Canım Arkadaşım | Özgür Balpınar


Bir arkadaş yalnızca bir arkadaştan mı ibarettir?

Koşarak gidilen sevinçlere, anlamlı bekleyişlere, umut dolu düşlere yaraşır arkadaşlık. Bazen plansız çekilen bir fotoğraf karesinden dolup taşıverir, bazense bir kuşun uçuşunda anlamlanır. Bazen düş sarısıdır, bazense turuncuya çalan bir kırmızı. Bazen gücünü bir ağacın yapraklarından alır, bazense dingin bir sessizlikten.

Taiyang ile Yue’nin, Güney Çin’deki Guangzhou eyaletinin varoş sokaklarında başlayıp Ginko ağacının yapraklarından sonsuzluğa uzanan hikâyesi bu. Varlıklı bir ailenin çocuğu olan Taiyang’la, bir atık fabrikasında çalışan Yue’nin yolları tesadüfen kesişir ve aralarında derin bir bağ kurulur. Birbirlerinden farklı olsalar da bu farklılıktan bir arkadaşlık yaratabilecekler midir?

1. BÖLÜM
BENİM KÜÇÜK DÜNYAM

Bir pencere size belki de dünyanın en güzel manzarasını gösterebilir fakat bu görme kabiliyetini sunan, evin içindeki manzaradan başka bir şey değildir. Evin içinde huzurunuz, neşeniz, mutluluğunuz yoksa en parıltılı manzaralar dahi sönük görünmez mi? Evimin penceresinin kıyısında otururken düşünüyordum bunları. Dışarı bakıyor fakat ilgimi çekebilecek hiçbir şey göremiyordum. Sabahın ışık dolu aydınlığı sanki karanlıktı. Hava bulutluydu ve kuşların sesini duyamıyordum. Karşımda açık duran televizyonun sesi kulağımı tırmalıyordu: “Haber bülteninden hepinize mutlu günler… Bugün 7 Temmuz Pazartesi… 1988 yılının ilk yarısının büyüme oranları öğle saatlerinde açıklanacak. Genel Sekreter Chau’nun yapmasını beklediğimiz açıklamayı biz de ekranlarımıza taşıyacağız.

Fransa Cumhurbaşkanı Frederic Aleron ülkesinin geri dönüşüm konusunda attığı adımlardan bahsederken ülkemizle işbirliğinin önemine değindi: ‘Bu yıl atıkların geri dönüştürülmesinde yüzde doksan beş oranında başarı sağladık. Bizler Fransa’nın geleceğini düşünüyoruz. Gelişen teknolojiyi takip ederken, mîadı dolmuş makineleri çöpe atmıyor, yeniden geleceğe kazandırılmasını sağlıyoruz. Atıklar çöp değildir, atıklar geleceğimizdir.

Dost ülke Çin’le sürdürdüğümüz işbirliğini önemsiyoruz, yeni işbirlikleri için görüşmelerimiz devam edecek.’ Evet, Fransa Cumhurbaşkanı Sayın Aleron’un konuşmasını dinledik. Şimdi sırada Güney Çin Denizi’nden bir haberimiz var: ‘Avrupa’dan ülkemiz Çin’e doğru yola çıkan üç atık gemisinden biri Güney Çin Denizi açıklarında battı. Geminin niçin battığı bilinmiyor fakat bu durum Vietnam ile ülkemiz arasında küçük bir kriz yarattı. Birleşik Devletler, Rusya ve Hindistan’ın da sözlü açıklamalarıyla dahil olduğu olay, bir süre daha konuşulacağa benziyor. Üç gemi de Hong Kong’a ulaşacak elektronik atık malzemeleri taşıyordu.’ Evet, haber bültenini burada noktalıyoruz. Güzel bir gün geçirmeniz dileğiyle, hoşça kalın.”

Haberler benim için hep sıkıcı olmuştur. Aslında bu odada televizyon izlemem de yasak. Bana göre, televizyonlar nasıl düşünmenizi, nasıl hissetmenizi, nelere gülüp nelere ağlayacağınızı belirleyen gereksiz makinelerden ibaret. Birazdan okula gideceğim için bu odada vakit geçiriyor, televizyon açık olduğu için de ister istemez kulak misafiri oluyorum. İnsanların sıkıcı ve anlamsız telaşının devam ettiğine her gün şahit olarak onlar adına üzülüyorum. Benim ilgimi çeken çizgi filmler, animasyonlar, mangalar, animeler, filmler ve belgeseller böyle değil. Sağlam bir arşivim var ve odamda yalnızca bunları izliyorum. Televizyonda kanallarla sınırlanan tercih hakkı, beni hiçbir zaman sınırlayamaz. Ah, size kendimden bahsetmeyi unuttum. İsmimin bir önemi yok, ona bir anlam yüklediğim zamanlar elbette gelecek.

