviklere karşı nasıl harekete geçirdiklerinin örnekleriyle dolu.
“Komünistler
e kadınlar ortaklaşa kullanılan maldır” yalanı Londra üzerinden Osmanlı’ya gelmemiş midir?
Bakınız laf lafı açıyor…
Ankara Hükümeti, Sovyetler Birliği’nden silah ve altın yardımı aldığı zaman, ne tesadüftür ki Hintli Müslümanlar da Ankara’ya para göndermişlerdir! Hintli Müslümanların bu yardımının arkasında, Ankara’nın tamamen Bolşeviklere yanaşmasından çekinen İngilizlerin parmağı mı vardır?
Sorunun olmadığı tarih resmi tarihtir!..
Batı, feodalizme karşı mücadele ederken taşıdığı ilerici ve demokrat özelliğini XIX. yüzyılın sonundan itibaren terk etti. Kapitalizm ilerici özelliğini yitirerek, insanlığın gelişmesini köstekleyen, mazlum ulusları sömürgeleştirmeyi amaçlayan emperyalist bir sisteme dönüştü. Emperyalistler bu nedenle ulusal, laik, halkçı, toplumcu karakterli (Rusya, Çin, Osmanlı, Meksika, İran) devrimlere karşı çıktı. Siyasal, iktisadi ve toplumsal yaşamın Ortaçağ ilişkileriyle sürmesinden yana oldu. İttifak kurduğu ise hep gericiler oldu.
Sosyalist aydınlar, devlet adamları, askerler
Emperyalist güçlerin kışkırtmasıyla Osmanlı basını ikiye bölündü:
Anadolu basını, Ankara Hükümeti’nin Sovyetler Birliği’yle yakınlaşmasından yana olurken, İngiliz kontrolündeki İstanbul basını da bu yakınlaşma nedeniyle antisosyalist yayınlara hız verdi.
1917-22 yılları arasında Türk münevverleri ve askerlerinin Bolşevik devrimi konusunda neler düşünüp yazdıklarına birkaç örnek vermeliyim:
Ziya Gökalp: Bu mübarek ülkeye daima yabancı milletlerden büyük zarar gelmiştir. İngilizlerin muzır propagandalarla alttan alta desteklediği, kara tehlike ile birincisinden hiç de aşağı olmayan kızıl tehlikedir.
Refik Halid Karay: Lenin! Lenin! Senin bize bir zararın da bu oldu! Anadolu’yu dostluğunla, İstanbul’u ise düşmanlığınla perişan ettin. Anadolu’ya “yoldaş”, İstanbul’a “haraşo” kelimelerini öğrenmek pek pahalıya mal oldu.
Celal Nuri İleri: Sosyalizme de, ehliislama da düşman olan, Avrupa emperyalizmi, kolonyalizmi, kapitalizmi idi. Sosyalizm gerek âlem-i İslam’a, gerek doğrudan doğruya bize yardımcı oluyor. Bu büyük ve kutlu bir olaydır.
Yunus Nadi: Bazı kimseler vardır ki Bolşevikliği zenginlerin malını yağma etme farz eder. Bolşeviklikte yağmaya katiyen yer yoktur. Emperyalist ve kapitalist âlem yıkılacak, bütün dünyada yeni bir tarih akımı başlayacaktır.
Hakkı Behiç: Avrupa’yı bozguna uğratacak muazzam bir Asya federasyonu kurulacaktır.
Hamdullah Suphi Tanrıöver: Bugünkü medeniyetin debdebeli, şatafatlı, altın içinde yüzen saraylarının arkasında açlık ve sefalet vardır. Rus İhtilali, Fransız İhtilali’ne göre daha samimidir.
Cenab Şahabeddin: Bolşevik miyim? Ben öyle ise yalnızca iki şeye önem verebilirim: İçmek için bir kadeh votka ve sevmek için sevimli bir kadın.
Mehmed Âkif: Müslümanlık başka, Bolşeviklik başkadır. Müslümanların Bolşevik olmasına asla lüzum yoktur.
Albay Bekir Sami: Karl Marx prensiplerinin uygulanması yalnız Rus sınırları içinde yapılırsa az zaman zarfında hükümet düşebilir; dünya çapında bir devrimin gerçekleştirilmesine çalışmak gerekir.
Ali Fuad Paşa: Tüm bildiklerimiz Sovyetler’in paralı ajanlarının ya da bu ihtilale karşı kesinlikle önyargılı olanların anlattıklarıdır. Marx’ı okumuş pek az insanımız var.
Kâzım Özalp: Şahsen Bolşevik programına ilgi duyuyorum ama fikirleri bizim için mümkün değil.
Kâzım Karabekir: Memleketimiz içinden açıktan açığa Bolşevik propagandasına daha başlanmaması ve Bolşevik kurulların bilinmemesinin kabahati, daha çok Moskova’nındır.
Çerkes Ethem: Bolşevizm dünyayı zapt edecektir. Bolşeviklik, istikbalimiz için çok yararlı ve verimli olacaktır.
Ali Kemal: Bolşeviklik, doğanın insanın başına bela ettiği bir tabii afettir. Anadolu’daki zorbalarımız o girdaba yuvarlanmış, dört elle Bolşevikliğe sarılmışlardır.
Neyzen Tevfik: Bolşevik kuvvetinin bence beyannamesidir / Şark’ı Garb’ı şaşıran banknotun esrarı / Pişdarı (öncüsü) sayılır servet-i azadenin / Sahne-i hürriyete ihzar ediyor (hazırlıyor) efkârı (yoksulu)
Sosyalizm rüzgârı Osmanlı münevverlerini, özellikle Kurtuluş Savaşı veren ulusalcı kadroları çok etkilemişti.
Bunda Lenin’in liderliğindeki Sovyetler Birliği’nin Ankara Hükümeti’ne maddi yardımları da etkili oldu.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu dostluk her alanda sürdü.
Bu dostluğun Soğuk Savaş döneminde ne hale getirildiğini yazmak için ayrı bir kitap çalışması yapmak gerekir.
Ama birkaç trajikomik örnek vermeliyim.
Önce bir türküyle başlayalım…
Kızılcıklar oldu mu
Selelere doldu mu
Gönderdiğim çoraplar
Ayağına oldu mu
Mendili geline
Mendil verdim eline
Kara kına yollamış
Yâr benim ellerime…
Edirne-Keşan yöresinin bu türküsü TRT’de yasaklanmıştı.
Sebep “Kızılcıklar oldu mu” denmesiydi. “Kızılcık” ne demekti, “kızıl” demekti.
Peki, “kızıl” ne demekti, “komünist!”
Yani türküyle komünizm propagandası yapılıyordu!
Gülmeyin. Daha neler var:
Rahmetli Uğur Mumcu bir makalesinde Kars yöresinin pek bilinen türküsünü yazdı:
Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa
Askerin milletin bayrağınla çok yaşa
Sağdan sola soldan sağa
Salla bayrağı düşman üstüne…
Ve rahmetli Mumcu yazmasıyla birlikte soluğu hâkim karşısında aldı.
Hadi bayrağın sağdan sola sallanması anlaşılabilirdi, ama ne demekti “düşmanın üzerine sallanan bir bayrağın soldan sağa sallandırılması?”
Ee, açıkça komünizm propagandasıydı! 12 Mart 1971 askeri darbesi, Uğur Mumcu’yu yedi yıllık ceza istemiyle yargıladı!
Bir örnek daha yazmalıyım:
Türkiye İşçi Partisi genel başkanı olmadan önce Behice Boran, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde öğretim üyesiydi. “Sınav kâğıtlarını kırmızı kalemle değerlendirip not veriyor” diye üniversiteden uzaklaştırıldı! Haklılardı; kırmızı ne demekti? Kızıl bayrak!
Yani, gözlerinden hiç kaçmıyordu bu ayrıntılar! Sigara paketleri üzerinde orak-çekiç arayan bir zihniyetti bu. Neyse…
Biz yine dönelim Sovyetler Birliği’yle başlayan dostluk ilişkilerinin nerelere vardırıldığına…
Bir sırrın peşinde
Tarih 9 ağustos 1928. Taksim’deki Cumhuriyet Anıtı açıldı. Yani bugün bildiğimiz adıyla “Taksim Anıtı” seksen iki yaşında. Bu anıtın sırrını bilir misiniz? Artık bazılarınız biliyordur.
“Artık” diyorum, çünkü düne kadar pek kimse bilmiyordu. Nereden bilsinler?
Ben bile emin olamadım, araştırma yaptım. Arşivimdeki tarih dergilerinin Taksim Anıtı’yla ilgili haberlerini, makalelerini okudum.
“Bakalım” dedim “bu sırrı biri yazmış mıydı!”
Şevket Rado’nun sahibi olduğu Tarih ve Edebiyat mecmuası ağustos 1979 tarihli sayısında, “Taksim Cumhuriyet Abidesi” başlıklı yazısında bu sırra hiç değinmemişti. (Sayı 8, s. 19)
Başında Mithat Sertoğlu’nun bulunduğu Yıllar Boyu Tarih dergisi, ağustos 1980 tarihli sayısının kapağını Taksim Anıtı’na ayırmıştı. Başlığı ilginçti: “Yeterince tanımadığımız şaheser: Gelin, Taksim Anıtı’yla tanışalım.” Erdal Türkay’ın kaleme aldığı yazıda da ne yazık ki bu sır yoktu! (Yıl 3, sayı 8, s. 44)
Yayın danışmanlığını Eroğul İskit’in yaptığı Yıllar Boyu Yakın Tarih dergisi temmuz 1978 tarihli sayısının “Taksim’de 50 yıl” başlıklı yazısını, yaptığı başarılı çalışmalarıyla İstanbul’a birçok tarihi eseri kazandıran Çelik Gülersoy kaleme almıştı. Beş sayfa ayrılan bu yazıda da Taksim Anıtı’nın sırrı yoktu! (Yıl 1, sayı 4, s. 45)
Başında Prof. Mete Tunçay’ın bulunduğu Tarih ve Toplum dergisi, ocak 1988 tarihli sayısında “Taksim Anıtı ile İlgili Mektuplar” başlıklı Turgut Kut imzalı bir yazıya yer vermişti. Anıtın İtalyan heykeltıraşı Pietro Canonica’nın mektuplarına yer verilen yazıda da anıttaki sırra ait bilgi yoktu. Haksızlık yapmayalım; konu belki de Taksim Anıtı olmadığı için bu sır yazılmamış olabilir. (Sayı 49, s. 21)
Uzatmayayım:
Ne Yakın Tarihimiz ciltlerinde ne de Belgelerle Türk Tarihi Dergisi sayılarında Taksim Anıtı’nın sırrıyla ilgili bir yazı bulabildim.
Sekiz ciltlik İstanbul Ansiklopedisi’nde bile yoktu.
Hepsinde anıtın yapılış hikâyesi yazılıyor; mimari bilgileri, özellikleri veriliyor; mali ve sanatsal yönüne değiniliyor; Cumhuriyet’i sembolize eden figürler anlatılıyor; Atatürk, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak’tan bahsediliyor. Ama bir sırrın üstü örtülüyordu!
Düşünebiliyor musunuz; İstanbul’un orta yerinde seksen iki yıldır bir anıt var ve çoğu kimse bu anıtı yakından tanımıyor.
Çünkü bir gerçek hep atlanıyor. Kuşkusuz Taksim Anıtı’ndaki sır sonra ortaya çıktı. Peki, ne zaman ortaya çıktı biliyor musunuz?
Soğuk Savaş dönemi bitince…
Popüler Tarih dergisi ağustos 2002 sayısında, yıllardır saklanan bu gerçeği/sırrı yazdı: Taksim Anıtı’nda, Atatürk’ün arkasında iki Sovyet generali duruyor: General Mihail Vasilyeviç Frunze ve Mareşal Kliment Yefremoviç Voroşilov…
Evet; sır buydu.
Soğuk Savaş döneminde kızılcık şerbetinde bile komünizm propagandası arayanlar, topluma öyle bir korku salmışlardı ki, anıttaki Sovyet generallerini kimse yazmamıştı. Belki de bazıları bilerek yazmadı. Öyle ya ne demekti, Atatürk, İsmet İnönü, Fevzi Çakmak’ın yanında komünist generallerin bulunması?
Bizim tarihçiliğimiz böyledir işte.
Peki yok sayılan bu generaller kimdi?
General Frunze, bizim tarihimiz açısından da önemli bir yere sahipti.
Lenin’in özel talimatı üzerine olağanüstü elçi sıfatıyla 13 aralık 1921’de Ankara’ya geldi. Onuruna düzenlenen mitingde yaptığı konuşma büyük etki yarattı. Millet Meclisi’nde konuşma yaptı. Frunze, Mustafa Kemal’le yakın ilişki kurdu. Sakarya cephesini gezdi. 5 ocak 1922’de arkasında iyi duygular bırakarak ülkesine döndü.
Diğer Mareşal Kliment Yefremoviç Voroşilov’un bizim için önemi ise şuydu: Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın sürdüğü yıllarda, askeri bilgisiyle savaşın taktik ve stratejisine katkıda bulunması amacıyla Ankara’ya gönderildi.
Evet, Sovyetler’in o günlerde yaptığı yardımları unutmayan Atatürk, bir jest olarak bu iki generalin heykelinin de anıtta yer almasını istedi.
Bir anıtta iki Sovyet generalinin olduğunu bile yazmayan, yazamayan topraklarda, Marx’ı, Lenin’i, sosyalizmi, emperyalizmi anlama/kavrama süreci nasıl gerçekleşebilir?
Müslümanların sola nasıl düşman edildiği ortaya çıkıyor.
Diğer yanda solcuların da toplumcu/sosyalist Müslüman yazarları nasıl anlamadıkları, nasıl ellerinin tersiyle itekledikleri anlaşılabiliyor.
O halde şunu sorabiliriz:
Kim kimin “dilinden” ne zaman anlayacak?
İki karşıt görüşte, inançta, grupta olan kardeşler mi sadece birbirini anlayıp hoşgörüyle yaklaşabilecek?
Bu soruyu sormamın bir nedeni var:
Hilav ailesini tanıtmak…
Bu aileyi tanıyor musunuz?
Baba, Musul doğumlu bir Kürt; Said-i Nursi’nin avukatı.
Anne, Kafkas Kartalı Şeyh Şamil’in torunu.
Oğullarından biri ateist/solcu, diğeri İslamcı münevver.
Kızların biri Kadıköy Kız Koleji müdiresi, diğeri avukat.
Damat ses sanatçısı.
Gelinleri ise, Türk basınının en köklü ailesi Taluların şarkı sözü yazarı kızı. Peki, bu aile bize neyi anlatıyor?
Tarih, 9 şubat 2000.
Sahrayıcedit Camii musalla taşında bir tabut.
Yeşil örtülü tabutun başında sessizce ağlayan 72 yaşındaki ateist bir ağabey; Selahattin Hilav…
Felsefeci, çevirmen ve denemeci Selahattin Hilav’ın adını duymayan solcu herhalde yoktur. Çünkü Türkiye’de aydınlanma felsefesi ve sosyalizmin anlaşılmasında büyük katkıları oldu. Marx, Sartre, Diderot, Schopenhauer, Garaudy, Foucault öğrenmek isteyip de Selahattin Hilav’ın çevirilerini eline almayan yoktur.
Cami avlusunu dolduranlar, 66 yaşında hayata gözlerini kapayan Necmettin Hilav’ın, kitaba, okumaya, araştırmaya meraklı Müslüman arkadaşları, dostları.
Hepsi büyük bir nezaketle ve üzüntüyle cenazenin sahibi Selahattin Hilav’a başsağlığı diledi.
Cemaat sonra hep birlikte cenaze namazı için saf tuttu.
Selahattin Hilav imamın hemen arkasındaydı.
Bazılarına şaşırtıcı gelebilir. Ateist bilim adamının, imamın arkasında saf tutması ne anlama geliyordu?
Hem Doğulu hem Batılı olabilmenin inceliğiydi aslında bu.
Marksizm’in “yabancılaşma” kavramını Türkçeye ilk onun sokmasının nedeniydi bu.
Nesimi Divan’ını, İbn Haldun’u, Platon’u, Eşari’yi, Hegel’i, Marx’ı, Nietzsche’yi, Lefebvre’i, Freud’u harmanlamaktı bu.
Aydınlanmacı Batı felsefesinin zihni eğitiminden geçmiş bir Doğulunun zarafetiydi bu.
Selahattin Hilav’ın “yerli Marksizm” arayışlarına girip Asya tipi üretim tarzı konusunda çalışmalar yapmasının sebebiydi bu.
Onu yoğuran kültüre saygıydı bu.
Onu, Paris Sorbonne’a gönderip Marksist olmasına vesile olan kimdi biliyor musunuz?
İstanbul Erkek Lisesi’ndeki felsefe öğretmeni, sosyalist Müslüman Nurettin Topçu!
Selahattin Hilav ile Nurettin Topçu’nun yollarının kesişmesini tesadüf mü sanıyorsunuz?
Sahrayıcedit Camii avlusunda bulunanların hemen hepsi, sosyalist Selahattin Hilav gibi Nurettin Topçu’nun “rahlei tedrisatı”ndan geçti.
