Ran ve Lusin’in yolları, üzerlerindeki kehanetin çizdiği şekilde ayrıldı. Haydarpaşa açıklarında görülen “canavar”ın ardından gelen dondurucu soğukla kent derin bir uykunun esareti altına giriyor. Karlarla kaplanan İstanbul’un sokaklarında ve donmuş Boğaz’da Akbasanlar cirit atıyor. Konsey’in kadim ve sırlarla dolu karargâhı Kozmidion Enstitüsü’ne sığınan Lusin, kendi hakkındaki gerçeği öğrenmenin peşinde. Arietis, kaçırılan Madenci çocukları korumanın yollarını arıyor. Levanten asıllı mimar Alexandre Vallaury’nin ipuçları ile kâşif Marco Polo’nun günlüğü sayesinde Ran, Rudabe ve Hakan’ı, cevaplara giden yolda hiç ummadıkları yeni bir yolculuk bekliyor… Delal Arya’nın “Pera Günlükleri” dizisinde macera, zamanın ve mekânın ötesinde, yepyeni keşiflerle sürerken, hoyratça yerinden edilen toplumların ve dönüştürülen kentlerin gölgede bırakılmış öykülerine de bir selam gönderiliyor.
İçindekiler
Karakterler …………………………………………………………………… 12
İpuçları………………………………………………………………………….14
Sorular ………………………………………………………………………….15
Giriş……………………………………………………………………………… 17
Kozmidion …………………………………………………………………….22
Akbasanlar ……………………………………………………………………32
Bir Ejderha…………………………………………………………………….53
Çingene’nin Balonu ………………………………………………………. 71
Yeraltındaki Madenci Kasabası……………………………………… 79
Alman Şark Bankası …………………………………………………….100
Gümüş Maskeler …………………………………………………………..113
Dünyanın Merkezi ………………………………………………………..119
Kızıl Yetimhane…………………………………………………………… 129
Denizin Altındaki Oda…………………………………………………. 137
Zamanın Başlangıcındaki Şelale…………………………………..143
Teşekkürler ………………………………………………………………… 152
Beşinci Kitap Hakkında………………………………………………..153
Güzel şeyler tarafından sevilen
Orhun Kantarcı’ya…
Sezarların sarayına örümcekler ağlarını örmüşler,
Efrasiyap’ın kulelerinde bir baykuş ötüyor.
Şehname, Fırdevsi
İpuçları
Alman Şark Bankası’nda bir kasanın numarası. Marco Polo’nun günlüğünde adı geçen ve zamanda yolculuk yapmayı sağlayan çok eski bir masa oyunu. Kozmidion enstitüsünün altındaki gizemli meteor taşı. İlk Masal adında büyülü bir güç.
Sorular
Akbasanlar nereden geliyorlardı?
Firavun’un ismi neydi?
Kehanet Halkaları adındaki masa oyunu neredeydi?
Kör Venedikli kimdi?
Madenci çocukları kim kaçırıyordu?
Kız Kulesi’nin dibinde hangi sır saklıydı?
Büyükada Yetimhanesi’nde neler oluyordu?
Giriş
İlk gün buzlar İstanbul Boğazı’ndan içeri süzülmeye başladı. Haydarpaşa canavarının solgun mart güneşinde hiçbir şey olmamış gibi yeniden suların altına gömüldüğü ve gölgesinin katran karası bir çarşaf gibi ağır ağır Marmara Denizi’nin derinliklerine serildiği günün erken saatleriydi. Suyun rengi, yaşadığı dehşetten ötürü beti benzi atan bir adam gibi bembeyaz olmuştu ve parmağınızı soktuğunuzda küçük iç denizin korkudan tir tir titrediğini hissedebiliyordunuz. Gümüş aylı bir gecenin ardından gün, donan denizin hışırtısıyla doğuyordu.
Buzlar arkalarında onları bir çoban gibi güden soğuk rüzgârlarla Tuna Nehri boyunca güneye inmiş ve Karadeniz’den içeri girmişti. Büyük yük gemileri aniden karşılarına çıkan, sadece Kuzey Buz Denizi’nde karşılaşılabilecek kadar inanılmaz aysberglere çarpmamak için hızla dümen kırdı, balıkçı tekneleri yol alabilmek için küreklerle buzları kendilerinden uzağa itti. Denizcilerin bazıları buzların suyun altında kalan kısımlarındaki yarıklardan bembeyaz hayaletlerin çıktığını görür gibi olmuştu. Upuzun saçlarını ak yosunlar gibi arkalarından sürükleyen, solgun ve yaşlı deniz cadılarına benzetmişlerdi bu tüyler ürpertici yaratıkları.