Fakat on altı yaşında olduğumu söyleyebilirim mesela. Fotoğraf çekmeyi çok seviyorum. Leica markasında bir fotoğraf makinem var. Yalnızca siyah beyaz çekimler yapmayı seviyorum, hatta buna bayılıyorum. Yeni nesil renkli filmleri bir türlü sevemedim. Bunun dışında müzik dinlemeyi seviyorum. Yanımda bir walkman taşıyıp favori kasetlerimi tekrar tekrar dinliyorum. “Sen orada ne yaptığını sanıyorsun? Burada televizyon izlemenin yasak olduğunu daha kaç kez söyleyeceğim? Televizyon izlemek istiyorsan doğru odana!” Bu, babam Kai. Kendisi büyük bir elektronik şirketinde genel müdür; mevkisi nedeniyle ona çok saygı duyuyorlar. Zengin olmamızın ve evimizin bir şatoya benzemesinin nedeni onun yüksek kazancı. Şatomuzun etrafında muhafızlar gibi dolanıp duran takım elbiseli adamlar, onun korumaları.

Babamın en büyük arzusu bir konsey üyesi olabilmek… Her seçim döneminde kendini buna hazırlasa da bugüne dek başarılı olamadı. Seçim dönemlerinde çok öfkeli olmasının nedeni de bu. Fakat bunun da ötesinde o zaten hep öfkeli biridir. Bu hırs ve öfke onu bambaşka birine çeviriyor. Benim sıradan bir çocuk olmadığımı, bilmem ne şirketinin genel müdürünün çocuğu olduğumu sürekli hatırlatıp durur ve buna yakışacak şekilde davranmamı ister. Katı kuralları vardır; ben ve annem için yasaklar belirler. Tıpkı bu televizyon olayında olduğu gibi… Giyeceğim elbiseden tutun da kaçta evde olmam gerektiğine kadar uzayıp gider bu katı kurallar. Ve bunlara uymadığım zaman onun korkunç öfkesine maruz kalmam kaçınılmazdır. “Sana söylüyorum!” diye gürledi babam sessiz kaldığımı görünce. “Çünkü birazdan okula gidecek, onun için odasında değil!” Bu da annem Chun. Gerçekten çok güzel bir kadın. Zarafeti çok uzaklardan bile fark edilebilir.

Fakat babamın stres dolu işlerinin benimle birlikte onu da çok yıprattığını düşünüyorum. Onu kaç kez babamdan gizli ağlarken gördüğümü hatırlamıyorum. Öncesinde babamla birlikte aynı şirkette çalışıyorlardı. Şiddetli tartışmalardan sonra annem işini değiştirme kararı aldı. Bu iş değişikliği aralarındaki gerginliği nispeten azalttı fakat yine de onları tartışırken görmek beni çok üzüyor.

“Kural kuraldır! Televizyonun açık olduğunu görüyorsa karşısına oturmayacak!” “O televizyon izlemek için odasından aşağıya inmedi! Okula gitmek için indi!” İşte, yine başladılar. Televizyonun karşısına değil de pencerenin kıyısına oturduğumu hiçbir zaman anlayamayacaklar. Her gün sonu gelmeyen tartışmalardan, kavgalardan artık çok sıkıldım. Kavga etmemeleri için aralarına girmek, bunun yanlış bir davranış olduğunu onlara anlatmak gerçekten çok zor. Ben de çareyi kurallara harfiyen uymakta buluyorum.

Çünkü böylelikle babam benimle alakalı hiçbir şeye öfkelenmiyor, en azından benim yüzümden tartışmamış oluyorlar. “Marion nerede?” diye bağırdı babam. “Alışverişe gitti,” dedi annem. “Delireceğim! Bu evde niçin herkes kendi bildiğini yapıyor?” dedi babam. Her insanın bir birey olduğunu ve her bireyin de kendi düşüncesinin olmasının gayet normal olduğunu babama nasıl anlatabilirdim ki? Marion hem ev işleriyle hem de benimle ilgilenen Fransız bir bakıcı kadın. Yaşı kırkı geçkin. Onun iyi bir kadın olduğunu düşünürüm hep. Çince bilen bir Fransız bakıcı bulmak gerçekten zordur. Bu meziyetinin yanında oldukça bilgili ve yetenekli. Fransızca derslerinin yanı sıra bana keman ve piyano çalmayı öğretiyor. Yani en azından bunun için çabalıyor. Çince konuşurken çok komik görünüyor, aksanı yüzünden onun boğulmak üzere olduğunu sanabilirsiniz. Kedim Zeze yanıma koşarak ayaklarıma sürtünmeye başladıktan sonra miyavlayıp kucağıma atladı. Zeze isminden kitap okumayı da ne kadar çok sevdiğimi anlamışsınızdır.