Evet, bu kitapta altını hep çizeceğimiz gibi, baş davası ahlak olan o nesil bugün artık kaybolmak üzere.
Onlardan biriydi rahmetli Necmettin Hilav…
Yaşam biçimi ve kişiliği, ağabeyinin zıddıydı.
İTÜ mezunu, yüksek mimardı. Uzun yıllar Merkez Bankası’nda çalıştı.
Hiç evlenmedi.
İngilizce, Fransızca, Almanca ve Latinceyi rahatlıkla anlıyordu; Arapça, Farsça ve Osmanlıcaya çok hâkimdi.
Evliya Çelebi’yi, Naima’yı, İbn Sina’yı, Farabi’yi özgün metinlerinden okudu. İslam tarihi ve felsefesine meraklı, Batı ve Doğu kültürlerini derinlemesine inceleyen, ana kaynaklarından araştıran bir entelektüeldi. Osmanlıca ve Osmanlı kültürünü pek çok akademisyenden ve ilahiyatçıdan daha iyi bilirdi. Pek çok kişi karşılaştığı bir zorluğu ona danışarak çözerdi.
Beyazıt, Tünel ve Kadıköy’deki sahaflara gitmek dışında pek evden çıkmazdı. Sürekli okurdu.
Gümüş sikke koleksiyonu yapar, hat toplar, kıymetli ve nadir kitaplar biriktirirdi.
Muhafazakâr bir hayat tarzı benimsedi; örneğin ağabeyinin tersine ağzına içki koymadı. Çok nadir, minik kadehte likör içerdi.
Ama sanmayınız ki yobazdı.
Tek kusuru –yine ağabeyinin tersine– yazmayı sevmemesiydi. Yani “nihrir” idi; çok okuyan, çok bilen, ama yazmayan kişi![3]
Sadece küçük defterlerine notlar aldı. Bunların yayımlanmasını istemedi.
Birçok merakı vardı; bunların başında keman çalmak ve sahaflardan kitap toplamak geliyordu. Hat sanatıyla ilgiliydi. Eski cilt sanatıyla uğraşıyordu. İslam paraları uzmanıydı. Yelkenli kullanmayı seviyordu.
Necmettin Hilav, Başıbüyük Mezarlığı’nda toprağa verildikten sonra, Selahattin Hilav kardeşinin Suadiye’deki evine taşındı.
Ve o da ölene kadar beş yıl o evde yaşadı.
Aileyi tanımaya devam edelim:
Farklı görüşe mensup iki erkek evlada sahip baba kimdi?
Baba, ne solcuydu ne sağcı! Kürt siyasal hareketinin tanınmış isimlerinden biriydi…
Mihri Bey, 1885 Musul-Sine köyü doğumluydu. Babası, “Küçük Molla” diye bilinen Mela Mahmud, bir din adamıydı.
Babasının, annesinin üzerine kuma getirmesine kızıp on yedi yaşında İstanbul’a geldi. Fatih Medresesi’nde Hoca Hüseyin Hüsnü Efendi’nin öğrencisi oldu.
Birkaç yıl sonra aynı medresede dersiam/müderris olarak görev yaptı.
Şeyh Şamil’in torunlarından Şaziye Hanım’la evlendi.
Genç yaşından itibaren Osmanlı’daki Kürt siyasal hareketlerine sempati duydu. 1912’de kurulan Kürt öğrenci derneği Hevi’nin kurucuları arasında yer aldı. Şeyh Said davasında yargılandı.
Irak’taki Jin dergisine de, Musa Anter’in çıkardığı Dicle’nin Kaynağı dergisine de makaleler yazıp gönderdi. Ağabeyi Mehmed Müftizade, 1959’da Tahran’da yayına başlayan Kürdistan gazetesinin başyazarıydı.
Fransızca, Arapça ve Farsçayı çok iyi bilen Mihri Bey, Kürtçenin tüm lehçe ve şivelerine hâkimdi. İlk Kürtçe gramer kitabının yazarıydı. Ulu Türk Ulusunun Şanlı Şairi Fuzuli Divanından-1. Kitap ve Ahlak Yükseliş Kaynağı ve Mutluluk Ocağıdır adlı kitapları yazdı.
Cumhuriyet sonrası, medreseler kapatılınca Mihri Bey önce edebiyat öğretmenliği yaptı. Sonra hukuk fakültesini bitirerek avukat oldu. Müvekkillerinden biri Said-i Nursi (Kürdi) idi.
Gerek kitaplarında gerekse sohbetlerinde herkese –ve dolayısıyla çocuklarına– Doğu kültürünü aşıladı; divan edebiyatını sevdirdi; İslam felsefesini öğretmeye çalıştı.
Mihri Bey, spora çok meraklıydı. Yüzmeyi seviyor, at binmekten zevk alıyor ve ava çıkıyordu.
1956 yılında vefat eden Mihri Bey, yaşamının sonuna kadar Türkiye’nin bölünmez bütünlüğüne inandı. Çocuklarını öyle yetiştirdi.
O bu ülkenin namuslu, aydın bir Kürtü’ydü…
Kürt siyasal hareketlerine sempati duyan bu babanın iki oğlu dışında, üç de kızı vardı.
Hilav ailesinin en büyük çocuğu Lamia Hilav’dı. Coğrafya öğretmenliği ve Kadıköy Kız Koleji müdireliği yaptı.
Hilav ailesinin her perşembe günü yaptığı toplantılar onun evinde oluyordu. Kızı Suğra Öncü, dayısı Selahattin Hilav gibi çeviriler yaptı. Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda adlı eserini çevirdi.
Lamia’nın bir küçüğü, “iki numara” Süheyla Hilav’dı.
Ailenin en hassas ve özverili olanıydı. Babasının isteği üzerine avukat oldu. Kızı Üzra Nural, dayısı Selahattin Hilav’la birlikte Germain
Bazin’in Sanat Tarihi adlı eserini Türkçeye çevirdi.
Selahattin ve Necmettin’den sonra en küçük kardeş Leyla Sönmezocak’tı. Eşi radyo sanatçısı, tasavvuf musikisine vâkıf Rahmi Sönmezocak’tı.
Gelelim ailenin gelinlerine…
Aileye gelinleri sadece, çapkınlığıyla ünlü Selahattin Hilav getirdi.
İlk eşi gazeteci, politikacı İsmail Cem’in kardeşi Alev İpekçi’ydi.
İkinci eşi ise Recaizade Mahmud Ekrem’in torununun kızı, gazeteci Umur Talu’nun ablası, Türk pop müziğinin en iyi şarkı sözü yazarlarından Çiğdem Talu’ydu. Bu evlilikten doğan Zeynep Talu da şarkı sözü yazarı olarak annesinin yolunda başarıyla ilerliyor.
Toparlarsak…
Hilav ailesine ait bilgileri alt alta yazınca karşınıza ne çıkıyor:
Tüm renkleriyle Türkiye mozaiği!
Peki, toplumsal hayatta karşıt görüşlerin birbirini sevip sayması için aile çatısı şart mıdır? Öyle olmadığı bir Müslüman’ın bir sosyaliste yazdığı mektupta ortaya çıkıyor…
Evet, bizim topraklarımızda sayısı az bile olsa, politik görüşleri taban tabana zıt olmasına rağmen, dün aynı çatı altında birlikte oturma düşü kuran Müslümanlar, sosyalistler vardı.
Bir Müslüman’dan bir sosyaliste mektup
Mehmet Y. Yılmaz Hürriyet’teki köşesinde, “Türkiye’nin ağzı en bozuk kesimini siyasal İslamcılar oluşturuyor” diye yazdı.
Okuyunca hak verdim. Sonra üzüldüm.
Kuşkusuz Mehmet Y. Yılmaz, sürekli sokak ağzıyla konuşan Başbakan Erdoğan’a ve yandaş medyadaki küfürbaz-yalancı yazarlara bakarak hüküm vermişti.
Evet, hak vermiştim ama yine de bir yanım buruktu.
Gözümün önüne tıpkı soyadı gibi yaşamış olan şair Cahit Zarifoğlu geldi. “İşaret Çocukları” adlı şiirini bulup okudum.
Düşündüm, “bizim cenah” aslında “öteki”ni pek tanımıyor.
Gördüğü Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bildiği bazı yandaş gazetelerin köşelerini tutmuş sözde gazeteciler.
Ve ister istemez biraz haksızlık yapılıyor.
Neden mi? Gelin size bir gerçek olay anlatayım…
1950’li yılların ikinci yarısı.
Yer, Kahramanmaraş Lisesi.
Cahit Zarifoğlu, Erdem Beyazıt, Ali Kutlay, Hasan Seyithanoğlu, Rasim-Alaaddin Özdenören kardeşler ve sonradan aralarına katılan Mehmet Akif İnan…
Yani “İşaret Çocukları”…
Ya da…
Cahit Zarifoğlu’na göre “Yedi Güzel İnsan!”
Sınıf arkadaşıydılar.
Hepsi resme, müziğe ve özellikle edebiyata vurgundu.
Yine bir Kahramanmaraş doğumlu olan Nuri Pakdil’in çıkardığı Hamle dergisi ellerinden düşmezdi. (O zamanlar sağcılık-solculuk pek yoktu; Hamle dergisi “Sait Faik’e Saygı” sayısı bile çıkarabiliyordu.)
Anadolu’nun 60 bin nüfuslu bu yoksul şehrinin çocukları, kimlerin çıkardığına bakmadan Varlık, Yeditepe, Yenilik gibi edebiyat dergilerini takip ederlerdi. Dergilere ulaşabilmek için yırtınırlardı.
Bir yandan soluksuz okuyup diğer yandan hikâyeler, şiirler yazmaya çalışırlardı.
Yaşar Kemal’in İnce Memed’ine, Attilâ İlhan’ın “Sisler Bulvarı” adlı şiirine hayrandılar.
İletişimin zorlu olduğu o yıllarda Necip Fazıl, Peyami Safa, Nâzım Hikmet, Fethi Gemuhoğlu hakkında bilgi sahibi olmak için çırpınırlardı.
Hz. Ali’nin “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” sözünü şiar edinmişlerdi.
Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sını okuyup, onun Batılı mı, Doğulu mu olduğunu tartışırlardı günlerce.
Cahit Zarifoğlu’nun evinde şiir günleri düzenlediler.
“İkinci Yeni” şiir akımını benimsediler. Cemal Süreya, Edip Cansever, Turgut Uyar’ın şiirlerini gece gündüz demeden, bıkmadan usanmadan birbirlerine yüksek sesle okudular.
Zarifoğlu’nun kırık penayla çaldığı gitarı soluksuz dinlediler.
Cumhuriyet gazetesi muhabiri Doğan Keçecioğlu’nun Kahramanmaraş’ta çıkardığı Gençlik gazetesinin kültür-sanat sayfasını yaptılar.
Çalışkandılar. Hiç yorulmadılar. Daha yolun başındaydılar.
Sonuçta, Kahramanmaraş Lisesi o dönem Akif İnan, Erdem Beyazıt, Rasim ve Alaaddin Özdenören ve Cahit Zarifoğlu gibi, bugün Müslüman çevrelerin büyük saygı duyduğu şairleri-yazarları çıkardı.
Onlar sadece ürettikleriyle değil, o genç yaşlarında toplumsal hayat içindeki duruşları, üslupları ve zarafetleriyle de örnek oldular.
Hepsi üniversiteye gitti…
Cahit Zarifoğlu, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Filolojisi’ne yazıldı. Vefa Öğrenci Yurdu’nda kaldı. Daha sonra bir yazlık evin hem bekçiliğini yaptı hem de orada kaldı.
“Abi kültürüyle” İstanbul’da tanıştı…
1962 yılının mart ayında bir cumartesi günü Özdenören kardeşlerle birlikte hayranı oldukları bir şairin kapısını çaldı: Sezai Karakoç.
Belki bugün herkese şaşırtıcı gelebilir:
Onlar, o güne kadar “Sartre, Camus gibi büyük düşünürlerin fikirleri okunur, öğrenilir ve benimsenir” diye düşünüyorlardı.
O günden sonra Sezai Karakoç’tan öğrendiler ki, her fikir üzerine yorumlar getirilebilir ve filozoflar, düşünürler, edebiyatçılar sorgulanabilirdi!
Ve yine ilk olarak o gün duydular…
Sezai Karakoç bir dergiyle ilgili düşüncesini şöyle açıklamıştı:
“O derginin kendine göre bir kimliği var, biz Müslüman’ız.”
Kafaları karıştı. Çünkü kendisi (Mehmet Barlas’ın babası) Cemil Sait Barlas’ın Pazar Postası’nda yazıyordu. Solcu Cemal Süreya da en yakın arkadaşıydı.
Nasıl oluyordu; bir “onlar” vardı, bir de kendileri Müslümanlar!
Zamanla yerli yerine oturdu düşünceleri:
Hayata bir pencereden bakabilirdiniz, ama bu, karşı pencereden bakanlara düşman olacağınız anlamına gelmezdi.
Anadolu’nun temiz çocukları “öteki” kavramını henüz bilmiyorlardı. İstanbul öğretiyordu işte…
“Yedi Güzel İnsan” karşı görüşe doğru koşmaya başlasalar da sosyalist Cemal Süreya’yı hep sevdiler; Üvercinka’yı ellerinden düşürmediler.
İçlerinden Cahit Zarifoğlu, Cemal Süreya’ya daha bir yakınlık duydu. Sezai Karakoç’un şiirlerinden çok Cemal Süreya’nın şiirlerini beğeniyordu. Ayrıca, öğrendiğine göre kişilikleri de benzerdi zaten.
Ve bu nedenle 1962’de hiç tanımadığı –o yıllar Paris’te bulunan– Cemal Süreya’ya mektup yazdı:
“İstanbul’a döndüğünüzde sizinle ev tutup birlikte oturabilir miyiz?”[4]
Zarifoğlu, bu toprakların yoğurduğu temiz kalpli Anadolulu şairlerdendi; şiirlerine hayran olduğu büyük bir şairle aynı çatı altında yaşamanın düşünü kurabiliyordu.
“Yabancılaşma” henüz bu topraklara uğramamıştı.
Üstelik…
Bu mektubu yazan kişi sıradan biri değildi. Siyasal meselelerden uzak durmuyordu.
Nuri Pakdil, Sezai Karakoç, Necip Fazıl gibi “abiler”in etrafında bir okul/ocak görevi gören dergilerin çevresindeki duygusal beraberliği ve düşünsel birlikteliği yaşıyordu.
“Allah, peygamber sevgisi ihmal edilmeden, dünya meseleleri ön plana çıkarılmalıdır” görüşünün ilk savunucularından biriydi.
Müslümanların öncü kuşağındandı.
Buna rağmen solcu Cemal Süreya’yla aynı evde oturmaktan çekinmiyordu.
Çünkü ortak payda edebiyattı. Öğrenme aşkıydı. Dostluktu.
Solcular Müslümanların, Müslümanlar solcuların dergilerinde yazılar kaleme almakta bir sakınca görmüyordu.
Ece Ayhan’ın, İlhan Berk’in derviş titizliğiyle çalışan Müslüman şairlere önyargısız yaklaşımları, övücü eleştirileri saygıyla karşılanıyordu.
Aslında…
Aynı mahallenin yoksul “İşaret Çocukları”ydı hepsi.
Yer sofralarındaki bir tas çorbaya kaşık sallayarak, mumlu gecelerde kahramanlık hikâyeleri dinleyerek, cami avlularında futbol oynayarak ve yaramazlık yapınca yüzü kızararak büyüyen bir kuşaktı onlar.
Hepsi Anadolu Müslüman kültürünün bir parçasıydı.
Hedefleri hep yüksek İslam kültürü oldu.
Erdeme inandılar.
Ayıp etmekten, yanlış yapmaktan korktular.
Bir gün sözlerinden ya da yaptıklarından dolayı utanmaktan çekindiler.
Bu nedenle küfrü, haksızlığı, kibri bilmediler.
Sonra…
Sonra iktidar ve para geldi.
Bin yıllık kültür, birkaç yıl içinde varoş muhafazakârlığına, sonradan görme liberalliğe teslim ediliverdi.
Soruyorum:
Cahit Zarifoğlu’nun mirasına sahip çıkan temiz Müslümanlar bugün nerededir?
Neden susuyorlar?
Ya Nurettin Topçu’nun, Cemil Meriç’in öğrencileri, yol arkadaşları? Onlar neden ölüm sessizliğine büründüler?
Hepsi mi “Müslüman’dan kaçıp Müslümanlığa sığındı!”
Kim bu dinciler?
Tuttum aynayı gözüme
Ali göründü gözüme…
Merak ediyorum, dinciler aynaya baktıklarında ne görüyor?
Hece, aylık edebiyat dergisi…
“Bizim cenahtan” değil “öteki”nden!
Nâzım Hikmet’ten Necip Fazıl’a özel sayılar çıkarıyorlar.
Geçtiğimiz yıl e-mail attım, eksik bazı sayıları temin edip edemeyeceğimi sordum.
Sağolsunlar, ilgilendiler, hemen eksik sayıları tamamladılar.
Bu arada aramızda küçük bir sorun çıktı. Para almak istemediler. Ben de epey direttim. Ve ödemeyi yaptım.