Bir balıkçı daha iyi görebilmek için denize fazla yaklaşmış ve onlardan birinin saçlarına dokunmuştu. Kim bilir belki de dokunduğu, masalla gerçek arasında günler yaşayan İstanbul’un yeni sakinlerinden biriydi, belki de soğuk rüzgârlar ve buzlar denizin üzerinde tuhaf ışık oyunlarına neden oluyordu. Fakat denizci aynı anda içine korkunç bir soğuk girmiş gibi oracıkta donuvermişti. Görgü tanıkları zavallı denizcinin gölgesinin bile beyaza kestiğini söylemişler ve o andan sonra denizde görülen bu cadılara karabasandan ilham alarak akbasan adını takmışlardı. Ne var ki bütün gün süren aralıksız kar yağışı ve dondurucu rüzgârla durum daha da kötüye gitti.
Soğuk hava bir duvar gibi büyük bir süratle şehre çarpıyordu. Binaların birinci katları kar altındaydı. İnsanlar güneşin bir damla olsun şehri ısıttığı öğlen vakitlerinde dışarı çıktılar, çatılardan düşen uçları kılıç gibi sivrilmiş sarkıtların hedefi olmamak için daima yolun ortasından yürüdüler. Buz tutmuş camlardan vitrinlerin içi görünmüyordu. Nereye baksan yerden kalkmaya çalışan bir insanla karşılaşıyordun. Ama düşenlere kimse gülmüyordu çünkü güldüklerinde dişleri donuyordu. İnsanlar azıcık içlerini ısıtmak için bir çay bardağına iki elleriyle canları pahasına yapışır olmuşlardı. İkindi saatlerinde buzları kırarak Karadeniz’e çıkan balıkçılar Boğaz’ın girişinde fokların oynadığına şahit oldular. Bir zamanlar martıların pike yaptıkları denizin yüzeyi şimdi gökyüzünü yansıtan donmuş sudan bir aynaydı. Haliç ve Boğaz’ın kesiştiği noktada toplaşan kayıkların yerinde aniden bastıran soğukla mahsur kalan şileplerin hayaletimsi enkazları görünüyordu. Mürettebatlarının gözkapakları donup kapanmıştı. Kör bakışlarla güvertelerden karadakilere sesleniyorlardı ama nafile. Çok geçti onlar için. Kimse onları kurtarmaya soğuk rüzgârların hortum yaptığı denizin ortasına gitmedi. Daha da kötüsü sokaklarda kardan adamlar vardı ama onları yapan çocuklar değildi. Soğuktan donan insanlardı bunlar. İstanbul ahalisi bunların kıyamet alameti olduğunu söylüyor ve evlerinden çıkmıyordu. Binaların boruları buz tutmuştu. Sular akmıyor, lavabo ve küvetlerin musluklarında sarkıtlar meydana geliyordu. Başta buzdolaplarından sıcak hava geliyordu ama sonra elektrikler de gitti. Buzlanmış camların ardında evler mum ışığının ve ocakta yanan kömür alevlerinin karanlığına gömüldü. Kömür kokusu şehrin her yerine yayıldı. İstanbul’un üstüne düşmüş siyah bir bulut ıkına sıkına toprağı ısıtmaya çalışan güneşin üzerini örttü.
Sadece deniz donmakla kalmamıştı; burada hayat da donmuştu. Bu bahsi geçen günün dehşeti İstanbul için bile fazlaydı. Ne var ki günün sonunda buzlarla gelen ve günün erken saatlerinde balıkçılar tarafından görülen hayaletimsi cadılar –diğer bir deyişle akbasanlar– sessiz denizden çıkıp bembeyaz gölgeler gibi sürünerek şehrin sokaklarına yayılmaya başladıklarında her şey daha kötüye gitti. Akbasanlar cumbalı köşklerin, taş evlerin, kâgir apartmanların duvarlarına yapışıp pencerelerinden içeri girdi. Yıldızlar onların gözleri, rüzgâr nefesleriydi. İnsanları uykularında yakalıyor ve soğuk nefeslerini boğazlarından içeri üfleyerek onları donduruyorlardı. Günün sonunda Boğaz denilen o keyifli su ve Haliç’in kıyısındaki binalar, batan lüks transatlantikler gibi yavaş yavaş buzlara gömülmeye başladı. Şehrin en eski ve en gösterişli oteli Pera Palas’ın salonlarından müzik yükseliyordu. Uçurumdan aşağı yuvarlanmış talihsiz bir kadın gibiydi otel; melankoli ve bir dünyayı boş vermişlik vardı üzerinde. Müzik o kadar yüksekti ki insanlar ayaklarının altındaki zeminin buz kestiğini fark etmemişlerdi. Beyaz saçlarını ıslak yosunlar gibi arkalarından sürükleyen Akbasanların buzdan elleri duvarlardan çıkmış ve onları yakalamıştı. İnsanlar teker teker buza dönüşüyordu. Günün sonunda çığlıklar duyulmaya başladıktan sonra bile birkaç saniyeliğine kemanlar çalmaya devam etmişti.