Neredeyse beş yüz kitaba ulaşan kocaman bir kütüphanem var. Kedime bu ismi seçerken Şeker Portakalı’ndaki Zeze karakterinden ilham aldım. Çünkü onu bulduğumda insanlar tarafından eziyet görmüş, yaralanmıştı. Anne ve babamı ikna etmek için günlerce uğraştığımı dün gibi hatırlıyorum. Önce bu talihsiz yavruya bahçede bakmama izin verdiler, kış geldiğinde şatomuza kabul edildi. Zeze’nin talihsiz yaşamını değiştirmeyi kendime amaç edinmiştim. Umarım talihi tamamen değişmiştir. Saat sekiz buçuk olduğunda okula gitme vaktinin geldiğini biliyorum. Her zamanki gibi bir koruma dış kapıdan içeri girerek vaktin geldiğini aileme hatırlatıyor. Bizimkilerin işaretiyle ben de okul çantamı sırtlayıp kapıya yöneliyorum. Kapıya ulaşınca sırt çantamı takım elbiseli koruma alıyor ve birlikte bahçeye geçiyoruz. O ana kadar bahçe kapısında hazır bekletilen siyah renkli, kurşun geçirmez camları olan lüks arabaya binerek yola çıkıyoruz. Yol boyunca da gereksiz muhabbetlere maruz kalıyorum. “Bugün nasılsınız efendim?” Bu hitap şeklini hiç sevmiyorum. On altı yaşındaki bir çocuğa “efendim” diye hitap etmenin mucidi kimdir acaba? Bunu soran, babamın baş koruması Ren’den başkası değildi.

Normal şartlarda babamın yanından hiç ayrılmayan Ren, babamın özel emriyle beni okula götürüp getirmekle görevlendirilmişti. Kendimi bildim bileli okula hep korumalarla gidip gelirim fakat baş korumanın bu işi devralması benim için de yeni bir şeydi. Buraya taşındıktan sonra başlamıştı bu uygulama. Babam ülkenin bu bölgesini ve şehri iyi tanımadığımız için böyle bir karar aldığını söylemişti ve bunun ikinci bir emre kadar katiyen değişmeyeceğinin altını çizmişti. Ren yıllardır bizimle birlikte ve kendisi bir sadakat timsali. “Bugün de çok iyiyiz, çok teşekkür ederiz.

Siz nasılsınız?” “Teşekkürler efendim, ben de iyiyim.” Okula varana dek Ren’in aklına takılan ilginç sorulara cevap bulmaya çalışmak, sessiz kaldığımızda bile dikiz aynasından bana bakışlar attığını görmek gerçekten sinir bozucu. Sonunda okula varışımızla beraber Ren’le olan muhabbetimiz sona eriyor. Ne mutlu ki… Böyle bir tavır takındığım için ondan hoşlanmadığımı düşünmenizi istemem. Ren gerçekten iyi bir insandır hatta daha ileri giderek onu sevdiğimi bile söyleyebilirim. Beni rahatsız eden durum, birtakım resmi konuşmaları veya hitapları aşamıyor oluşumuz. Bu resmiyeti aşabilmek için epey çabaladım fakat ne yazık ki bir sonuç alamadım. Sözün kısası, o “efendim” hitabını bile kaldıramadım. Çünkü kurallar… Kurallar bizi olduğumuzdan daha farklı görünmeye itiyor. Ve eğer kendimiz olamıyorsak kimin adına konuşuyor veya kimin davranışlarını üzerimizde taşıyoruz? Büyükler sözde her şeyi çocuklardan daha iyi biliyor fakat onlara böyle bir soru sorduğunuzda afallayıp ezbere bildikleri bir cümleyi papağan gibi tekrarlıyorlar:

“Sen nereden öğrendin bunu?” Okulum yalnızca özel öğrencilerin –ki bu tanımı oluşturan temel durum yetenekli ve zengin olmaları– kaydolabildiği Haizhu’nun en büyük okulu. Kültürel faaliyetler, yetenek atölyeleri, kurslar, sergiler ve daha pek çok açıdan zengin bir okul. Öğretmenlerimiz çok ilgili, müdürümüzün ve diğer idarecilerimizin kapısı biz öğrenciler için her zaman açık. Sıkılmamamız için ilgi çekici ders anlatma metotları düşünülmüş ve bazı dersleri oyunlar eşliğinde işlememiz uygun görülmüş.