Sonra özür dileyerek bunun nedeni açıkladım: “Lütfen inanın, bu durumun sizle hiçbir ilgisi yok; öyle günlerden geçiriyoruz ki kimseye pek güvenim kalmadı. Yarın hediye dergilerin karşıma bir başka şekilde çıkarılmasından endişe ederim.”
Ne kadar ayıp değil mi bu sözlerim?
Hâlâ utanıyorum.
Ne hale getirildik?
Neyse…
Hece (haziran-ağustos 2007) özel sayısını Cahit Zarifoğlu’na ayırdı.
Bu sayıda Ahmet Fethi’nin (müstear isme benziyor), “Daralan Vakitler” adlı yazısını sizinle paylaşarak bu bölüme giriş yapmak istiyorum:
Çok tuhaf günlerden geçiyoruz.
O yüzden de şaşkınlığımız anlama güçlüğümüzü besliyor.
Maalesef renksizliğin ve yönsüzlüğün hâkim olduğu bir siyasal atmosferi soluyoruz. Öyle ki, çok kaba bir biçimde siyasal bir belirleme olan sağ ve sol, doğu ve batı artık coğrafi konumumuzu bile imlemiyor.
Kaderin cilvesine bakın ki, ne için hayıflanıyoruz? Niçin solcularımız solcu, milliyetçilerimiz milliyetçi ve İslamcılarımız İslamcı değil diye!
Elbette ideolojilerin de kimi ortak paydaları vardır.
Lakin ortak payda, kendini silen bir inkârcılıkla kurul(a)maz.
İnsan, değişip dönüşebilir. Bu makuldür.
Ama ne hikmettir ki, her yönden her ret ya da her değişip dönüşme aynı mecraya akmaktadır. Bu tuhaftır. Hayrete şayandır. Dikkate değerdir. İrdelenmelidir.
Lakin makul değildir.
Bahse konu ettiğimiz ideolojilerdeki bu belirsiz dönüşüm, aynı mecraya kişiliksiz akış, her ideoloji için olduğu kadar, bir öteki ideoloji için de kayıptır.
İslamcıların hal-i pür melali ise trajiktir. Bin keder birden getirmektedir.
Artık İslam’sız İslamcılarımız vardır.
Artık İslamcılar milli mitleri, simgeleri, metaforları ve sınırları sanki dinden bir cüzmüş gibi anıyorlar. Amentülerine ek yapıyor, akidelerini yeniden kuruyorlar.
Ve bunları hep din adına yapıyorlar…
Demek “öteki mahallede” birileri sesini çıkarmaya başladı.
Henüz isim vermiyorlar.
Ama biz vereceğiz.
Tarihe karşı borcumuz bu.
Bizim topraklara borcumuz bu.
Sınıf atlayan mücahitler
12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra İslamcı kesimde ardı ardına dergiler çıktı. Bunlardan biri de İslâm dergisiydi.
Derginin arkasında Nakşibendi Gümüşhanevi Dergâhı vardı. Başyazarı, dergâhın şeyhi M. Esad Coşan’dı.
Genel yayın yönetmeni Hasan Hüseyin Ceylan, yazı işleri müdürü Zahid Akman, dış haberler şefi Fehmi Koru’ydu.
Derginin para işlerine ise, adı Deniz Feneri olayına karışan Zekeriya Karaman bakıyordu!
Ankara’da bir şirketin mescidinde kırık bir daktilo ve bir masayla başlayan idealler zamanla nasıl bir dönüşüme uğradı?
12 Eylül 1980 askeri darbesi, İslami kesimde dergiler dönemini başlattı. Neredeyse her tarikatın, dergâhın, cemaatin dergisi vardı:
Sızıntı Fethullah Gülen cemaatinin dergisiydi.
Altınoluk Nakşibendi Erenköy cemaatinin dergisiydi.
Öğüt, İcmal Kadiri Haydar Baş çevresinin çıkardığı dergilerdi.
Köprü, Bizim Aile Mehmet Kutlular ekibinin çıkardığı dergilerdi.
Fetih, Genç Akademi Süleymancıların dergileriydi.
Dava radikal Nurcuların dergisiydi.
Girişim radikal İslamcı Kürtlerin dergisiydi.
Şehadet, Tevhid Hizbullah’ın dergileriydi.
İktibas tasavvuf karşıtı Ercüment Özkan çevresinin çıkardığı dergiydi.
Zafer Mehmet Kırkıncı Hoca çevresinin dergisiydi.
Rönesans Adnan Oktar çevresinin dergisiydi.
Kitap Dergisi, Mavera İslamcı edebiyatçıların dergileriydi.
Hareket, Ülke İslamcı sosyalistlerin dergileriydi.
Tezkire, Umran İslamcı entelektüellerin dergileriydi.
1980’ler; kendi ifadelerine göre, “İslami uyanışın” başladığı yıllardı.
Kuşkusuz aralarında farklılıklar vardı ama hepsi idealistti. Coşkuluydu. Fedakârdı. Tek istekleri “İslami bir toplum” yaratmaktı.
Sonra… Sonra ne mi oldu?..
Yeni bir dergi: İslâm.
Tarih, 1 eylül 1983.
Nakşibendi Gümüşhanevi (İskenderpaşa) Dergâhı’nın yarı resmi yayın organı İslâm dergisi çıktı. Aylıktı.
Derginin başyazarı Halil Necatioğlu idi. Aslında bu isim; Profesör Mahmud Esad Coşan’ın müstear adıydı. Prof. Coşan, müstear isim olarak, babası Halil Necati Coşan’ın adını kullanmıştı.
M. Esad Coşan sıradan bir başyazar değildi. Gümüşhanevi Dergâhı’nın şeyhi Mehmed Zahid Kotku’nun kızı Muhterem’le evliydi. 1977 yılında kayınpederinin bizzat elinden tutarak kürsüye çıkarması üzerine İskenderpaşa Camii’nde hafta sonları hadis dersleri vermeye başladı. İlahiyat fakültesinde öğretim üyesiydi.
Şeyh Mehmed Zahid Kotku, Ankara’ya geldiğinde mutlaka damadının evinde misafir oluyordu. Damadını seviyor, ona saygı duyuyordu. Dergâh çevresinde artık herkes biliyordu ki, Şeyh Zahid Kotku’dan sonra dergâhın postnişine Prof. Coşan oturacaktı.
Ama bir sorun vardı. 1970’li yılların sonunda dergâh ile MSP’nin arası açılmaya başladı. Şeyh Zahid Kotku, Erbakan’ın Akıncılar gibi radikal hareketlere sıcak bakmasına karşı çıktı. Sonra bir gün Erbakan’a, eniştesi Prof. Osman Çataklı aracılığıyla haber gönderdi: “Necmi partinin başından çekil!”
Erbakan, dergâhın dinsel otoritesine karşı geldi. Gümüşhanevi Dergâhı’yla gerginliği sürerken 12 Eylül 1980 askeri darbesi oldu. Tutuklamalar, sorunu geçici olarak unutturdu.
Darbeden hemen sonra da Şeyh Zahid Kotku vefat etti. Prof. Coşan yeni şeyh oldu.
Erbakan, dergâhta değil akademide yetişen yeni şeyhe “biat” etmedi. Söylenenlere bakılırsa Erbakan Kayseri’nin Yahyalı ilçesindeki Hacı Hasan Dinç’e biat etti. 19 temmuz 1983’te Refah Partisi’ni kurdu.
Prof. Esad Coşan ise, RP’nin kuruluşundan bir buçuk ay sonra İslâm dergisini çıkardı.
Prof. Esad Coşan, İslâm dergisinde genellikle Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden tanıdığı öğrencileriyle birlikteydi.
İslâm dergisinin genel yayın yönetmeni Hasan Hüseyin Ceylan’dı.
Yazı işleri müdürü ise Aykut Zahid Akman’dı.
Hasan Hüseyin Ceylan ve Aykut Zahid Akman, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden sınıf arkadaşıydılar. Ankara’da yaşıyorlardı. Şeyhleri Esad Coşan’ın dizinin dibinden ayrılmıyorlardı. Dergi çalışmalarından arta kalan zamanlarda, Prof. Coşan’ın Ankara Demetevler Özelif Sitesi’ndeki “hadis sohbetlerini” organize ediyorlardı.
İslâm dergisi, Ankara’da bir şirketin mescit olarak kullandığı küçük odasında, bir masa, bir eski daktiloyla yayın hayatına başladı.
Darbe günleri nedeniyle yayın çizgileri biraz ürkekti. Dergi içerik olarak, daha çok tasavvuf, geleneksel medrese ile radikal söylemlerin iç içe geçtiği bir politika takip etti.
Hasan Hüseyin Ceylan tarafından yazılan “Unutulan Sünnetlerimiz” bölümünde, Hz. Muhammed’in yaşamından örnekler verildi; okurlara günlük yaşama ilişkin tavsiyelerde bulunuldu: “Futbol karşılaşmalarında giyilen şort, erkeğin göbeği ile dizkapağı arasını örtüyorsa caizdir.”
Dergi, genellikle yurtdışındaki İslami gelişmeleri haber verdi; Afganistan’ı işgal eden Sovyetler Birliği’ne ateş püskürüyorlardı. İran-Irak Savaşı’nda İran’ı desteklediler. Ama Humeyni’ye mesafeliydiler.
Dünyayı ikiye bölmüşlerdi: Müslümanlar ve kâfirler. Avrupa Birliği’ne karşıydılar. Kendilerini, Mısır’daki Müslüman Kardeşler’e yakın görüyorlardı.
İslâm dergisinin dış haberler sayfasını kim hazırlıyordu biliyor musunuz: Fehmi Koru!
Dergiye, Zahid Akman’ın ağabeyi Turgut Akman’la evli gazeteci Nuriye Akman da gönüllü destek veriyordu.
İslâm dergisi, ANAP’a yakındı; çünkü bu partinin kadrosu içinde, başta genel başkanı Turgut Özal olmak üzere, Gümüşhanevi Dergâhı’na bağlı politikacılar vardı. Ancak ANAP’ın serbest piyasacı, AB’ye yakın siyaseti bu yakınlığın daha ileri gitmesine engel oldu.
RP’yle arasındaki gerginlik ise her geçen yıl arttı. Parti, İslâm dergisinin parti binalarına girişini yasakladı.
1990’lı yıllarda RP yükselişe geçti. Artık büyük şehirlerde yeni bir dönem başlamıştı. İstanbul, Ankara gibi şehirleri RP adayları kazanmıştı. Bu seçim başarısına rağmen İslâm dergisi, Erbakan’a hâlâ soğuktu.
Ancak…
1984 yılında Şeyh Zahid Kotku’nun adını alacak kadar dergâha bağlı olan Aykut “Zahid” Akman ve Hasan Hüseyin Ceylan gibi isimler, Şeyh Coşan’dan ayrılıp Erbakan’a biat ettiler.
O yıllar faaliyete geçmek için hazırlıklar yapan Kanal 7 televizyonunun başına da İslâm dergisinin idari müdürü Zekeriya Karaman getirildi.
İslâm dergisinin yazı işleri kadrosundan Ferman Karaçam da Kanal 7 radyosunun başındaydı artık.
Fehmi Koru, İslâm dergisinden sonra Erbakan’ın ekibine dahil olarak Milli Gazete’ye geçti; başyazar oldu. Sonrası malum…
İslâm dergisinden kopanlar ödüllerini hemen aldılar.
Milletvekili oldular. Şirketler kurdular. Belediyelere fuar organizasyonları yaptılar.
Yimpaş parasıyla “Politik Araştırmalar Merkezi” kurdular.
ABD’ye burslu gönderildiler. Televizyon yöneticisi oldular.
Büyüdüler… Ünlendiler…
Bu arada, 28 Şubat Kararları, Erbakan’ın yıldızını söndürdü.
Ve zamanında Şeyh Esad Coşan’ın dizinin dibinden ayrılıp Erbakan’a biat edenler yine hemen çark ettiler. Recep Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül ikilisinin gölgesine girdiler. “Yola devam” ettiler!
Fakat bir fire verdiler: Hasan Hüseyin Ceylan konuşmalarıyla RP’nin kapatılmasına neden olmuş, siyaset yapması beş yıl yasaklanmıştı. Cezası bitince, İslâm dergisinde birlikte çalıştığı bacanağı, AKP Milletvekili, Genel Başkan Yardımcısı Akif Gülle’nin kulisiyle AKP’ye girmeye çalıştı. Olmadı. AKP, Hasan Hüseyin Ceylan’ı kabul etmedi.
Diğerlerinin yıldızı parlamaya devam etti.
Geçmişte karşı çıktıkları her şeyi bu kez kendileri yapıyordu. Popüler figürlerdiler artık. Her gün televizyon ekranındaydılar.
350 milyon dolarlık Armada İş Merkezi’nin sahibi oldular!
Diğer şirketlerini, işlerini, yatırımlarını, Deniz Feneri’ni yazmaya gerek var mı?
Artık milyon dolarları telaffuz ediyorlardı. Her şey ne kadar kolay ve çabuk oluvermişti!
İnsan sormadan edemiyor: “Bir hırka, bir lokma”yı ilke edinen İslâm dergisi günlerini hiç anımsıyorlar mı?
O idealist-özverili gençlerin tüm çabaları sadece sınıf atlamak için miydi?
Şeriat, tarikat, marifet ve hakikat koca bir yalan mıydı?
Hiçbiri mi nefsini öldürememişti?
“İslam toplumu” kurmak için büyük söz sarf edenler, sadece birkaç yıl içinde nasıl da ufalıvermişlerdi böyle.
Yunus Emre’nin dizelerini anımsamıyorlar mı artık?
Eğer bir müminin kalbin kırarsan
Hakk’a eylediğin secde değildir.
Deniz Feneri skandalını vicdanlarına nasıl anlatıyorlar acaba? Kanal 7’yle içlidışlı olup Deniz Feneri’ne birden aldığını beşten satan Atlas Pazarlama’lar, Server Holding’ler, Yimpaş’lar bu günahla nasıl yaşayabiliyorlar? Siz Zahid Akman’ları, Zekeriya Karaman’ları biliyorsunuz; onlar buzdağının görünen parçaları. Derinde neler var? Bu kirli para ilişkileri nerelere uzanıyor?
Gün gelecek Yusuf Atalay’lar, Harun Kapıyoldaş’lar, Engin Yılmaz’lar, Osman Acun’lar tek tek hâkim karşısına çıkmayacaklarını mı düşünüyorlar?
Sadece onlar mı?…
Fehmi Koru’nun yalısı
Fehmi Koru (ya da müstear adıyla Taha Kıvanç) uzun yıllar Ankara’da oturdu. Milli Gazete, Zaman macerasından sonra Yeni Şafak’a geçti.
Bu gazetede çalışırken İstanbul’un solcu liberalleriyle yakın oldu. İstanbul’daki hayatı sevmeye başladı; önce Cihangir’e “çalışma ofisi” kurdu. Burada yatıp kalktı; çalıştı.
Birkaç yıl sonra eşi ve çocuklarını da İstanbul’a getirdi.
Tabii “çalışma ofisi” kalabalık bir aileye yetmedi.
Fehmi Koru kararını verdi: Madem İstanbul’da yaşayacaklardı, arkadaşlarını ve hükümet erkânını ağırlayacağı bir eve ihtiyaç vardı.
Beykoz’da bir yalı buldu.
Hayır hayır, burayı yalı olarak almadı. Karışık oldu; en iyisi şu yalı meselesini baştan anlatmalı…
AKP, bu son yerel seçimde İstanbul’un Beykoz ilçesinde halihazırda belediye başkanlığı yapan Muharrem Ergül’ü tekrar aday göstermedi. Partinin Beykoz adayı, eski belediye başkanı Yücel Çelikbilek oldu.
Oysa…
Başkan Ergül’ün tekrar aday olması için Fehmi Koru makaleler yazdı; Beykoz’u sessiz sakin, ne kadar yetkin bir biçimde yönettiğinden övgüyle bahsetti.
Ancak Fehmi Koru’nun yazdığı bu gerekçeler yeterli olmadı ve Muharrem Ergül AKP tarafından tekrar aday gösterilmedi.
Peki, Fehmi Koru, Ergül’ü neden sık sık köşesinde övme ihtiyacı duymuştu? Bunun Beykoz’da yaptırdığı yalıyla ilgisi var mıydı? Herhalde yoktur!
Fehmi Koru İstanbul Boğazı’nın en güzel yerlerinden biri olan, Beykoz-Gümüşsuyu Mahallesi, Mezarlık Sok. No. 35 adresinde, 276 metrekare alanı bulunan bir “gecekondu” aldı.
İstanbul Boğazı’nı gören yapılarda bir çivi bile çakılamayacağını herkes bilir.
Ancak birçok kişi, “işi bilenlerin” bırakın çivi çakmayı, evleri yıkıp yalı kondurduğunu bizim odatv.com adlı haber sitemizden öğrendi.[1]
“İşi bilen” kişi, sözde gazeteci Fehmi Koru’ydu.
Üş kuruşa aldığı muhteşem manzaralı harabeyi yıkıp yalı yapıvermişti. Oysa ev kentsel sit alanı içindeydi. Boğaz İmar Yasası’na göre yaptığı suçtu. İzni kim verdi? Anıtlar Yüksek Kurulu böyle bir yapılaşmaya nasıl göz yumdu?
Beykoz Belediyesi Hesap İşleri Müdürlüğü’ne kabul tarihi 22.2.2008 olan yalının değerinin milyon dolarlar olduğu belirtiliyor. Odatv.com, Fehmi Koru’nun kaçak yalısına nasıl izin verildiğini İstanbul Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü’ne sordu.
Müdür Serdar Tuğrul yapıya ilişkin pafta, ada, parsel, mülkiyet durumu, imar durumu, imar planda kaldığı fonksiyon gibi bilgileri içeren halihazırda harita, kadastral harita, imar durumu vb paftaları istedi!
Sanki bizim görevimizmiş gibi, üşenmedik, hepsini derleyip gönderdik. Henüz bir yanıt alamadık. Bekliyoruz. Bakalım, süreç bundan sonra nasıl işleyecek?
Bu arada Fehmi Koru’nun yalısının ilk misafiri kim oldu dersiniz; Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve eşi.
Ne diyelim, hayırlı olsun…
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 920 bin lira ödeyerek iki adet satın aldığı, Ümraniye’de TOKİ ortaklığıyla yapılan İdealist Kent Villaları’nın su havzasına kaçak olarak yapıldığı konusuna hiç girmeyelim!
Biz İslâm dergisinin yiğit mücahidi Fehmi Koru’nun medya macerasına devam edelim.
Dünün mücahidinin bugün medyadan kaç para kazandığını tahmin edebiliyor musunuz?
Kanal 7’de hafta içi her gün 18.30’da akşam haber bülteninde gündemi yorumluyor.
Kanal 24’te her çarşamba, “Acaba” adlı bir program hazırlıyor.
Atv’de her cumartesi Hasan Bülent Kahraman ve Semra Orkan’la birlikte “Beyin Fırtınası” adlı bir programda yine karşımıza çıkıyor.
Bitmiyor.
Pazar da çalışıyor. TRT 1’de “Politik Açılım” adlı programda görüyoruz onu.
Yeni Şafak’ta hem Taha Kıvanç hem de kendi imzasıyla makaleler kaleme alıyor.
İnsan merak ediyor, nasıl oluyor da bu kadar kanalda birden çalışabiliyor? Bu ilişkiler ağını neye borçlu?
Hadi hepsini geçtik; ne kadar para alıyor?
Atv’deki program TMSF döneminde başlamıştı ve iki yıllık sözleşmesi vardı. Hiç izlenmeyen bu program başına 8 milyar lira alıyordu. Aylık 32 milyar!
TRT’den program başına haftalık 2 400 TL, yani aylık 9 600 TL;
Kanal 7’den aylık 11 000 TL;
Kanal 24’ten program başına haftalık 5 500 TL, yani aylık 22 000 TL;
Yeni Şafak’taki yazılarından ise (Fehmi Koru ve Taha Kıvanç imzalı), eğer zam gelmemişse aylık 15 000 euro (yaklaşık 31 000 TL) alıyor.
Bu miktarları topladığımızda, aylık maaş 105 600 TL olarak görünüyor. Doğru mu?
Bunu şundan sordum; yazılanların “devede kulak olduğu”, Fehmi Koru’nun aslında dah
daha fazla kazandığı iddia ediliyor.
Vay bee!
Neyin karşılığı acaba bu kadar para?
Bir iki ucuz komplo teorisi söyleyip yazması için değil herhalde? Çünkü bu kadar para alan Fehmi Koru’nun programları hiç seyredilmiyor.
Atv’de her cumartesi yayınlanan “Beyin Fırtınası” adlı program ne AB’de ne de tüm izleyicilerde ilk 100’de yok.
Kanal 24’te her çarşamba ekrana gelen “Acaba” adlı program keza öyle, ilk 100’e girememiş.
Fehmi Koru’nun gündemi yorumladığı Kanal 7’nin akşam haber bülteni ilk yüze giriyor, ancak 15’lik reytinglere bakıldığında Koru’nun çıktığı anlarda reytinglerde düşüş görünüyor.
Ve pazar günleri TRT’de yayınlanan “Politik Açılım” adlı programa gelelim. Söz konusu program tüm kişiler ölçümlerinde ilk 100’e giremiyor.
Fehmi Koru’nun TRT’deki programıyla aynı saatlerde Vatan yazarı Ruhat Mengi’nin Star TV’de bir programı ekrana geliyor. Adı, “Ruhat Mengi’yle Her Açıdan.” Mengi, programdaki konuklarıyla Türkiye’nin en ağır ve siyasi konularını gündeme getiriyor, tartışıyor. Ruhat Mengi’nin programı çok izleniyor. Hem AB’de hem de tüm kişiler ölçümlerinde ilk program ilk on beşe giriyor.
Durum ortada: Aynı gün, aynı saat dilimlerinde, benzer formatta yapılan iki program ve işte çıkan sonuç. Fehmi Koru’nun programı izlenmiyorken, Ruhat Mengi çok başarılı bir reyting karnesine sahip.
Peki…
Programları izlenmeyen Fehmi Koru dört ayrı kanalda ekranlara çıkarken, başarılı bir programa imza atan Ruhat Mengi’yi neden başka kanallarda göremiyoruz? Neden teklifler hep Fehmi Koru’ya yapılıyor da, Ruhat Mengi’ye yapılmıyor?
Hükümetin medyayı boykot çağrıları yaptığı, maliye üzerinden baskı altına almaya çalıştığı, muhalif isimlere linç kampanyalarının düzenlendiği bir dönemden geçiyoruz.
Türkiye’de her alanda olduğu gibi medyada da bir kırılma noktası, kötüye giden bir dönüşüm yaşanıyor. Fehmi Koru, bu dönüşümün hem mimarlarından hem de figürlerinden biridir.
Onlarca gazetecinin, örneğin Emin Çölaşan’ın bankadaki hesaplarını didik didik eden Maliye Bakanlığı, Fehmi Koru’ya da aynı muameleyi yapmış mıdır?
Yalanla kardeş olmuşlar
Zahid Akman, Hasan Hüseyin Ceylan, Zekeriya Karaman İslâm dergisiyle başlayan hangi siyasi süreç sonunda Ankara’nın 350 milyon dolarlık Armada İş Merkezi’nin ortağı oldular?
Sözümona onlar ortak değil; ortaklar Turgut Akman, Mehmet Habib Karaman, Hamide Ceylan’dı.
Yaptıklarını hukuk zeminine uydurabilirler ama hangi vicdanı kandırabilirler?
Deniz Feneri e.V davaları, milyon dolarlık Hayat Yapı Ticaret ve Yatırım Ltd.; Etkin Eğitim ve Organizasyon, Kültür AŞ gibi şirketlere nasıl sahip oldular?
Sermayeleri İslâm dergisi miydi?
İslâm dergisi mi öğretti bu kurnazlığı?..
Fazla uzatmak istemiyorum bu içler acısı duruma bir örnek vermeliyim.
Hürriyet gazetesi, Main Taunus Yabancılar Dairesi’nin, 17 mayıs 2007-17 mayıs 2012 tarihleri arasında olmak üzere beş yıl süreyle Zahid Akman’ın Almanya’ya girişini yasakladığına ilişkin kararını manşetten yayımladı (5 eylül 2008).
Bunun üzerine Zahid Akman’ın Frankfurt’taki avukatı Hasan Dinç, aynı gün Main Taunus Kaymakamlığı’na başvurarak, müvekkilinin Alman Oturum Yasası’nın 11. maddesine göre Almanya’ya girişinde bir sakınca olup olmadığını sordu. Aynı gün Main Taunus Kaymakamlığı Yabancılar Dairesi e-mail olarak Hasan Dinç’e iki paragraftan oluşan belge gönderdi. Belgenin birinci bölümü şöyleydi:
“Alman Oturum Yasası’nın 11. maddesi gereği sadece sınır dışı etme ve geri göndermeden dolayı ülkeye giriş engeli yoktur.”
Zahid Akman bu bölümü kamuoyuyla paylaştı.
Ancak aynı belgenin ikinci paragrafı da şöyleydi:
“Müvekkilinize karşı görülmekte olan ceza davasından dolayı, hakkında Einreisebedenken (ülkeye girişi sakıncalı) kararı kayıtlarda var. Bu şu anlama gelir: Ülkeye girişiyle ilgili Alman makamları verecekleri kararda, süren ceza davasını göz önünde bulunduracaklardır.”
Zahid Akman, bu bölümü belgeden çıkartarak Almanya’ya girişiyle ilgili kendisine yönelik herhangi bir yasak olmadığını öne sürdü. Akman, üzerinde tahrifat yaptığı belgeyi Ankara 5. Sulh Ceza Mahkemesi’ne sunup tekzip kararı aldırdı. Gazete bu tekzibi yayımlamak zorunda kaldı.
Ancak iş sonradan anlaşıldı…
Tekzipten sonra Frankfurt Savcılığı, “Alman devletinin verdiği resmi belgede tahrifat yapma ve tahrifat yapılan belgeyi mahkemede kendi lehine delil olarak kullanma” gerekçesiyle soruşturma başlattı.
Zahid Akman, Main Taunus Kaymakamlığı Yabancılar Dairesi’nin hazırladığı 33.35-163 sayılı ve 05.09.2008 tarihli belgede açıkça tahrifat yapmıştı.
Öyle ki, orijinal belgede Avukat Hasan Dinç’in adı, soyadı ve adresi sol üst köşede bulunurken, Akman’ın hem kamuoyuna açıkladığı hem de Ankara 5. Sulh Ceza Mahkemesi’ne sunduğu belgede bu bölümün olduğu yer boş.
Orijinal belge iki paragraftan oluşurken, Akman’ın kamuoyuna açıkladığı belgede sadece bir paragraf var.
Orijinal belgede belgeyi hazırlayan Alman görevlinin adı belgenin alt kısmında yazılıyken, Akman’ın basına dağıttığı belgede bu isim yukarı
çekilmiş.
Tahrifatlı belgede çıkarılan paragrafın yerinin boş kalmaması için Main Taunus Kaymakamlığı Yabancılar Dairesi’yle ilgili bilgiler alttan yukarı doğru çekilmiş.
Orijinal belgede, belgeyi düzenleyen görevli Thea Melzer’in imzası yer alırken, Akman’ın tahrifat yaptığı belgede belgeyi düzenleyen memurun imzası yok.
Her şey ortaya çıkınca Zahid Akman ne dedi sanıyorsunuz?
Zahid Akman: “Bahsedilen bu belgenin sahte olduğu iddiası külliyen yalandır.”
Gerçek: Akman’ın gösterdiği belge bir paragraftan oluşurken, asıl belge iki paragraftan oluşuyor. Akman hakkında Alman resmi belgesinde tahrifat yaptığı ve bunu kullandığı için Frankfurt Savcılığı’nın başlattığı soruşturma sürüyor.
Zahid Akman: “İkinci paragraf benim özel konumumla ilgilidir.”
Gerçek: İkinci paragrafta “Hakkında görülen ceza davası nedeniyle, Akman’ın ülkeye girişinin sakıncalı olduğu kayıtlarda var” ifadesi yer alıyor.
Zahid Akman: “İkinci paragrafta ‘Zahid Akman’ın Almanya’ya gelmesi söz konusu olduğunda vize polisine müracaat etmesi istenmektedir’ deniyor.”
Gerçek: Ülkeye girişiyle ilgili verilecek kararda, süren ceza davası göz önünde bulundurulacaktır.
Zahid Akman: “Almanya’daki oturumu uzatmadım. Oturumun uzatılmaması nedeniyle yeni vize müracaatı yapmadığım için ortaya çıkan hukuki belirsizliğin ortadan kaldırılması açısından Main Taunus Kaymakamlığı ikinci paragrafta bu bilgileri istemiştir.”
Gerçek: Main Taunus Kaymakamlığı’nın hazırladığı belgenin ikinci paragrafında ülkeye girişinin sakıncalı olduğu yer alıyor.
Zahid Akman: “Belge hiçbir resmi kuruma verilmedi, hiçbir resmi kurumla paylaşmadım.”
Gerçek: Tahrif ettiği belgeyi Hürriyet’in haberini yalanlamak üzere Ankara 5. Sulh Ceza Mahkemesi’nde açtığı davada delil olarak mahkemeye sundu. Mahkeme bu belgeyi delil olarak kabul etti ve belgeye dayanarak tekzip kararı çıkardı. Tekzip kararı 7 ocak 2009’da Hürriyet’te yayımlandı. 5 eylül 2008’de basın toplantısıyla medyaya dağıtılmıştı.
Zahid Akman: “Belgede herhangi bir tahrifat yapılmadan kamuoyuyla bilgi paylaştım.”
Gerçek: Belgedeki ikinci paragraf çıkartılarak sadece birinci paragraf kamuoyuyla paylaşıldı.
Zahid Akman: “Almanya’ya giriş yasağım yok.”
Gerçek: Daha önce sık sık gittiği Almanya’ya 2007 yılından bugüne kadar hiç uğramadı. Hakkında “Ülkeye 17 mayıs 2007-17 mayıs 2012 tarihleri arasında girişi sakıncalıdır” kararı var.
Zahid Akman: 5 eylül 2008 tarihli basın toplantısında “Almanya’ya gitmeyi düşünüyor musunuz?” sorusuna, “Elbette, neden olmasın, yakın zamanda Almanya’ya ve değişik Avrupa ülkelerine gitmeyi planlıyorum” yanıtını verdi.
Gerçek: 2009 ocak ve şubat aylarında sekiz gün boyunca Fransa, Belçika ve Hollanda’da kaldı. Fakat Almanya’ya uğramadı.
Zahid Akman: “Üç buçuk yıldır yurtiçinde de, yurtdışında da hiçbir ticari faaliyetim yoktur.”
Gerçek: Akman’ın Hayat Yapı Ticaret ve Yatırım Ltd. Şirketi’ne ortak olduğu ortaya çıktı. Ayrıca 350 milyon dolar değerindeki Armada’nın da ortağı. Almanya’da kooperatif ortaklığı ve yöneticiliği, 2006 yılına kadar sürdü.
Zahid Akman’ın kişiliğini bundan daha güzel hangi örnek ortaya çıkarabilir ki? Nedir bu âciz hale düşmenin nedeni? Üç kuruş para mı?
Gel de şimdi Tevfik Fikret’in “Han-ı Yağma” şiirinin o ünlü dizelerini anımsama:
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
İkramiyeyi almadı
Belki biliyorsunuzdur; 2009 yılbaşı Milli Piyango büyük ikramiyesi dörde bölündü. Dördüncü isim günlerce ortaya çıkmadı. Gazeteler, “Çeyrek bilet sahibi imam-hatipli; günah olduğunu bilip utandığı için korkusundan ikramiyesini alamıyor” diye haberler yaptı. Nihayet birkaç gün sonra, dördüncü talihli ikramiyesini aldı ve bu tartışma son buldu. İmam-hatipli olup olmadığı konusunda basında bilgi çıkmadı.
Tüm bunlar bana yıllar önce yaşanmış ilginç bir olayı anımsattı:
Yıl, 1934.
Milli Piyango (Tayyare Piyangosu) yılbaşı büyük ikramiyesi 200 bin liraydı. Büyük ikramiyeyi kazanan kişi, Posta Telgraf İstanbul Merkez Muhabere Dairesi Müdürü Server Emin Üstünbaş’tı.
Server Bey, parayı alıp mutluluk içinde evin yolunu tuttu. Ancak evde, eşi Revnak Hanım bütün parayı makasla kesti. Ve bu olay, zamanın gazetelerinde günlerce tefrika edildi.
“Deli Saraylı” olarak bilinen Revnak Hanım’ın parayı neden kesip parçaladığı ortaya çıkmadı. Yaygın görüş, kumar parasını evinde istemediğiydi.
Aslında günahını da almayalım; “Deli Saraylı” sıfatı annesi Şerife Hanım’dan Revnak Hanım’a “miras” kalmıştı.
Şerife Hanım, Sultan II. Abdülhamid’in kardeşi Şehzade Kemaleddin Efendi’nin kızı Münire’yle beraber büyümüştü.
Bazı tuhaf davranışları nedeniyle adı “Deli Saraylı”ya çıkmıştı. Deliliğinden değil, ama inancı nedeniyle parayı kestiğine bir kanıt daha vardı: Tarikatlar ve tasavvuf konusunda Türkiye’deki en önemli kaynak kitapları kaleme almış kişi, Cemaleddin Server Revnakoğlu (namı diğer Cemaleddin Server Erzurumi), bu ailenin oğluydu.
Evet, yazar Cemaleddin Server Revnakoğlu (27 mart 1909-23 eylül 1968), Server Emin-Revnak çiftinin oğluydu. Dikkatinizi çekti mi; babasının değil annesinin adını soyadı yapmıştı!
Şimdi gelelim olayın diğer boyutuna: Bir yanda evine günah diye piyango parasını sokmayan ve Revnakoğlu gibi bir yazarı yetiştiren bir aile var.
Diğer yanda ise… Cümleyi tamamlamadan bir soru yöneltmeliyim: Türkiye’de kaç çeşit şans oyunu var?
Milli Piyango, Spor Toto, Spor Loto, İddaa, at yarışları, Şans Topu, On Numara, Sayısal Loto, Süper Loto, Kazı Kazan…
Bugün artık neredeyse haftanın her günü Türkiye’de şans oyunları oynanıyor.
Türkiye’de bir mahalle baskısı olgusu konuşulup tartışılıyor…
Başörtüsünde mahalle baskısı var mı? Var…
İçkili lokantalarda mahalle baskısı var mı? Var…
Esnafın cuma namazına gitmesi için mahalle baskısı var mı? Var…
Var oğlu var…
Peki, ne de mahalle baskısı yok?
Kumarda yok!
Nasıl mı?..
AKP yedi yıldır iktidarda.
Milli Piyango Teşkilatı da hükümetin denetiminde.
Milli Piyango Genel Müdürlüğü, AKP’nin en çok kadrolaştığı alanlardan. Örnek olsun; İslamcı hareketin önemli ismi, eski İstanbul müftü başmuavini ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın okul arkadaşı Timurtaş Hoca’nın oğlu Bekir Yunus Uçar yakın zamanda Spor Toto Teşkilatı müdürü oldu.
Durun bitmedi. AKP hükümeti döneminde şans oyunlarında ne gibi değişiklikler oldu, hangi yeni oyunlar başladı?
İşte bazı satır başları:
At yarışları haftanın belli günlerinde oynanırken, bütün hafta yarışlar yapılmaya başlandı.
Hatta gece yarışları başladı. Türkiye’nin ilk gece at yarışları, İzmir Şirinyer Hipodromu’nda 2007 yılında koşuldu.
Şans oyunlarının günlere dökümüne bir bakalım:
Pazartesi: On Numara
Çarşamba: Şans Topu
Perşembe: Süper Loto 6/54
Cumartesi: Sayısal Loto 6/49
Pazar: Spor Toto, Skor Toto, Süper Toto, Spor Loto, Gol 7
İddaa: Her gün oynanıyor.
Kazı Kazan: Her gün oynanıyor.
At yarışları: Her gün; İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Bursa ya da Urfa’da yarışlar düzenleniyor. 2008 yılında 487 yarış koşuldu.
Milli Piyango: Her ayın 9, 19 ve 29’unda çekiliş var.
Hükümetin, salı gününe de bir talih oyunu koyma çalışması olduğu iddialar arasında.
Cuma günü ise boş…
Hatta bir başka iddiaya göre, cuma gününe de özel bir oyun düşünüldüğü konuşuluyor…
AKP iktidarı döneminde İddaa adlı oyun devletin en önemli şans oyunu haline geldi ve dünyada sayılı bahis oyunları arasında yerini aldı. Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’ne bağlı olarak faaliyet gösteren Spor Toto Teşkilatı, İddaa oyununu iştirakçilerin beğenisine sunduğu 2004 yılından bu yana, şans oyunları pazarının liderliğini kimseye kaptırmadığını açıkladı.
2005 yılında Sayısal Loto rekor kırdı. Milli Piyango’nun 2001 yılından o tarihe kadarki şans oyunlarından elde ettiği toplam ciroya ulaştı.
2007 yılında Milli Piyango İdaresi’nin yeni oyunu Süper Loto başladı.
Milli Piyango’nun verilerine göre günde 4 milyon insan bu şans oyunlarına kupon dolduruyor. Her ayın 9’unda, 19’unda ve 29’unda mutlaka Milli Piyango bileti çekiliyor, özel günler hariç.
Devam edelim… Edinilen bir başka bilgiye göre Spor Toto Teşkilatı 2004 yılındaki şans oyunlarındaki pasta payını yüzde 9’dan 2006 yılında yüzde 44’e çıkardı.
Milli Piyango ve Dünya Piyangolar Birliği istatistiklerine göre, Türkiye’de her gün ortalama 200 bin piyango bileti, 600-650 bin Kazı Kazan bileti satılıyor.
Yani AKP döneminde kumar 2,5 kat arttı.
Evet, bir yanda Milli Piyango ikramiyesini “haram para” diye kabul etmeyen Müslüman bir aile…
Diğer yanda “kumar mucidi” bir hükümet…
Yalan mı; o Müslümanlar bu dincilere benzemiyordu!
Görmüyor musunuz?
Niye bunu hiçbir Müslüman yazar dile getirmiyor?
Neredeler?
Hepsi mi yerlerde!
Seccadeleri Mekke’ye doğru mu serili?
Nasıl mı?
Gazetelerde tam sayfa ilanlar var:
Emlak şirketi Mekke’de yapılan büyük bir gökdelenin reklamını yapıyor. Mekke’de yapılan gökdelende, satışın devre mülk yöntemiyle gerçekleştirileceği proje Türkiye, Kuveyt, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır ortak projesi.
“Yola Çıkma Zamanı” manşetiyle verilen ilanda çok önemli bir ayrıntı var. İlanı veren şirket, Kâbe görüntüsünün üstüne gökdelenleri oturtmuş. Yüzlerce Müslüman, Kâbe yerine gökdelenlere doğru ibadet ediyor. İslam’ın temel değerleriyle örtüşmeyen bu görüntü Müslümanlara yapılmış büyük bir saygısızlık değil mi?
Tam sayfayı süsleyen ilanda Kâbe’nin görüntüsü önemsiz bir ayrıntı gibi sunuluyor. Şirket gökdelenleri ise Kâbe yerine, önünde ibadet edilecek bir merkez gibi duruyor. Para, mal, ticaretin dinci camiayı getirdiği son noktanın halini gösteren ilan, dini değerleri de birer pazarlama aracı haline getiren dinci kesimin içler acısı halini gösteriyor.
İslamiyet, onu savunduğunu iddia eden kesimlerce üzerinden rant elde edilecek bir değer olarak sunuluyor. İnanç ve iman yerine paranın geçtiğinin en büyük kanıtı olan bu ilanda, din daha çok daire satmak için yalnızca bir fon kâğıdı.
Mekke bugün, gökdelenler, alışveriş merkezleriyle çevrilmiş durumda. Türkiye’de “meleklerin cinsiyeti” gibi absürd konuları tartışan dinci yazarlar ise Kâbe’yi pazarlayan bu anlayışla kol kola. Her sene Kâbe’ye gezi düzenleyen Vakit gazetesi ve onun yazarı Abdurrahman Dilipak, Kâbe’yi mahveden bu görüntüye neden tepki göstermiyor?
İslamiyet’i pazarlayan ve Allah’ın evini kirletenlere neden sessiz kalınıyor? Neden susuyorlar?
Hey gidi Sadık Albayrak!
Hadi bazı mücahitler sınıf atlayıp müteahhit oldu.
Peki, bir dönemin mücahit önderleri de ne yapıyor?
Örneğin Sadık Albayrak…
Son yıllarda gazeteler, televizyonlar ondan hep “başbakanın dünürü” diye bahsediyor.
Oğulları Berat ve Serhat nedeniyle adı duyuluyor artık.
Küçük oğlu Berat (d. 1978), Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kızı Esra’yla evli.
Genç yaşta Çalık Holding’in CEO’su oldu. Büyük oğlu Serhat (d. 1973) da Çalık Grubu’nda.
Sözünü ettiğimiz isim, gazeteci-yazar Sadık Albayrak.
Başbakan Erdoğan’la dünür olduktan sonra bir köşeye çekildi, artık gazetelerde yazmıyor. Konuşmuyor.
Halbuki, görüşlerine karşı olsam da, Türkiye’nin ona ihtiyacı var, biliyorum.
Türkiye’nin bu gergin günlerinde gazeteci-yazar Sadık Albayrak’a görev düşmüyor mu?
Peki, neden sessiz?
Dünür olması, susmasını gerektirir mi?
Bunca yıllık Sadık Albayrak’ın köşesine çekilmesi kabul edilebilir mi?
Bu muydu yani? İki oğlu önemli bir şirkette CEO olacak, hatta biri başbakanın damadı olacak ve o, yazılarıyla rüzgâr ekip fırtına biçen Sadık Albayrak kalemini kıracak!
Bunun için mi hapis yattı?
Bunun için mi yüzlerce yıllık cezaları umursamadan kitaplar, makaleler yazdı?
Uzun yıllar Milli Gazete’nin genel yayın yönetmenliğini yaptı.
Önceleri AKP’ye sert muhalefet eden Milli Görüşçü isimlerin başında geliyordu.
Sonra… Sonra kayboldu. Yazmadı işte. Dünürüyle fikir ayrılığı yüzünden mi kalemine kelepçe vurdu? Bilmiyorum.
Bildiğim, Sadık Albayrak’ın akrabalık ilişkileri nedeniyle köşesine çekilmesine gönlümün elvermediği.
Sadık Albayrak’ın görüşlerini hiç paylaşmıyorum.
Ama yazmasını canı gönülden istiyorum.
Sadık Albayrak gazetecidir, yazardır, düşünürdür.
İdealisttir. Vicdanlıdır. Ahlaklıdır. Aydın olma namusuna sahiptir. Bu özelliklerinin yanında “dünürlüğü” sadece küçük bir ayrıntıdır.
Tarih Sadık Albayrak’ı dünürlüğüyle değil, yazdıklarıyla hatırlamalıdır.
Evet, ben kendi adıma, Türkiye’nin bu zorlu sürecinde Sadık Albayrak’ın yazmasını istiyorum…
Sadık Albayrak’ın “feodal ilişkilere” kurban edilmesini gönlüm ve aklım kabul etmiyor.
Ama o yazmamakta ısrarlı.
Gelin de Karl Marx’a hak vermeyin. Ne diyordu: “Ekonomik ilişkiler sosyal ilişkileri belirler!”
Ya da Engels’i tekrar etmeliyiz: “İnsanlar yaşadıkları gibi düşünür!” İnsanlar yaşadıkları gibi düşünürlerse biz bu dincilerin fedaisi Hüseyin Üzmez’i ne yapacağız!..
Tabii ki ona acıyacağız…
Horbo’nun babası Çolak Memo
Birinci Dünya Savaşı’nda Suriye cephesinde kolundan vuruldu; namı oradan geliyordu.
Savaştan sonra dağa çıktı, eşkıya oldu. Zaman zaman Malatya’ya iniyordu erzak almak için.
Dört tığ gibi adamıyla gittiği şehir yolunda, hilal kaşlı, kara gözlü, buğday tenli bir kıza vuruldu: Emine.
Soruşturdu; kız mıydı, gelin mi? Emirler köyünün ağası Vahap Ağa’nın küçük kızıydı, henüz 15 yaşındaydı.
Köye heyet gönderdi: “Allah’ın emri…”
Vahap Ağa sözlerini kesti: “Benim eşkıyaya verecek kızım yok.”
Haberi alan Çolak Memo, otuz atlıyla Emirler köyünü basıp Emine’yi kaçırdı.
Küçük Emine, Çolak Memo’nun ilk karısı değildi.
Çolak Memo, on üç kadınla evlendi. Dördüncüsünü boşar, bir daha alırdı.
Cumhuriyet’ten sonra eşkıyalığa ve mecburiyetten çokeşliliğe son verdi Çolak Memo.
Emine, kocası Çolak Memo’dan hep korktu.
Bir gün evde kumalar Meryem, Bedriye ve Emine otururken, polisler bir hırsızlık soruşturması için eve geldi. Çolak Memo sorulara cevap verirken, diğer odada üç karısının konuşup gülmelerine sinirlendi. Gidip, Emine’yi balkondan attı.
Çolak Memo bu olay nedeniyle üç yıl hapis yattı.
1933’te cezaevinden çıkınca Emine’nin gönlünü aldı ve onu hamile bıraktı.
Emine, Çolak Memo’dan dört çocuk sahibi oldu.
Kocası ölünce Malatya Mensucat Fabrikası’nda çalışmaya başladı.
Büyük oğluna çok güveniyordu; çok çalışkandı, sınıfları hep dereceyle bitiriyordu.
Onu küçüklüğünden beri “Horbo… Horbo” diye seviyordu.
“Horbo” dayısının kızıyla nişanlıydı.
Bir gün fabrikaya polisler geldi, Emine’yi alıp karakola götürdüler.
Oğlunun ünlü gazeteci Ahmet Emin Yalman’a suikast yaptığını öğrendi.
“Horbo” cezaevine giderken o da ameliyat masasına yattı; beyninde ur vardı.
Yıllarca oğlunun cezaevinden çıkmasını bekledi. Her gece ağladı.
Oğlu cezaevinden çıktıktan bir süre sonra hayata gözlerini yumdu.
Çolak Memo ile Emine’nin oğlu “Horbo” kimdir bilir misiniz: Hüseyin Üzmez!
Bursa’da 14 yaşındaki B. Ç.’ye cinsel istismarda bulunduğu iddiasıyla tutuklu bulunan Vakit gazetesi yazarı Hüseyin Üzmez.
Nev’i şahsına münhasır biriydi; hayatında iki sorudan nefret etti: Ne zaman doğdun, Ahmet Emin Yalman’ı niye vurdun?
Bursa 4. Ağır Ceza Mahkemesi’ne giderken, kameramanlara el salladığı görüntüsünü izledim TV’lerde.
Aklıma babası Çolak Memo geldi.
Bir de, “Malatya Suikastı”nı anlattığı kitabında yazdıkları: “İtalyan Lombroso, ‘Bazı insanlar doğuştan suçludur’ diyor. Ben buna inanmıyorum. Allah kulunun hasmı değildir. Doğuştan suçlu yoktur.” (s. 67)
TV’de Hüseyin Üzmez’i elleri kelepçeli el sallarken izlediğimde düşündüm: Çolak Memo’nun hiç mi suçu yok?
Dinci tecavüzü
Hüseyin Üzmez’in bu insanlık ayıbını ne yazık ki başta köşe yazarı olduğu Vakit gazetesi olmak üzere, dinci medya ya hiç görmedi ya da işi sulandırmaya çalıştı.
Benzer tavrı, Aczmendi Şeyhi Müslüm Gündüz’ün Fadime Şahin’le basılmasında da göstermişlerdi.
Yetmişlik ihtiyarların gencecik kızlarla birlikte olmasını doğal buluyorlardı belki de kim bilir?
Biliyorsunuz Müslüm Gündüz’ün basıldığı evin sahibi Hüseyin Üzmez’di!
Hüseyin Üzmez’ler, Müslüm Gündüz’ler bu konuda yalnız mı?
Gidin İstanbul Başakşehir’e, bir iki esnafla sohbet edin, size güvenirlerse neler neler anlatırlar.
İstanbul’un İkitelli semtinde bulunan Başakşehir, Refah Partisi döneminde İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı KİPTAŞ tarafından 1995 yılında yapıldı.
Yıllar içinde bu büyük yerleşim yeri, muhafazakâr kesimlerin konakladığı bir bölge oldu.
Hatta bu muhafazakâr ev sahipleri o kadar çoğaldı ki, şu an bakıldığında etaplar halinde olan bu büyük sitenin içinde alkollü içki satan bir yer bulmak imkânsızlaştı.
Fakat…
Muhafazakâr zengin işadamları, İstanbul’un merkezine uzak Başakşehir’i, çapkınlıkları için “garsoniyer” olarak kullanıyor.
Şaşırıyor musunuz?
Hiç şaşırmayın.
Kaldırıp kafanızı bir etrafa bakın; hep birbirine benzeyen adamlar görürsünüz.
Nasıl yüzleri botokslu sosyetik sarışın hanımefendiler birbirine benziyorsa, bu dinciler de o derece birbirlerine benziyorlar.
Bunlar AKP’nin metroseksüel dincileri…
Ellerinde mutlaka Vertu marka cep telefonları var.
Bileklerinde ise Franck Muller saat. Özellikle Başbakan Erdoğan’a hediye edilen Franck Muller saat, partililer arasında moda yarattı.
Bunların fiyatı 100 bin dolara kadar çıkıyor.
AKP’li metroseksüellerin Doğulu ve Karadenizli olanlarının büyük oranı burun estetiği yaptırmış durumda. Saçlar, tırnaklar hep bakımlı.
Tarkan gibi ünlülerin gittiği kuaförlerde artık bu dincileri görüyorsunuz.
Gelelim giydiklerine: Mutlaka marka olmalı: Prada, Armani, Gucci, Cerutti, Ferre, Ermenegildo Zegna, Nina Ricci, Paul&Shark gibi.
Ayakkabı ise değişmez markalar olmalı: Ralph Lauren, Armani ve Tod’s.
Kemer, gömlek, mendil, çorap yine bu markalardan seçiliyor.
Siyah takım elbise, beyaz gömlek vazgeçemedikleri. Gece bar kıyafetleri ise kot pantolon, siyah gömlek ve uzun burunlu siyah ayakkabı.
Parfümleri yine marka ama özellikle nedense Bvlgari tercih ediyorlar.
Alışverişler genellikle Harvey Nichols, Beymen ve Vakko’dan yapılıyor.
Evet, artık çevrenize daha dikkatli bakın; onları hemen tanıyacaksınız.
Onlar artık sosyetenin gittiği Papermoon gibi mekânların değişmez figürleri oldular.
Meğer bunca yıllık mücadeleleri, büyük laflar etmeleri; TV’lerde, gazetelerde gördükleri sosyetik metroseksüeller gibi yaşamak içinmiş.
Evet, bir daha yazalım:
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırıncaya, çatlayıncaya kadar yiyin!