Ve günün sonunda saçları bir anda yosun rengine kesmiş baygın bir kızı, yaşlı kadının şoförünün otomobile taşıdığına yalnız mavi saçlı Madenci çocuk şahit oldu. Günün sonunda İstanbul bir buzlar şehrine dönüştü. Donmayan sadece yeraltında yaşayan Madenciler, kendilerini tılsımlarla koruyan Çingeneler, hayvanların bekçilik ettiği üç çocuk ve olacakları bilip önceden şehrin gizemli yerlerindeki tılsımlarla korunan sığınaklarına saklanmış bazı insanlardı.
Kozmidion
Soğuğun kulağınıza fısıldadığını işittiniz mi hiç? Ay ışığının beyaz bir mürekkep gibi çocukların hayallerine sızabileceğini biliyor musunuz? Şehir donarken uyumakta olan küçük kız rüyasında bunu düşünüyordu işte. Adı ay ışığı anlamına gelen Lusin, sonsuzluk kadar uzun gelen bir süre önce buzların ona fısıldadığını işitmişti. Saçları yosun rengine dönmüş ve oracıkta bayılmıştı. Çok yüksek bir kulenin tepesinde durduğunu görmüştü rüyasında. Rüzgâr bir fısıltı gibi saçlarının arasında dolaşıyordu. Kollarını gerdiğinde vücudunun her iki yanında kanatları olduğunu fark etmişti. Yemyeşil sipsivri tüyler ve kalın, metalik pullarla kaplı kanatlar. Artık kulenin tepesinde durmuyordu. Issız ve kara bir denizin üzerine bırakmıştı kendini. Gecenin içinde parlak bir ipek gibi süzülüyordu.
Firavun onu çağırıyordu. Lusin rüya görürken onu alıp götürmüşlerdi. Kızın gece yarısı Meşrutiyet Caddesi’ndeki o dökülen konaktan kucakta taşınarak çıkarıldığını tek bir kişi fark etmişti. Mavi saçlı Madenci çocuk. Bu onun göreviydi: Fark etmek. Adına İstanbul denen o büyük ve vahşi sırlar ormanında adımlarını dikkatle atan bir hayvan gibiydi Arietis. Ve tek bir görevi vardı: Utangaç bir tebessümü olan bu kırılgan kızı korumak. Bu yüzden kızı bir zamanlar Osman Hamdi Bey’in dostu ve büyük bir mimar olan Alexander Vallaury’nin yaşadığı eve girdiği andan itibaren tek bir saniye olsun gözden kaybetmemişti. O, merdiveni paspaslarken tuğlaların arasından içeri bakmış, kız yemek yaparken başını mutfak asansöründen içeri uzatmış, tavan arasındaki tozlu yatakta uyurken çatı penceresinin hemen dışında soğuğa aldırmadan beklemişti. Her şeyin başladığı o gece Lusin şöminenin üzerindeki haritaya bakmak için iskemleye çıktığında da oradaydı; içi örümcek ağı bağlamış buz gibi şöminenin içinde hiç sesini çıkarmadan bekliyordu. Lusin, mimar Vallaury’nin şöminenin üstündeki haritaya gizlediği şifreyi çözmüştü. Haritanın üstündeki binalara denk gelen harflere basıp bir mekanizmayı çalıştırmış ve böylece şöminenin taşlarının arasında saklı duran kutuyu dışarı çıkarmayı becermişti. Fakat kızcağızın bu başarısına sevinecek zamanı olmamıştı. Çünkü her şey o anda başlamıştı. Adına Haydarpaşa canavarı denilen dev ahtapot sulardan çıkıp devasa kollarıyla binaları eziyor, karşı kıyıda büyük bir hortum şehrin tozunu attırıyordu.