Bundan hiçbir öğrencinin şikâyetçi olduğunu düşünmüyorum. Okuldaki arkadaşlığa gelecek olursak, öğrenciler genelde zenginliklerini ön planda tutarak kendilerine küçük arkadaş grupları yaratır. Burada öğrenciler zenginliklerinin maskesiyle gezinirler. Ben ise bu grupların dışında, tek başıma, arkadaşsız ve yalnız kalırım. Oysa arkadaşlık önemlidir. Benim küçük dünyamda yalnızca tek bir arkadaşım var, o da kedim Zeze. Onu gerçekten çok sevsem de, bana iyi geldiğini düşünsem de, gerçek bir arkadaşı düşlemekten hiç vazgeçemiyorum. Babam ve annem benimle yeterince ilgilense belki de bir arkadaşa bu kadar ihtiyacım olduğunu hiç mi hiç düşünmezdim. Aile olduğunu hissetmek bence arkadaş sahibi olmaktan çok daha önemli. Annemin ve babamın ilgisizliğini abarttığımı düşünmeyin. Beni en son ne zaman dinlediklerini hatırlamıyorum. Ya da en son ne zaman şöyle içten sarıldıklarını… Hayır, yine abartmıyorum. Elbette her anne ve baba, çocuğunu sever.

Fakat bu sevgi beraberinde başka duyguları da getirmez mi? Pahalı oyuncaklar, marka kıyafetler veya parayla satın alınabilecek hiçbir ilgiyi, şefkati ve sevgiyi istemiyorum, beni anlıyor musunuz? İşte, benim küçük dünyam gerçekten de bir cevizin içi kadar küçücük. İlgisiz ve daima gergin bir anne baba, para karşılığı işini yapan profesyonel bir bakıcı ve resmiyeti günlük yaşamımıza dahil eden korumaların içinde tek bir arkadaşı bile olmayan ben, evim bildiğim bir şato ve okulum olan ukalalar ordusu kampının arasında her gün mekik dokuyordum. İnsanlardan, beni çevreleyen bu sert kabuğu kırarak, içeride yalnız kalan bana, gerçek bana ulaşmalarını istiyordum. Ya da karşısında kendi kabuğumu kendim kırmaya gönüllü olacağım bir arkadaşa bakınıyordum.

Okulun bahçe kapısından içeri adım attığım anda tarifi zor acılarla yüzleştiğimi bir kez daha fark etmiştim. O gün veli toplantısı olduğunu elbette unutmamıştım ve haber vermeme rağmen yoğun oldukları gerekçesiyle anne ve babamın toplantıya gelemeyeceğini de biliyordum. Fakat bütün bu farkındalığa rağmen bahçede gördüğüm manzara içimi sızlatmıştı. Orada kendi çocuklarının etrafında ilgiyle pervane gibi dönen anne veya babaları, abi veya ablaları görmek yutkunmama sebep olmuştu. Bu manzara karşısında kendimi küçük dünyamda yine ve yeniden yapayalnız hissetmiştim.

Bilmem ne şirketinin genel müdürünün çocuğu olduğum için her şeye sahip olduğu düşünülen ben, aslında bu kadardım işte, gerçek manada bir aileye bile sahip değildim. Kendime geldiğimde okulun bahçe kapısında öylece kalakaldığımı fark ettim. Ne yapacağımı bilemedim. Ayaklarım geri geri gitmek istiyordu. Kalbim acıyordu. Bir ağlama hissi gelip boğazımda düğümlendi. Hemen geri dönerek okulun dışına attım kendimi. Titrek bacaklarımla güç bela yürüyerek okulun karşısındaki ağaçlığın arasına daldım. Son bir çabayla bir ağacın gövdesine tutunduğumu ve yere çömelerek ağlamaya başladığımı hatırlıyorum. Üzüntü dağlarının doruklarındaydım. Ailemin yerine ansızın yanımda bulduğum bir ağacın gövdesine sarılarak ağlıyordum.