Meclis’te kavga
Hüseyin Üzmez’ler, Müslüm Gündüz’ler meselesine tekrar dönersek, bunlar yeni mi ortaya çıktı? Hayır!
Bu anlayış, yani İslamiyet’i erkek dini yapmak isteyen dincilik dün de vardı… Gelin yüz yıl geriye gidelim…
1908 Temmuz Devrimi (II. Meşrutiyet) sonucu yapılan seçimlerin ardından Meclis-i Mebusan, 27 aralık 1908’de açıldı.
Üç yıl görev yapacak Meclis-i Mebusan, hukuk alanında da devrim niteliğinde düzenlemeler yapmak için çalışmalara başladı.
Ceza Kanunu’nun bazı maddelerini değiştiren yasa tasarısı, Meclis Adliye Encümeni’nden geçip Meclis Genel Kurulu’na geldi. Değiştirilmesi istenen maddelerden biri de zinaya ilişkin olan 201. maddeydi. Zina maddesi, dört fıkradan ibaretti:
– Zina yapan kadın hakkında soruşturma açılması, eğer evliyse eşi, evli değilse velisinin şikâyetine bağlıydı. Zina sabit görülürse kadın üç
aydan iki yıla kadar hapsedilecekti.
– Şikâyetçi olan koca veya veli davadan vazgeçer ya da mahkeme sırasında vefat ederse dava düşecekti.
– Kadının zina yaptığı erkek evliyse, üç aydan iki yıla kadar; evli değilse bir aydan bir seneye kadar hapis cezasına çaptırılacaktı. Ayrıca her iki durumda da beş Osmanlı altınından yüz Osmanlı altınına kadar para cezası verecekti. Ancak bu durumun kanıtlanması için suçüstü olması veya bir Müslüman’ın evinde yakalanması ya da erkeğin kendi tarafından yazılmış mektuplarının bulunması şart koşuluyordu.
– Erkek, karısıyla birlikte oturduğu evde zina yapmayı alışkanlık edinmişse üç aydan iki yıla kadar hapis ve beş Osmanlı altınından yüz Osmanlı altınına kadar para cezası öngörülüyordu.
Zina yasa tasarısının görüşülmesine 18 nisan 1911 tarihinde, Ahmed Rıza Bey’in başkanlığında Meclis-i Mebusan’da başlandı.
İlk sözü alan Halep Mebusu Artin Boşgezenyan, Hüseyin Üzmez vakasında da ortaya çıkan bir gerçeğin altını çizdi: Bu ceza erkekleri koruyor!
Sözleri sürekli laf atmalarla kesilen Artin Efendi şöyle konuştu: “Kanun aslında erkeğe diyor ki, ‘Ey birader, biz senin kıymetini biliyoruz. Her ne kadar biz sana ceza verir gibi gözüksek de sen bundan korkma. Ama dikkatli ol, sakın kendi evinde yapma. Ama ola ki bir kere yaptın ziyanı yok, fakat bunu âdet edinme. Yani metres tutma, çiçekten çiçeğe kon.’”
Artin Efendi’nin, erkeğin kollandığını belirttikten sonra, “Farz ediniz ki, Meclis-i Mebusan, kadınlardan teşekkül etse” demesiyle salondan bir kahkaha yükseldi. Kütahya Mebusu Cemal Bey, “Allah o günleri göstermesin” diye laf attı.
Artin Bey yine de sözlerini sürdürdü:
“Bu gök kubbenin altında her şey olur efendim. Kadınlar Meclis’e gelseler ve bu yasadaki kadınların yerlerine erkekleri, erkeklerin yerlerine kadınları yazsalar, siz buna ne dersiniz? Zannederim ki, ‘Bu gayet haksızdır’ dersiniz. Bu nedenle kadınların hukukunu korumalıyız efendim.”
Daha sonra kürsüye gelen Şebinkarahisar Mebusu Mustafa Hayri Efendi, kadınların ve erkeklerin eşit ceza almalarına karşı çıktı, “Kadınlar daha ağır ceza almalıdır” dedi. Ayrıca, zina kovuşturmasının sadece eş ve veli şikâyetine bağlı olmasının, kocasız ve velisiz kadınları yasa kapsamı dışında bırakacağını söyledi.
Bingazi Mebusu Mansur Paşa, ayetlerden alıntılar yaparak başladığı konuşmasında, iffetin korunmasının sorumluluğunun erkekten çok kadında olduğunu belirterek, “Bu nedenle kadınlara daha çok ceza verilmesi gerekir” dedi.
Üsküp-İpek Mebusu Hafız İbrahim’in kadınlardan yana çıkan konuşması genel kurulu yine karıştırdı.
“Kadınları baştan çıkaran erkeklerdir. Bugün bir kadının aklı başında bir erkeği olursa, hiçbir vakitte fenalığa bulaşmaz. Fakat namussuz, alçak bir erkek, kendi zevcesini evinde bırakıp Beyoğlu’nda sabaha kadar sürterse, kadıncağız da bir zamparayı evine almaya mecbur kalabilir. Bir erkek bütün gün Beyoğlu’nda zamparalıkta bulunursa ona ceza yok. O kadın ne yapsın?”
Bu sözü duyan mebusların büyük çoğunluğu hep bir ağızdan bağırıp çağırarak itiraz ettiler. Kimi mebuslar kürsüye yürümek istedi.
Meclis Başkanı Ahmed Rıza Bey, mebusları sakin olmaya çağırdı. Hafız İbrahim Efendi’yi de daha dikkatli konuşması için uyardı: “Lütfen edeb-i lisanla konuşunuz. Bu kürsüye, Meclis’e yakışmayacak sözler sarf etmeyiniz.”
Konya Mebusu Mehmed Vehbi Efendi, Artin Efendi ile İbrahim Efendi’nin sözlerini eleştirerek, kadınların dışarıda erkeklerini kontrol etmesi gibi bir durumun asla mümkün olamayacağını söyledi.
İstanbul Mebusu Kirkor Zohrab da genel kurulu hareketlendiren bir konuşma yaptı. “Bu cürümde en büyük kabahat erkeklerindir” deyince salon yine ayaklandı. Sataşmalar üzerine Kirkor Zohrab, “Bu tahammülsüzlüğünüzün nedeni, erkeklerin kadınlar üzerinde egemenliğini zorla muhafaza etmesinden kaynaklanıyor” dedi.
En çok laf atan Kengiri Mebusu Mehmed Tevfik söz alarak kürsüye çıktı. Hiçbir Osmanlı ferdinin Zohrab Efendi’nin bakış açısına ve düşüncelerine iştirak etmeyeceğini söyleyerek, konuyu “dinsel farklılıklar” meselesine getirmek istedi. Müslümanların Ermeni ve Rum gibi Hıristiyanlarla bu konuda ayrı olduğunu belirtti. “Müslüman erkekler mümtaz bir mevkidedir ve bu mevkii hiçbir vakit terk etmeyeceklerdir.”
Serfice Mebusu Yorgo Boşo Efendi, soruşturma açılması hakkının sadece erkeklere tanınmasını eleştirdi. Ayrıca, erkeklerin rezil olmamak için şikâyette bulunamayacağını da belirtti.
Son olarak söz alan Sinop Mebusu Hasan Fehmi Efendi, konuşmasına zinanın İslam şeriatındaki yeri hakkında geniş açıklamalar yaparak başladı. Bırakın kadının zina hakkında şikâyetçi olup olmamasını, kadının böyle bir davada tanık olarak bile dinlenmemesi gerektiğini söyledi.
Tartışmalar uzayınca Meclis başkanı yeterlilik önergesini oylamaya sundu. Kabul edildi. Yasa tasarısı da yapılan oylamada hiçbir fıkrası değiştirilmeden kabul edildi.
Sonuçta, aradan yüz yıl geçse de, yasaları erkekler yaptığı sürece, adına ister zina davası, ister taciz, ister tecavüz davası deyin, korunan hep Hüseyin Üzmez’ler, Müslüm Gündüz’ler olacaktır!
Bu tarihsel bilgiden sonra şimdi sorulması gereken soruya geldik:
İran’daki, kadını ikinci sınıf varlık gören rejimi, Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan iki türbanlı kız öğrenci neden benimser? Neden Atatürk’ü değil de, Humeyni’yi severler? Aradan 100 yıl geçmesine rağmen neden hâlâ kadınları ikinci sınıf varlık gören Osmanlı milletvekilleri gibi düşünürler.
“Humeyni’yi seviyoruz!”
İki türbanlı üniversite öğrencisinin televizyon ekranında söylediği, “Atatürk’ü sevmiyorum. Humeyni’yi seviyorum” sözünü nasıl değerlendirmeliyiz?
Sünni türbanlı öğrenci, Şii İmam Humeyni’yi neden sever?
İslam Devrimi, İranlı kadınlara ne gibi “haklar” getirdi? Gelenekçi/muhafazakâr ideolojilerin kadınlara dayattığı rol modelini konuşup tartışmanın zamanı gelmedi mi?
Soru o kadar çok ki…
O halde bir iki cümle edelim…
Her Müslüman’ın bildiği gerçektir:
Hz. Muhammed’in ölümünden sonra halifelik meselesinden kaynaklanan çatışmalar ortaya iki güçlü mezhep çıkardı: Şiilik ve Sünnilik.
Emeviler döneminde veraset yoluyla belirlenen halifelik, Abbasiler döneminde sembolik bir makama dönüştürüldü.
Sünni gelenek, halifelik makamına sembolik değerler yükleyip dünyevi siyasal otoritenin etki alanını genişletti.
Şii gelenek ise bunun tam tersi yolda gelişti; azınlık olmanın getirdiği bilinçle, siyasal, dinsel, sosyal ve ilahi olanı birleştirmeyi amaçlayan bir doktrin geliştirdi. Halifelik kavramının karşısına “imam” kavramını çıkardı. “İmam” cemaatin siyasal ve dinsel lideri olduğu kadar, manevi konularda da en üst makamı oldu.
Şii doktrinine göre, imam doğrudan peygamber soyundan gelen kişiydi. İmamın otoritesi, bireyin günlük yaşamından manevi dünyasına kadar tüm sorunlarda “yol gösterici” olmaya kadar giden geniş bir alanı kapsıyordu.
Yani siyasal liderlik yanında, İslam hukukunu en iyi bilen kişi olarak yorum yapma otoritesi de vardı.
İlahi ve teorik olarak gerçek otoritenin tek ve meşru temsilcisiydi. Yanılmazdı. “Doğru İslam”ın kavranması konusunda bir tür bilgi tekeline sahipti vs.
Humeyni bir “imam”dı.
Allah tarafından gönderilen ilahi yasaların mutlak, ebedi doğrunun ve toplumsal düzenin kuralları olduğunu söyledi hep.
İnsanın mutluluğunun, ancak toplumun bu kurallara uygun biçimde düzenlenmesiyle mümkün olacağını vurguladı sürekli.
Peki, böyle bir toplum nasıl yönetilmeliydi?
Humeyni’ye göre monarşi, İslam’a aykırıydı. Doğru yönetim “velayet-i fıkıh”a dayalı bir İslam devletiydi. Bu devletin anayasası şeriattı. Yani insanın yaptığı değil, Allah’ın kelamı ve peygamberin sünneti temel yasalar olmalıydı.
Egemenlik kayıtsız şartsız milletin değil, şeriatındı.
Bu nedenle İslami devletin yasama organı yasa yapmazdı; sadece bir danışma ve düzenleme organıydı. (Bazı çevrelerin, Türkiye’deki hukuk kurumuyla neden sürekli tartıştıklarını da bu çerçevede değerlendirilebilir miyiz? Ya da bazı hukuki kararlarda dini ulemanın görüşünün alınmasını isteyen anlayışı da yine bu çerçevede yorumlamak gerekir mi? Geçelim…)
Humeyni rejiminde “yürütme” yetkisi kime ait olacaktı?
Yanıtı basitti: Toplumun hem manevi hem dini hem de siyasal lideri olan Humeyni’ye.
Kuşkusuz Humeyni’nin önerdiği düzen bir “cumhuriyet”ti. İdari işlerle ilgilenen görevliler ve danışma görevi yapan “yasama” organı bir seçimle belirleniyordu. Fakat bu düzen hiçbir zaman “demokrasi” olamazdı. Çünkü insan ürünü yasaya değil, mutlak ilahi yasaya uymak zorunluluğu vardı. Uzatmadan soralım:
Laik Türkiye’de yaşayan türbanlı Sünni bir öğrenci, Şii İmam Humeyni’yi neden sever?
Sorunun yanıtından önce, Humeyni İranı’nda kadının yerini de analiz etmeye çalışalım.
İslam Devrimi öncesinde sokak gösterilerinde kadınlar en öndeydi. Devrimden önce, siyasal gösterilere katılan kadınların, erkeklerle eşitliği ve katkılarının önemi üzerine kurgulanan İslamcı söylem, devrimden sonra siyasal iktidarı ele geçirir geçirmez kadının evcilleştirilmesine ve dindarlaştırılmasına dayalı özgün bir cinsiyet ayrımcılığının kurumsallaştırılmasına yöneldi.
Bütün gelenekçi/muhafazakâr ideolojiler gibi İslam Devrimi’nde de kadın, siyasette, iş hayatında veya başka herhangi bir alandaki kadın değil, sadece ve sadece ailede kadındı.
Kuşkusuz tüm bunların altında kadına yönelik güvensizlik vardı. Bunun en çarpıcı örneği, ceza yasası “kısas”ta yer alıyordu. 1981’de meclisten geçerek yasalaşan kısas, ilk İslam toplumlarının cezalandırma anlayışını yansıtıyordu. Yani, şeriata dayalı, esas olarak öldürme, cinsel suçlar ve içki içmek gibi kamu düzenini tehdit eden eylemleri cezalandırma, öç alma anlamına geliyordu. Kısas, kadını ikincil insan konumuna getiriyordu.
Örneğin, kısasta öncelikle taammüden işlenen cinayetlerde kadınlar şahit olarak kabul edilmiyordu.
Ve daha acısı kısasa göre, Müslüman bir kadını öldüren Müslüman bir erkeğin kısasla cezalandırılabilmesi için, öldürülen kadının yakınlarının cezanın infaz edilebilmesi için ödemesi gereken kan parası, bir erkek için ödenmesi gerekenin yarısı kadardı! Yani kadının yaşamının değeri erkeğinkinin ancak yarısına eşitti.
Kadınlara yönelik ayrımcılığın çarpıcı bir başka örneği ise, zina halinde kocası tarafından görülen bir kadının, yine kocası tarafından öldürülmesi halinde katilin cezalandırılmamasıydı!
İslam Devrimi kadınlara bazı “haklar” da getirdi kuşkusuz!
Çokeşliliği ortadan kaldırmadı. Evlilik yaşı 18’den 13’e düşürüldü.
Okullarda kız ve erkeklerin ayrı sınıflarda ve mümkünse ayrı binalarda öğrenim görmeleri şartı getirildi. Ders araç ve gereçleri ile ders kitapları kız ve erkekler için ayrı ayrı düzenlendi. Erkek öğretmenlerin kız öğrencilere ders vermesi engellendi.
Bazı meslekler kadınlara yasaklandı; yargıçlık gibi…
Tüm bunların amacı, kadının geleneksel analık-eşlik rolünü pekiştirerek, toplumsal hayattan elini eteğini çekmesinin istenmesiydi.
Kara çarşaf, İslam Devrimi’nden önce şah despotizmine karşı tepkinin sembolüydü. Bu nedenle sadece İslamcıların değil, her siyasal görüşten kadının giydiği bir giysiydi. Kadınların çoğu devrimden sonra, artık bir simge haline gelen/getirilen kara çarşafı bir daha çıkaramayacaklarını düşünmemişlerdi bile.
Düşünmemişlerdi; çünkü başta Humeyni olmak üzere, din adamlarının İslam’da zorlama olmayacağı sözlerine inanmışlardı. İslam Devrimi’nden sonra örtünmek rejimin sembolü haline geldi. Örtünmeyen kadınlar çeşitli biçimlerde saldırılara uğradı.
4 temmuz 1980’de Humeyni’nin isteğiyle kamusal alanda çalışan kadınların örtünmesi zorunlu hale getirildi. Özel sektör de bu karara
uydu. Esnaf ve tüccarlar örtünmeyen kadınlara satış yapmamaya başladı.
Zorunlu örtünmeyi protesto eden ve bu nedenle gösteriler düzenleyen kadınlar, “Amerikan ajanı”, “şah yanlısı” ve hatta “fahişe” olarak adlandırıldı.
Ayetullah Ali Hamaney, Tahran Üniversitesi’nde örtünmeye karşı çıkan kadınlar hakkında bakın neler söyledi:
“Onlara fahişe demek istemiyorum, çünkü fahişelerin yaptıkları kendilerini ilgilendirir. Bu başı açık kadınların eylemleri ise toplumu ilgilendirmektedir. Bu nedenle onları karşıdevrimci olarak adlandırıyorum.”
Rafsancani ise kadınları uyarıyordu:
“Önce bunlar ikaz edilmeli. Sonra yasalar var; ahlaka aykırı giyinip dışarı çıkanlar, bu davranışlarından dolayı mahkemelerde cezalandırılacaklardır. Gördüğüm bu eğilim nedeniyle çok endişeliyim. Korkarım ki en sonunda müdahale edilmesine izin vermek zorunda kalacağız.”
Özellikle çalışan kadınlar üzerinde yoğunlaşan örtünme zorlamaları kentli, meslek sahibi, eğitimli kadınları olumsuz etkiledi. Çaresizdiler.
Çünkü sosyalistlerden liberallere kadar her siyasal çevre kara çarşafı emperyalizme karşı mücadelenin bir simgesi olarak görüyordu!
Örtünmenin, emperyalizmle mücadeleyle, kadının metalaştırılmasıyla ne ilgisi vardı? Bunlar o günlerde tartışılmadı bile.
Tartışmadıkları için, toplumdan dışlanan, mülteciliğe zorlanan ve hapishanelerde ölüme yollananlar da bu kesimler oldu.
Neyse, konumuz “aydın aymazlığı” değil.
Konumuz, laik Türkiye’de Sünni türbanlı bir öğrencinin Şii İmam Humeyni’ye olan hayranlığıydı.
İngiltere sömürgesi bile olmayı kabul eden bu genç türbanlıları kim ne zaman, nasıl yetiştirdi?
Kanada’da üniversitede okuyorlar ama kendi topraklarının ürünü “Meşrık Mektebi”nden bihaberler!
Bu nedenle kolayca Araplaşıveriyorlar…
İslam’ı sadece erkek egemen (ataerkil) bir anlayış haline getirenler, türbanı eve hapsettikleri kızlarının, eşlerinin gündemi haline getiriyorlar.
Bu nedenledir ki, gündeminde sadece türban olan bu kızımız, meseleye salt bu noktada yaklaşınca doğal olarak sömürge olmayı bile kabul edip, mezhepsel farklılıkları bir yana atıp Humeyni’yi sevebiliyor. İran’ın onu ilgilendiren tek tarafı kadınlarının örtülü olması.
Peki, kadının tek sorunu üniversiteye başörtüsüyle girebilmesi mi?
Hadi genelleyelim, kadın örtününce tüm sorunları ortadan kalkıyor mu? Bu kızımıza göre öyle. Yoksa kadını kara çarşaftan (ki İslam’da kara çarşaf yoktur) kurtarmaya çalışan, toplumsal hayatın içinde erkekle eşitleyip cinsler arası eşitsizliği kaldırmaya uğraşan Atatürk’ü niye sevmesin.
Sonuçta, İslamiyet erkeklerin elinden kurtarılmadığı sürece türbanlı kızlarımız Atatürk’ü değil, Humeyni’yi sevmeye devam edecektir.
Bilgiseven’i niye tanımazlar?
Sözü burada Müslüman bir yazara bırakayım:
Ayşe Böhürler adını hiç duydunuz mu?
AKP MKYK üyesi.
Yeni Şafak gazetesi köşe yazarı.
TV yapımcısı. Yazar.
Ayşe Böhürler bir TV programında, Türkiye’de türbanın artık moda haline getirildiğini söyleyerek mealen şöyle konuştu:
“Türban moda haline getirilerek içeriği boşaltıldı. Ve ne yazık ki böylece de türban saygınlığını yitirdi. Başörtüsü takıldığı zaman sanılıyor ki bütün günahlardan arınılıyor, her şey mubah sanılıyor. Ne kadar yanlış. İşin özünde, iyi bir insan olmak yatmalıdır. Başörtüsü takmayan bir kadın, başörtülü bir kadından daha dindar olabilir.”
Demek bazı çevrelerde hâlâ başı açık kadınlar Müslüman sayılmıyor! Cahillik bu kadar mı her yanı sardı?
Peki, başta türbanlı iki üniversiteli kız öğrencimiz olmak üzere, bunlar Münevver Ayaşlı’yı bilmiyorlar mı?
Ya Sâmiha Ayverdi’yi?
Nezihe Araz, Safiye Erol, Şaziye Berin Kurt, Sofi Huri, Zühre Uluant… Hangisini sayayım…
Hepsinin başı açıktı; örtünmüyorlardı.
Hepsi İslamiyet insanlara götürmek için yıllarca çabaladı. Kitaplar yazdılar, seminerlerde konuştular, vakıflar kurdular. Dincilere karşı mücadele verdiler.
İslam’ı dünyaya anlatan Cemalnur Sargut, başörtülü bir kadından daha mı az Müslüman şimdi? Kafalarda artık bir kıyas var demek!
Profesör Amiran Kurtkan Bilgiseven’in de başı açıktı. Aynı zamanda bir Melami şeyhiydi.
Bilim kadınıydı; din sosyolojisi konusunda dünyadaki birkaç isimden biriydi.
Hocaların hocasıydı; Prof. Enis Öksüz, Prof. Zekeriya Beyaz gibi tanınmış isimleri yetiştirdi.
Prof. Bilgiseven’in hayatı tam da soyadına yakışıyordu.
1926 İstanbul doğumluydu. Kandilli Kız Lisesi’ni bitirdikten sonra 1947 yılında İktisat Fakültesi’nden mezun oldu. Bir süre özel sektörde ve İstanbul Defterdarlığı’nda muhasebeci olarak çalıştı. Ama isteği, üniversitede bilim yapmaktı.
Başardı da; 1956 yılı sonlarında İktisat Fakültesi’ne sosyoloji asistanı olarak girdi. Prof. Dr. Z. Fahri Fındıkoğlu’nun asistanlığını yaptı.
1960’ta doktora ve 1965’te doçentlik sınavlarını verdikten sonra 1970’te profesör oldu.
Eserlerinde bilim-din bütünleşmesinin somut örneklerini verdi. Tercüme yapmadı, kaynaklarını bu topraklarda aradı. Bu nedenle ülke gerçeklerinden kopmadı.
İyi yazardı; güzel konuşurdu. Sadece sosyoloji konferanslarında konuşmazdı.
Yakın çevresiyle dost sohbetleri yapardı.
Bazı konular üzerinde ısrarla dururdu: Müslüman kadınlarının ezilmesine karşı çıkardı. Kafasında öyle ne başı açık ne de başı kapalı kadın tipi vardı. Ortada böyle soru bile yoktu.
İslam’da dört kadın tezine şiddetle karşı dururdu.
Tasavvuf ve laikliğin nasıl iç içe olduğunu anlatırdı hep.
Türkiye’de sosyal çözülmelerin çok büyük tehlikelere neden olacağını ilk o saptadı. Alevi-Sünni ayrılığının tehlikesine işaret etti sürekli.
Etnik ve dini bölücülük karşısında dikkatli olunmasını istedi.
İslami kavramların içinin boşaltılmasına savaş açtı.
Prof. Bilgiseven’in “ne kadar inançlı” olduğunu kim sorgulayabilir?
Bakınız…
Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’dan Anadolu’ya gelen tarikat, dergâh, cemaatler arasında günlük hayatı yaşayış ve yorumlama konusunda büyük kültürel farklılıklar var.
Bırakın farklı tarikatları, aynı tarikatların farklı yaşam biçimlerini görebiliyoruz.
Örneğin, Osmanlı’nın parçalanış sürecinde Balkanlar’dan Anadolu’ya gelmiş bir Nakşibendi dergâhı ile Irak’tan Anadolu’ya gelmiş bir Nakşibendi dergâhı arasında büyük kültürel uçurumlar var.
Kenan Rifai Selanikliydi. Galatasaray ve Alliance’ta okudu; hukuk öğrenimi gördü. Yıllarca çeşitli okullarda Fransızca öğretmenliği yaptı.
Kenan Rifai’nin dergâhında kadın müritlerin fazlalığı ve onların kapanmayıp çağdaş tarzda giyinmeleri, sohbet toplantılarında kadın erkek karışık oturmaları, bazı dini çevreleri rahatsız etti.
Bu çevreler dergâhtaki kadınların mayoyla dolaştıkları yalanını bile dillendirdiler.
Kenan Rifai dergâhı poştnişine hep kadınlar oturdu.
Zaten ilk oturan da Kenan Rifai’nin annesi Hatice Cenan Sultan’dı.
Kenan Rifai’den sonra dergâhın başına ne çocukları ne de eşleri geçti.
Sâmiha Ayverdi, İlhan Ayverdi Hanımefendi ve onun ölümünden sonra da Cemalnur Sargut bu görevi aldı.
Bu toprakların Orta Asya’dan getirdiği kültürü birileri yıllardır Araplaştırmak istiyor.
Yıl, 2009.
Ne Münevver Ayaşlı ne Sâmiha Ayverdi ne de Amiran Kurtkan hayatta.
Artık bu isimleri bilen de pek yok.
Sadece Ayşe Böhürler gibi bir iki yazar sık sık uyarmak zorunda kalıyor çevresini: “Başı açık kadınlar da Müslüman’dır, dindardır.”
Ne günlere kaldık?
Ne kadar saklamaya çalışsak da bu toprakların üzerindeki cahillik hep sırıtıyor.
Örneğin…
Başörtüsü “mucidi” Asenalar
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, üniversitede türbana yasak getiren Anayasa’nın 10. maddesi 4. fıkrasının kaldırılmasını istemesi; ardından yasa değişikliğini reddeden Anayasa Mahkemesi kararını eleştirmesi, çoğu çevre tarafından şaşkınlıkla karşılandı.
Bahçeli ve MHP’nin bu konuda taktiksel davrandığını yazdı bazı köşe yazarları. Sanıyorum bu çevreler MHP tarihini pek bilmiyor.
Milliyetçi hareket açısından bir dönemeç olan 1969 kongresinde, “ayakları yere basmayan romantik Türkçülük” terk edildi.
Yeni partinin ideolojisi Türk-İslam çizgisiydi. “Kanımız aksa da zafer İslam’ın” sloganı atılıyordu artık parti mitinglerinde.
Bu kongrede, Türklüğün sembolü Bozkurt, yerini İslam’ın simgesi Üç Hilal’e bırakmıştı.
Bu minik anımsatmadan sonra başörtüsü meselesine gelelim:
Üniversitelerde ilk başörtüyü Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın halası Hatice Babacan 1967 yılında AÜ İlahiyat Fakültesi’nde taktı. Olaylar çıktı.
Aynı yıllar, kendine has bağlama şekliyle Şule Yüksel Şenler kamuoyu önüne çıktı. Mahkemeler, protestolarla bir dizi olay yaşandı. (Ayrıntılarını Siz Kimi Kandırıyorsunuz adlı kitabımda yazdım.)
Her iki hareket o yıllarda ne kadar kitleselleşti, tartışılır.
Ancak 1970’li yıllarda üniversitelerde başörtüsünün bayraktarlığını yapanlar MHP’li Asenalardı.
Başörtüsünü, üniversitelere, kamusal alana, mitinglere, yürüyüşlere sokan ülkücü Asenalardı.
MSP’nin mitinglerinde, yürüyüşlerinde başörtüsü görülmezdi; çünkü bu toplantılarda kadın yoktu.
Milli Görüş çizgisi, kadının siyasetle ilgilenmesine sıcak bakmıyordu! Kadın hayatın içinde yoktu. Bu nedenle “başörtüsü” diye siyasi bir talepleri de yoktu.
Bir örnek vereyim:
Papyon giymiş damat Necmettin Erbakan, 10 ocak 1967 tarihinde İstanbul Çınar Oteli’nde, gelinliği diz üstünde olan, başı açık Nermin Hanımefendi’yle evlenirken, başörtüsünü hiç düşünmemişti.
Gümüşhanevi Dergâhı Şeyhi Abdülaziz Bekkine, kadınların manto giyebileceğini söylemişti. Kara çarşafa karşı manto!
Sonra ne oldu; hareket nasıl “Ortodoks” bir kimliğe büründü?
Erbakan’ı kim dönüştürdü?
MHP olabilir mi? Olabilir!
Nasıl mı?
Başörtüsü meselesini dergi ve gazetelerde ilk başlatanlardan biri Necip Fazıl Kısakürek değil miydi? AKP kurucusu Cüneyt Zapsu’nun annesi Gaye Uzel’i, genç kızlara, “Türk Müslüman kadın portresi” olarak gösterip Büyük Doğu dergisinde kapak yapmadı mı?[2]
Dikkat edin, Necip Fazıl Kısakürek hiç Milli Görüş çizgisinde olmadı. Kendine en yakın parti MHP idi.
Bu örnekleri çoğaltabiliriz.
Ancak son bir örnekle yazıyı noktalayayım:
İmam-hatiplere giden ilk kız öğrenciler de MHP’li ailelerin çocuklarıydı. Çünkü Milli Görüşçüler kız öğrencilerin imam-hatiplere gitmesine karşıydı; “Regl olanların yanında Kuranıkerim mi okunur” gibi kaba/yobaz gerekçeler ileri sürüyorlardı.
Detaylara gerek yok; ne imam-hatip ne de türban konusunda MHP hiç yalpalamıyor, dün nasılsa bugün de aynı çizgisini koruyor.
Bir ara not yazayım; çünkü artık ılımlı İslam’ın “moda” olmasıyla türbanın ünü sınırlarımızı çok aştı!
Şöyle ki: Türkiye üniversitelerde ve kamusal alanda türban serbestliğini konuşurken, Ankara’daki İngiliz Büyükelçiliği kamusal alanda türbanı kabul eden ilk kurum oldu!
Ankara’daki İngiliz Büyükelçiliği iki yıl önce aldığı bir kararla kadrolarında türbanlı bir Türk çalıştırmaya başladı. Bir ülkenin içişlerine bundan güzel bir müdahale olur mu? Oluyor işte…
İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi Nick Baird, türbana destek veren tavrıyla tanınıyor. Nick Baird’in büyükelçilikteki diğer çalışanlara “Türbanlılarla çalışmaya alışın, bundan sonra daha fazla türbanlı çalışanımız olabilir” diye espri yaptığı belirtiliyor!
Bir İngiliz büyükelçisinin kamusal alanda türbana neden bu kadar destek verdiği sorusunun yanıtını biliyor olmalısınız…
İngilizlerin bu tavrı Müslümanlara saygısından ileri gelmiyor kuşkusuz. Açmayalım şimdi tarihi defterleri…
Neyse bu konu uzadı, sizlere iki örnek vaka göstermek istiyorum:
Türkiye’de iki uzmanın bir İslamcı TV kanalında, erken boşalmayı, iktidarsızlığı tartışması bizim medyamız tarafından “devrim” olarak değerlendirildi.
Peki, gerçekten bu bir “devrim” mi? Yoksa ne?
İşte iki olay:
1) El Kuds el Arabi’nin 25 temmuz 2007 tarihli haberine göre, Suudi Arabistan El Ray televizyon kanalında “Aşk Serüveni” adlı bir program var.
Sunucusu, kadın doktoru Fevziye el Dureym. Program eşler arasındaki evlilik, cinsellik gibi konuları işliyor.
Örneğin, yüzleri kapatılmış bir grup Suudi erkek stüdyoda cinsel deneyimlerini anlatıyor.
Bir programda, erkekler sevişme sırasında kadınlardan ne beklediklerini söylediler. Hatta biri sevişme sırasında kadının erkek polis üniforması giymesinin kendisini tahrik edeceğini belirtti.
Yine Suudi Arabistan’da El Yom adlı bir başka televizyon kanalında, bir psikiyatrın yazdığı Bir Lise Öğrencisinin Kaşkolu adlı kitap tartışıldı. Kitap son yıllarda erkekler arasında eşcinselliğin arttığını, gençlerin kadınlara imrenip onlar gibi süslenerek kıyafetler giydiğini anlatıyordu.
Her iki konu da Suudi televizyon kanallarında açıkça tartışıldı.
Suudi TV kanalları “devrim” mi yapmıştı? Sorunun yanıtına geleceğiz ama bir haber daha aktarmamız gerekiyor.
2) El Kuds el Arabi’nin 5 mart 2007 tarihli haberine göre, Rotana adlı Mısır televizyon kanalında program yapan Hale Sirhan, ülkesindeki fuhuş olayını cesur biçimde araştırıp ekrana taşıdı. Bu belgeselde üç hayat kadını, Kahire barlarında mesleklerini nasıl icra ettiklerini anlattılar.
Program yayınlanır yayınlanmaz Mısırlı erkekler ayağa kalktı. Güya Hale Sirhan, milleti ahlaksızlık ve fuhuşa teşvik ediyordu; dine aykırı biçimde kadınları açık saçık göstererek namuslu kadınların aklını çeliyordu.
Sonuçta sadece program yayından kaldırılmadı, Hale Sirhan da Mısır’dan kaçmaya mecbur edildi.
Hale Sirhan’ın programı ile Fevziye el Dureym’in programı arasında ne fark vardı?
Bu iki program arasında dağlar kadar fark vardı!
Bu farkı bildiğiniz zaman, erkeklerin erken boşalmasını, iktidarsızlığını konuşup tartışan Türkiye’deki İslamcı televizyon kanalının “devrim” yapıp yapmadığını anlarsınız.
İşte fark şudur: İslam’ı erkek egemen hale getirenler sadece erkeklerin sorunlarının konuşulmasına izin veriyorlar.
Erkeğin her problemini televizyonda konuşup tartışabilirsiniz ama kadınınkini asla!
Bütün mesele budur. Ve türban sorununun temelinde de işte bu erkek egemen bakış açısı vardır.
Aydınlanma dini olan İslam, erkek egemenliğinden kurtarılmadığı sürece kızlarımız Atatürk’ü değil, Humeyni’yi sevecektir.
Aslında tüm bunların altında cahillik yatıyor.
Baksanıza CHP “çarşaf açılımı” yaptı diye dinciler ne çok şaşırdı. Hep öyle yaptılar, Cumhuriyet kadrolarını İslam’a karşıymış gibi gösterdiler.
Yalan söylüyorlar… Dinciliğe karşı olmak İslam’a karşı olmak değildir; bilerek kafa karıştırıyorlar.
Atatürk çarşafa karşı mıydı?
CHP, çarşafı ilk kez hangi kongresinde gündemine alıp konuştu?
Hangi milletvekili neyi savundu?
Atatürk’ün tavrı ne oldu?
Gelin, bugünün tartışmalarını daha iyi anlayabilmek için yıllar öncesine gidelim.
Tarih, 9 mayıs 1935. CHP’nin 4. büyük kongresi Ankara’da toplandı. Atatürk’ün son kez katıldığı bu kurultayın başkanlığını İsmet İnönü yaptı.
544 delege, bir hafta süren kongrede çok önemli kararlar aldı.
Öncelikle partinin Cumhuriyet Halk Fırkası olan adı, “Cumhuriyet Halk Partisi” olarak değiştirildi.
Kongre, 1929 dünya ekonomik krizinin etkisiyle liberalizme karşı açık cephe aldı. CHP Genel Sekreteri Recep Peker şöyle diyordu: “Ulusal çalışmayı yıpratan ve ulus yığınını sömüren liberalizme karşı cephemizi daha da sıklaştırıyoruz.”
Kurultayın kadınlar açısından da önemi büyüktü:
Kongreden önce, 5 aralık 1934 tarihinde kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmişti. 8 şubat 1935’te yapılan genel seçim sürecinde kadınlar sadece milletvekili adayı yapılmamış, CHP’ye üye olmaları için de yoğun kampanyalar başlatılmıştı. Sonuçta 18 kadın milletvekili olmuş ve binlerce kadın CHP’ye katılmıştı. CHP kurultayı delegeleri arasında, kongre kürsüsünde artık kadınlar da vardı.
4. büyük kurultayın gündeminde ayrıca –bugün hâlâ tartıştığımız– çarşaf da vardı.
Tarih, 16 mayıs 1935.
Kongrenin son günü.
“Dilek Komisyonu”nun raporunun okunmasına geçildi. Rapor, başta Muğla ve Sivas olmak üzere CHP teşkilatlarından, çarşaf ve peçenin yasaklanmasına dair gönderilen dilekçeler üzerine hazırlanmıştı.
Bu noktada dikkatinizi çekmek isterim:
CHP teşkilatları ve Dilek Komisyonu sadece çarşaf ve peçenin yasaklanmasını istemektedir; yani diğer başörtülerine (yemeni, yaşmak, eşarp vs) ilişkin kimsenin bir rahatsızlığı yoktur. Hatta görüleceği üzere çarşaf konusunda da katı değillerdir.
Rapor, bakın ne diyordu:
Türkiye’nin üçte ikisi köylüdür, köydedir. Burada çarşaf, peçe yoktur. Kalan üçte birin büyük kısmı da bu görenekten sıyrılmış çıkmıştır. Yer yer tek veya toplu hareketlerle bu kalanlar da hiçbir kanun eli dokunmadan açılıp kaybolmaktadır. O halde, kalan ve bir çokluk olmayan bu peçeler, çarşaflılar üzerinde yeni tedbir almaya lüzum var mıdır?
Komisyonumuzda bu konuda iki görüş vardır:
Bunu kadınlarımızın kendi zevklerine, kocalarının ve babalarının sosyallik zihniyetindeki ilerlemeye mi bırakmalıdır? Yoksa düşmeye hazırlanan ve sadece koca ve baba saygısıyla sallanıp duran bu çürük meyveyi merkezin küçük bir sarsması ile döküp atarak, şurada burada kadınlarımızın yüz karası gibi görünen bu kılıktan onları çıkarmalı mıdır?
Komisyonumuzun birtakım arkadaşları bu ikinci görüştedir. Ancak çarşaflı değil, peçeli kadının ve ne idüğü belirsiz bir kılıkta sokaklarda dolaştırılmasının polis kanunlarıyla yasak edilmesinin amaca çabuk varma noktasında lüzumuna kanidir. Ancak bütün komisyon, parti ve hükümet kurumlarının kestirme bir hareketle yani hiçbir kanun yapmadan bunu başarma imkânında oybirliği yapmışlardır.
Aslında komisyon raporu da görüşünü tam olarak netleştirmemiş, kararı kongreye bırakmıştı.
Kongrede ilk söz alan Şükrü Kaya oldu.
Herkes merakla Şükrü Kaya’nın ne diyeceğini merak ediyordu, çünkü içişleri bakanıydı.
Kürsüye gelen Bakan Kaya çok net konuştu: “Çarşaf, peçe meselesi vardır. Komisyonun verdiği karar dahilinde muamele yapılması bence en doğru karardır.” Yani, “yasa çıkarılmasın ama bu sorun da ortadan kaldırılsın” dedi.
Şükrü Kaya’dan sonra kürsüye gelen, Dilek Komisyonu Raportörü Giresun milletvekili ve gazeteci Hakkı Tarık Us, öncelikle peçe ile çarşafın birbirinden ayrılması gerektiğini söyledi:
“Ben peçe ile çarşafı birbirinden ayırıyorum. Peçe, çarşaftan başka bir mahiyettedir. Sıhhi kanunlarımız evlere kafes konmasını bile zararlı telakki etmiştir. Fakat kadınlarımızın yüzünü örtmesine göz yumar vaziyetimize ne demeliyiz?”
Milletvekili Us, peçenin de kanunla yasaklanmasına karşıydı; yerel yönetimler/belediyeler, il genel meclislerinin aldıkları kararlarla peçe giyilmesinin önüne geçebilirdi.
Sonra sırasıyla kürsüye gelen Diyarbakır Milletvekili Kâzım Sevüktekin, Antalya Milletvekili Rasih Kaplan, Niğde Milletvekili Naciye Osman, Hakkı Tarık Us’u desteklediler.
Ankara Milletvekili Aka Gündüz ve İçel Milletvekili Dr. Akil Muhtar ise karşı görüşteydiler.
Tartışma aslında daha çok, yasa mı çıksın, yoksa yerel önlemlerle mi çözümlensin etrafında düğümlenmişti.
Bu arada meselenin hükümete bırakılmasını savunan milletvekilleri de vardı.
Tartışmalar uzayınca yeterlilik önergesi verildi. Önergeyi veren İçişleri Bakanı Şükrü Kaya tekrar kürsüye çıktı:
“Eğer bu mesele büyük ve önemli bir mesele olsaydı; bu büyük inkılabı yapan, bunu da programına koyar ve sizde
Eğer bu mesele büyük ve önemli bir mesele olsaydı; bu büyük inkılabı yapan, bunu da programına koyar ve sizden lazım gelen kararı alırdı.”
Şükrü Kaya’nın sözleri çok açıktı: Atatürk, çarşaf ve peçeyi sorun görmemişti.
İçişleri Bakanı Kaya, Atatürk’ün en yakınındaki isimlerden biriydi. Kuşkusuz bu konuşmanın direktifini Atatürk’ten almıştı. Buna göre, kurultay delegeleri kendi bölgelerinde çarşaf ve peçeyle mücadele etmeliydi; bu konuda kanun çıkarmak doğru değildi.
Bunun üzerine Hakkı Tarık Us, sadece peçenin kaldırılmasına yönelik verdiği dilekçeyi geri çekti.
Tartışmalar son buldu: Peçenin ve çarşafın yasaklanmasına ilişkin yasa çıkarılmasına gerek yoktu. Bu mesele tamamen yerel yönetimlerin inisiyatifine bırakıldı.
Bu konuda yerel yönetimlerin neler yaptığına geçmeden önce bir konunun altını çizmek gerekiyor:
CHP’nin 4. kurultayı, aldığı kararlarla tek parti egemenliğini iyice pekiştirdi. İşte böyle bir kongrede bile çarşaf ve peçe konusunda sert önlemler alınmadı.
Hani dinci basın hep veryansın eder ya, “CHP kadınlarımızın başındaki örtüyü jandarma zoruyla aldı” diye.
Bırakın bunun koca bir yalan olduğunu, CHP’nin peçe ve çarşaf dışında kadının örtünmesiyle ilgili hiçbir sorunu olmadı. Örtünmenin gelenek-görenek olduğunu ve ülkenin aydınlanmasına paralel olarak bu tabunun yıkılacağına inandı.
Yerel yönetimler çarşaf ve peçe konusunda neler yaptılar?
Anadolu’da peçe ve çarşaf aleyhindeki çalışmalar CHP’nin bu kurultayından önce başladı. Özellikle yerel basın, peçe ve çarşafın çağdışı olduğunu ve bunun ahlakla bir ilgisi olmadığını yazdı. Bazen bu yayınlar ağır ithamlara neden oldu: “Çarşafta ırz ve peçede namus arayan gafletin, o örtü içinde ne zilli maşaların saklı, ne çengilerin gizlenmiş olduğunu bilmemesi ne yazıktır.” (Hakkın Sesi, 30.7.1934)
CHP kongresinden önce bazı belediye meclisleri aldıkları kararla çarşaf ve peçenin giyilmesini yasaklamıştı. Örneğin, Adana Belediye Meclisi 15 şubat 1935’te aldığı kararla, 16 mart 1935’ten itibaren peçenin ve çarşafın giyilmesini oybirliğiyle yasakladı.
Bir kez daha belirtme ihtiyacı hissediyorum: Sadece çarşaf ve peçe yasaklanıyor. Yemeni, yaşmak, eşarp, türban değil.
Yerel yönetimler peçe ve çarşaf yerine manto giyilmesini özendirip teşvik ediyorlardı.
Bu arada peçe ve çarşafa bazı tarikatlar da karşıydı. Örneğin, Nakşibendi Gümüşhanevi Dergâhı Şeyhi Abdülaziz Bekkine (1895-1952) peçe ve çarşaf yerine manto giyilmesini isteyen isimlerden biriydi. Çarşaf ve peçenin İslam’la ilgisi olup olmadığı da, o günlerden günümüze kadar gelen bir tartışma konusudur.
Bazı belediyeler peçe ve çarşaf giyilmemesi için ilginç yöntemler buldular: Örneğin, Bursa Belediye Meclisi, terzilerin peçe ve çarşaf dikmesini yasakladı!
Yasaklama kararı alan yerel yönetimler, Halkevleri aracılığıyla yoksullara manto diktirip verdiler.
Yerel yönetimler, çarşaf ve peçenin yasaklanmasını görüşürken CHP Genel Merkezi hiçbir müdahalede bulunmadı. En azından bu konuda hiçbir belge yoktur.
Yani CHP’nin, kadınların örtüsüyle uğraştığı tezi tamamen yalandır; söz konusu olan peçe ve çarşaftı. Bunların yerine manto ve eşarp özendirildi.
CHP merkezi yönetiminin örtünmeye ilişkin tavrı bu kadar açıkken, Deniz Baykal’a yönelik eleştiriler haksız değil midir?
Asıl tartışılması gereken bu seçkinci tavır olmalıdır.
Bu seçkinci bakış, bir dönem CHP’liler tarafından çok eleştirilirdi. Bir örnek vermek istiyorum:
Kemalizm’in teorisyenlerinden; CHP’li Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt “kravatlı eşkıyaları” nasıl eleştiriyor; yerin dibine sokuyordu:
Çocuktum.
Babamla çiftliğimize giderdik.
Bindiğimiz faytonun önünde, ardında bir iki silah bulunurdu.
Faytonu süren bile silahlıydı!
Babama sorardım, derdim ki;
– Bu adamlar neden silahlıdır? Ne yaparlar?
– Bizi muhafaza ediyorlar.
– Kime karşı?
– Eşkıyaya!
– Eşkıya ne yapar?
– İnsanları dağa kaldırır! Soyar! Paralarını alır!
– Başka? İnsan öldürürler mi?
– Hayır! Para verilirse öldürmezler.
– Bu eşkıyalar kimlerdir?
Babam anlatırdı:
– Çakırcalı, Gökdeli, Kamalı…
Daha bir sürü isimler!
Gene şurada burada işitirdim, duyardım.
Derlerdi ki:
– Çakırcalı para almış. Köprü yaptırmış. Fukara kızları evlendirmiş. Çeşmelere su akıtmış!..
Şimdi…
Yüzüm avuçlarımın içinde düşünüyorum.
Yüzümü avuçlarımın içinden çıkaramıyorum.
O kadar utanıyorum.
Bugün.
Beş yüz bin Türk üreticiyi soyanlar var!
Beş yüz bin Türk üreticiyi soyan kravatlı eşkıya var!
Bunların enine boyuna, ellerini sallaya sallaya yemiş çarşısında, çarşı-pazarda dolaştıklarını, hürmet itibar gördüklerini düşündükçe…
Bunların hâlâ söz sahibi olduklarını görüp duydukça…
Utanıyorum! (…)
Bunların eşkıyadan farkı nedir?
Başlarının melonlu, boyunlarının kravatlı olması mıdır?
Evet, Harmandalılı Mehmet kasketli idi.
Lakin Harmandalılı, iki kişi, üç kişi soydu.
Yaptıklarının cezasını darağacında çekti.
Fakat kravatlı eşkıya…
Bütün bir ömür beş yüz bin üreticiyi haraca bağlayan, üç beş kravatlı eşkıyaya ne olacak?
İkram, izzet mi görecek?”
(Anadolu gazetesi, 9 ekim 1933)
Mahmut Esat’lar dün meseleye böyle “sınıfsal” bakıyorlardı.
Şimdi nasıl bakılıyor?
Gelin kıyafet meselesinin bir başka yönüne bakalım…
Abdullah Gül’ün “smokin açılımı”
Önce bazı sorular sıralamalıyım:
Cumhurbaşkanı Gül hayatında ilk smokini ne zaman giydi?
Başbakan Erdoğan neden hiç papyon takmıyor?
Kravatı ilk kullanan padişah hangisiydi?
Dinciler kravatı hâlâ “medeniyet yuları” olarak mı görüyor?
Kravat takmayan Ahmedinejad, Katolik İspanya’nın resmi üniformasını giydiğini biliyor mu?
Kravat ile papyon arasında ne fark var?
Evet, sorulardan anladığınız gibi gelin kısa bir medeniyet yolculuğuna çıkalım.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ilk kez, 14 mayıs 2008’de, İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth’in onuruna Çankaya Köşkü’nde verilen yemekte papyon taktı.
Kurumların protokol kuralları vardır ve bunlara uyulması saygının bir sonucudur. Cumhurbaşkanı Gül doğru yapmıştır.
İngiltere’de öğrenim görmüş Abdullah Gül hayatında ilk kez kraliçe onuruna papyon taktı!
Aradan kısa bir süre geçti…
Genelkurmay’ın 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlaması için Ankara Gazi Orduevi’nde verdiği resepsiyonun da protokol kuralları vardı. Koyu renk, smokin, papyon vs.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ ve diğer üst düzey komutanlar protokol kurallarına uydu.
Cumhurbaşkanı Gül papyon takmadı…
Çoğu kişi papyonu sevmiyor ülkemizde. Giymemek için elinden geleni yapıyor. Kuşkusuz kişisel tercihtir. Ancak kişinin gideceği yere ve zamana göre giyinmesi adabımuaşeret gereğidir.
Kraliçe II. Elizabeth için papyon takan Cumhurbaşkanı Gül’ün, Zafer Bayramı’nda da protokole uyması beklenirdi. Oysa yapmadı. Niye?
Yapmaması konusunda, “Eşleri türbanlı olduğu için davet edilmeyen AKP’liler protesto için papyon takmıyorlar” gibi yorumlar duyuyorum. Sanmıyorum.
Papyon meselesinden yararlanıp kafamdaki bir soruyu sizinle paylaşmak istiyorum.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan kravat takıyorlar. Papyonu sevmedikleri aşikâr.
Bu durum sadece onlara özgü değil; AKP ve Milli Görüş çizgisinde olan İslamcı politikacılar papyonu sevmiyor.
Hatırlayınız, Necmettin Erbakan renkli, desenli, parlak kravatlar takardı. Erbakan hayatında sadece 10 ocak 1967 tarihinde papyon taktı. O gün rahmetli Nermin Erbakan’la nikâh kıydı.
Erbakan o yıllarda Nakşibendi Gümüşhanevi Dergâhı’nın müridiydi. Buna rağmen papyon takmıştı. Peki, sonraki yıllarda neler yaşadı, papyona niye karşı oldu?
Bu tür muhafazakâr politikacıların meselesi, modernleşmeyle hesaplaşmak ise niye kravat takıyorlar?
Hadi kravatı zamanla benimsediler.
Niye papyondan nefret ediyor, bir gece olsun takmıyorlar?
Dünün Müslüman aydınları; Mehmet Ali Ayni, İsmail Hakkı İzmirli, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Ahmet Avni Konuk, Süheyl Ünver, Hasan Reşat Sığındım, İsmet Binark vb papyon severdi. Rifai Şeyhi Kenan Rifai papyon takardı. Sonra ne oldu?