Yüzlerce kurttan oluşan bir sürü, yeraltındaki sığınaklarından çıkıp şehrin sokaklarına yayılmıştı. Oysaki mavi saçlı Madenci çocuğu bunların hiçbiri ilgilendirmiyordu. Çünkü aynı anda gözü gibi baktığı kız iskemleden düşüp bayılmıştı. Oğlan saklandığı yerden çıkıp Lusin’in başını ellerinin arasına almıştı. Kız uyanmıyordu. Uyanmaması bir yana, Lusin’in her zaman biraz yeşile çalan sarı saçları iskelelerin altında saklanan gölgeli suların o yoğun, metalik ve mistik yeşiline dönüşmüştü. Arietis’in gözünde Lusin dramatik ve olağanüstü bir yaratıktı. Dışarıda kıyamet kopuyordu ama hiçbiri önemli değildi. Arietis yeryüzünde olan biteni çoğunlukla umursamazdı ve Lusin de onun gözünde ne yeryüzüne ne de yeraltına ait bir yaratıktı. Kızla karşılaştığı gün fark etmişti bunu. “Doğru, korkuyorum,” demişti kendi kendine. “Kayaların altında saklı mücevherleri bulmak insanların içlerinde saklı mücevherleri bulmaktan daha kolay. Kayalarla daha iyi anlaşıyorum, bu da doğru. Ama Lusin bir insan değil, bunu görebiliyorum. O insan bedeninin altında saklı çok değerli bir taş. Bu dünyanın özünden koparılmış bir mücevher.” Lusin’i alıp yeraltına götürme hayalleri kurmuştu. Bu onu gülümsetmişti. Kaşları da ağzıyla birlikte gülümsemişti Madenci oğlanın. “Kimse onun gerçekte ne olduğunu bilmiyor,” demişti kararlı bir ifadeyle.
“Kimse onu koruyamayacak. İstesem de istemesem de o artık benim sorumluluğumda.” Ne var ki kızı alıp yeraltına götüremeden odanın dışından ayak sesleri gelmişti. O gece misafirliğe gelen Mihrimah adındaki yaşlı kadın ve uşak içeri girerken Arietis de şömineden düşen kutuyu kapıp camdan dışarı atlamıştı. Gece olup etraf karardığında Mihrimah Hanım’ın şoförünün kızı alıp otomobile bindirmesini izlemişti. Otomobil hızla ay ışığıyla yıkanan caddede kaybolurken yeraltına inmiş ve buz tutan şehrin sokakları boyunca onu takip etmişti. Yerin altında giden bir çocuk son sürat ilerleyen bir otomobili nasıl takip edebilir diye sorulabilir. Çok da haklı bir soru olur bu. Fakat Arietis’in İstanbul’un en kadim ahalisi olan Madencilerden biri olduğunu unutmayın sakın. O, bu şehri yaratan halkın soyundan geliyordu. İstanbul’un haritası onun hücrelerine işlenmişti. Vahşi ormanlarda yaşayan hayvanlar nasıl içinde bulundukları ortama hâkimlerse Arietis de aynı böyle şehirdeki her bir sesi, her bir kokuyu ve her bir titreşimi algılayabilirdi. İstanbul onun ormanıydı. Bu yüzden otomobilin Eyüp mahallesinde bir bahçe kapısından içeri girdiğini bir tek o biliyordu. Ne var ki yerin altından ya da üstünden bir türlü bahçeye girmeyi başaramadı. Böyle bir şey ilk defa başına geliyordu. Çünkü İstanbul’da Madenciler kadar kadim başka şeyler de vardı. Belki de burası bir Madencinin giremeyeceği büyülerle donatılmış tek yerdi. Bahçe kapısının önünde durup tabelada yazan ismi okudu:
Kozmidion Enstitüsü. Binanın adı Kozmidion’du ve burası çok az kimsenin bildiği üzere şehrin kurulduğu dönemden beri ayakta kalan tek yapıydı. Alacakaranlıktı; şehri ele geçiren buz kütlelerinin beyazımtırak parıltısıyla ışıldayan bir karanlık. Kar, Haliç’in tepelerini kalın bir örtüyle kaplamıştı. Buzların arasında parçalanan denizden boğuk gümbürtüler yükseliyordu. Rüzgâr daha da sertleşirken tek tük dalga serpintileri toz bulutları gibi kıyılarda uçuşuyordu.
Buzlar Kozmidion’un –Haliç’in en kuzey ucundaki büyük binanın– üzerini kaplamıştı. Kapılarının ve mazgallı pencerelerinin kenarına işlenmiş tuhaf alametlerden anlaşıldığı kadarıyla bu dev kubbeli tuğla bina kimsenin bilmediği ilimlerin araştırıldığı bir enstitüydü. İçerisi, kurtların uluduğu ve hayaletlerin uğuldadığı ölü şehrin aksine bir hayli hareketliydi. Tüm şehrin aksine burada hayat vardı. Salonların pencereleri fırın ağızları gibi parlıyordu. İnsanlar büyük evin laboratuvarlarında ve kütüphanelerinde harıl harıl çalışıyorlardı. Kozmidion’un dört bacasından siyah duman kıvrımları yayılıyor, derinlerde yanan kazanlardan dışarı sıcak bir buğu sızıyordu. Lusin’in kaldığı oda bin yıl öncesinin mobilyalarıyla döşeliydi. Bej rengi duvarlarda masalsı Doğu’daki dört ülke resmedilmişti.
…