Niçin her şeyin birdenbire tepetaklak olduğunu, niçin aşırı tepki verdiğimi düşünüyordum. Hayat yolunda atacağım hiçbir adımda yanımda olmayacaklarını anladığım andı bu an. En başından beri bildiğim bu gerçeği demek ki sürekli erteleyip duruyordum. Ve ne yazık ki, kısacık hayatımın en büyük sarsıntısını paylaşıp rahatlayabileceğim, beni teselli edecek ve akıl verecek tek bir arkadaşım dahi yoktu. Yalnızdım, yapayalnızdım. O anda tuhaf bir şey oldu. Doğa sanki düşüncelerime karşılık vermek istiyormuş gibi dört bir koldan harekete geçti. Rüzgâr tatlı esintisiyle yanaklarımdaki yaşları kuruttu; tepemdeki güneş, ağaç dallarının arasından sımsıcak bir arkadaş misali kendini gösterdi. Yüreğime öyle bir his yerleşmişti ki rüzgâr sanki o anda yalnızca benim için esiyor, ağaçlar hışırtılarıyla şefkatli bir ninni söylüyor, güneşse bir tek benim için doğuyordu. Eğer benimle ilgilenecek yeterli vakitleri olsaydı; ağaçları annemin, rüzgârı babamın, güneşi de bir arkadaşın yerine koymazdım.

O ağaç Canım Arkadaşım gövdesinin dibinde tükendiğimi hissederken doğa beni ayağa kalkmam ve mücadeleye devam etmem için cesaretlendirmişti. Ve ben, işte oracıkta kendime bir söz verdim: Kaçıp saklanmak veya üzülmek yerine sorunun üzerine giderek onu çözecek ve kendime yepyeni bir hayatın kapılarını açacaktım. Artık kimseden bir beklentim yoktu, kendimden beklentim ise çoktu. Okulun çıkış vaktine kadar o ağacın altında oturdum. Ayağa kalktığımda kendimi hiç olmadığım kadar güçlü hissediyordum. Ağaçlığın arasından çıkarak okul kapısına doğru yürüdüm.

Beni almak için gelen araca sanki okuldan şimdi çıkıyormuş gibi kararlı adımlarla yaklaştım. Bu adımlar, yürümeyi henüz öğrenmiş cesur bir hayatın ilk adımlarıydı. Eve döndüğümde beni Marion karşıladı. Gözlerimin kızarıklığını fark edince alerjik bir durum olabileceğiyle alakalı bir bahane uydurdum. “Oh mon petit! Prenez soin de vous-même!”* diyerek bana sarıldı. Koşarak odama çıktım. Ferahladığımı hissediyordum. Şimdi sıra akşam yemeğinde annem ve babamla yapacağım konuşmaya gelmişti. Beni fark etmeleri, dinlemeleri için bir kez daha şansımı denemek istiyordum. Bugün yaşadığım sarsıntıyı bilmeleri gerektiğini düşünüyordum. Ortada ciddi bir sorun vardı ve bunun üzerine konuşmalıydık. Hiç kimse durduk yere ağlama krizine girmezdi sonuçta.

Yemek vakti geldiğinde her zamanki gibi Marion odamın kapısını tıklatıp yemeğin hazır olduğunu söyledi. Koşar adım indim aşağı. Annemle birlikte masadaki yerimizi alıp babamın da bize katılmasını bekledik. Babam her zaman ben ve annemden sonra otururdu sofraya. Çünkü kurallar… Babam da nihayet teşrif edince yemek faslımız başlamıştı. Akşam yemeklerinde genelde sessiz kalıp yalnızca yediğimiz yemeğe odaklanırız.

Ağız şapırtıları ve tabak çanak sesleri dışında başka bir ses işitilmez. Babam yoğun iş hayatına rağmen akşamları evde yemek yemeye özen gösterir, ben ise bunun annemle aralarındaki gizli bir anlaşma olduğunu düşünürüm. Babam şayet gergin bir gün geçirmişse mutlaka sessizliğini bozarak politikadan bahseder ve genelde öfkeli nutuklar atar. Bu akşam da böyle bir gerginlik söz konusu olursa konuşmamı ertelemek zorunda kalabilirdim. Çünkü öfkeli birine sorunlarınızdan bahsetmek ve onun bunu anlamasını sağlamak çok zordur; hele ki bu kişi babanızsa. Sessiz geçen ilk beş dakikanın ardından babamın gergin olmadığından emin olmuştum. Konuşmaya nasıl başlayacağımı hiç düşünmemiştim, böyle durumlarda doğaçlamaya daha çok güvenirim.

Benzer İçerikler

Gılgamış (Hepsi Sana Miras Serisi – 2)

yakutlu

Yonca Kız

yakutlu

Osmanlı Tarihi 7 – Osmanlı Devleti’nin Gerileme ve Dağılma Dönemi

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy