Canistan

Yusuf Atılgan’ın tamamlamadan bıraktığı üçüncü romanı Canistan, ölümünden çok sonra, ilk kez 2000 yılında yayımlandı. Romanın coğrafyası yine Manisa; ama bu kez dönem farklı. Anadolu’nun işgal edildiği, direniş çetelerinin kurulduğu yıllar, anasını bırakıp köylere, çiftliklere çalışmaya giden çalışkan, işbilir köylü çocuğu Selim… Okuyunca göreceksiniz; üç bölümden oluşan bu kısa anlatı hiç de yarım kalmış değil. Son derece güçlü bir dil ve sağlam gözlemlerle dolu, tam bir “usta” eseri…

***

İçindekiler
I
Duruşma
…………………………………………………………… 11 II
Yargıç
……………………………………………………………….. 20 III
Tanık
………………………………………………………………… 79
I

Duruşma

1921 yılı 26 Haziran gecesi, Hacırahmanlı köyünün kuzeyinde Domuz Deresi’ndeki bağ damında Tokuç Ali minder üstünde uyuya kalan bir yaşındaki oğlunun üstü.ne bir çarşaf örterken damın önündeki tulumba yanında fener ışığında bulaşık yıkayan karısının bağırması ile elindeki çarşafı çocuğun üstüne düşürüp dışarı fırladı.ğında, kapıdan çıkar çıkmaz ensesi ile karışık başına inen bir sopayla yüzü koyun yere kapaklandı. “Çeteler” geçti kafasından bayılmadan önce.

Kendine geldiğinde odanın ortasında hasır üstünde elleri ayakları bağlı yatıyordu. İlk gördüğü ayak ucunda duran çapraz fişeklikli bir adamdı. Başını hızla iki yana çevirdi: Oğlu minderde yoktu; iki yanında gene çapraz fişeklikli, tüfekli iki adam duruyordu. Ocağın üstündeki rafta yanan zeytinyağı kandilinin soluk ışığında ayak ucunda duran adamın yüzü yabancı gibi değildi ama kim olduğunu çıkaramadı. Başında yerleşik bir ağrı vardı. “Çeteler.Sonunda basıldık işte.Aptal gibi fırladım dışarı; tüfeği alıp beklemeliydim. ‘Bağa çıkmayalım bu yaz; her gün gider geliriz; geceleri köyde kalalım’ deyip durduy.du Fatma. Dinlemedim. Ne yaptılar ki onları?”

— Karım nerde, oğlum nerde?
— Yandaki odada, mutfakta onlar. Eee Tokuç Ali, tanıdın mı beni bakalım?

— Tanır gibiyim ama çıkaramadım bi türlü. Gelibo.lu’da mıydın askerlikte?

— İn, in; daha eskiye git. Sakalı bıyığı kes; on dört on beş yaşında düşün bu suratı.

— Vay, vay Selim! Lan Selim kardeş, nerdeydin bunca yıldır? Ne bakıp duruyon öyle, hadi çöz şu ipleri de hasret giderelim.

— Ağır ol bakalım. Ben yatırıp bağladım seni. Bazı hesaplar var aramızda.

— Görülmeyecek hesap mı olurmuş aramızda?

Selim’e köyde ‘Sağır karının oğlu’ derlerdi. Anasının kulakları ağır işitirdi. Eskiden, Ali’nin babası Tokuç Os.man’ın sağlığında Selim sekiz yaşında bir çocukken yan.larına yanaşma olarak gelmiş; yıllarca birlikte çalışmışlar, birlikte eğlenmişler, birlikte yaşamışlardı. Nerdeyse kar.deş gibiydiler. Sonra bir gün Selim hiçbir neden göster.meden bırakıp gitmişti. Onurlu, inatçı bir oğlandı, bir şeyden alınmış olacaktı; Ali’nin yalvarmalarını dinleme.miş, üstelik köyden ve anasından da ayrılıp gitmişti. Ali tüm soruşturmalarına, aramalarına karşın izini bulama.mıştı. Şimdi karşısındaydı işte; ama kaskatıydı, düşman.ca bakıyordu. “Ne hesabı bu? Bubam hakkını…”

— Bubam hakkını, birikmiş paranı vermedi miydi sen giderken?

—  O değil; verdi elbet, yanaşmanın hakkı parayla ödeniyor bu dünyada. Şimdi derdimiz başka; gördüğün gibi çete başıyım; gâvura karşı çarpışıyoruz ara sıra. Tatar köyündeki cephe bozulduktan sonra dağda geziyoruz. İki Yunan devriyesini pusuya düşürüp kırdık. Ama adamların yemesi, cephanesi için para gerek. Hiç kimse kendiliğinden vermiyor. Zenginleri basıp zorla alıyoruz. Sıra sende şimdi. Altınların yerini söyle de gidip alalım.

—  Ne altını lan Selim; bende altın falan olmadığını bilmezmişsin gibi.

— Vardır, vardır; bubandan kalmıştır.

— Savaş bitmeden Gelibolu’da yaralanıp döndüm. Enişten doğru dürüst işlememiş bağı, tarlaları; neredeyse genleşmiş. Bubamdan kalan kırk küsur altından beygir çifti düzdüm yeniden; kalanı düğüne gitti.

— İnat etme Tokuç. Bilirsin, ben senden inatçıyım.dır. Zorla söyletirim sana.

— Olmadık şeyin yeri mi olurmuş?

— Hasan, bi yokla şunu çizmenle.

Sağındaki adam çizmesinin burnuyla boş böğrüne üst üste iki tekme attı. Tokuç Ali’nin soluğu kesilir gibi oldu; inledi. Daha tekmelerin acısı dinmeden Selim bı.çağını çekip baldırına yavaşça batırdı. Ali’nin bacağı se.yirdi ama kıpırdatamıyordu.
“Evimize ilk geldiği günden soframıza aldık bunu. Yalnız yatarken ayrılırdık. İşi hayvanlara bakmak oldu.ğundan hayvan damının bir köşesindeki bölmede tahta kerevetteki yatağında yatardı. Anamla ablam iki ineği sağdıktan sonra uyandırırlardı onu, inekleri sürüye gö.türmesi için. Birlikte götürürdük Koca Çeşme’nin önün.deki alana. Dönüşte sabah çorbamız hazır olurdu; içine ekmek doğrayıp aynı kaptan yerdik. On üç yaşına geldi.ğimizde bubam ilk tüfeğimi aldı bana. Tek namlılı kır-ma tüfeği. ‘Selim’e de almassan istemem bunu’ dedim. Bubam ‘Sen şimdi al da ileride ona da alırız’ dedi. ‘Ol.maz, ötekini de aldığın zaman verirsin ikimize de’. Na.sıl sevinmiştik bir örnek tüfeklerimize. İşte bu bağda üzümler erdiğinde serçeleri kovmak için kullanırdık. Düşenleri toplar burada pişirip birlikte yerdik. Bir de ara sıra Gözlet bayırında keklik avına giderdik. İlk kek.liği o vurmuştu. Üzülmeyeyim diye ‘kaderim varmış, benim önüme kondu’ demişti. Yüzü asık gittiydi bir gün. Ne oldu ki.”

—  Yakışır mı lan sana eski arkadaşına böyle hakaret etmek. Zorun paraysa setremin cebinde paralarım, al da git.
— Ne arkadaşı lan! Sen o gün hayvan damının kapı.sında beni horlamadın mı?

— Ne horlamasıymış bu? Bubamın önünde boynu.na sarılıp gitmeyesin diye yalvardım sana.

— Bırak şimdi gereksiz lafları, altınların yerini söyle.

— Altın olsa hepsini helâlimden verirdim sana.

— Hep böyle yok derler ama sonunda öterler. Saranlı’dan Bekir Ağa her şeye dayandı da göbeğine kız-gın yağ dökerken söyledi.

Ali ürperdi.“Ulan ne gaddar olmuş bu Selim.Göbe-ğime kızgın yağ mı akıtacak? Altın falan olmadığını bili.yor ama bilmediğim bir şeyden ötürü öç alıyor benden anlaşılan. Ne ola ki? Dayanabilecek miyim her şeye? Köyde kalsaydım bu yaz…”

— Bu yaz bağa çıkmayıp köyde kalsaydım kıstıra.mayacaktın beni.

— Kafama taktım bi kere; köyde olsaydın bile evi ba.sacaktım. Senin uyuşuk köylülerinden mi korkacağım? Bağırmanı duysalar bile kıçlarını kıpırdatmazlar korku.dan; duymamak için kafalarını yorganın altına sokarlar. Bu yaz nasıl olsa beni aşağılamanın öcünü alacaktım senden. En sevdiğim insan beni adam yerine komadı o gün. Malım mülküm yoksa, yanaşmaysam insan değil miydim ben?

— Yediğimiz ayrı gitmezdi seninle; nasıl aşağılarım seni! Bi şeyden alınmışsın anlaşılan.

— Kes de altınların yerini söyle. Yoksa…

Ali ağzını açmadı. Artık iyice biliyordu kendisinden öç alındığını; altınlar bahaneydi. “Aklınca horlayacak beni; yalvartacak, olmadık bir yer söyletecek; sonra da adam değilmişsin deyip rahatlayacak. Tanrım, dostum düşman olmuş. Katlanabilecek miyim acıya?” Bir kez daha denedi:

— Aramadık yer komadım seni. Askerde bile bakın-dım durdum; başka birliklerden adamlara sordum; Ma.nisalı Selim var mı sizin oralarda diye. Malk mülk ney.miş; gel seninle işleyelim yerleri, birlikte üretir birlikte yeriz; avluya senin için de bir ev yaparız, diyecektim. Sen de evlenirsin…
—Yeter! Söyle şu yeri de gidelim.

—Yer falan yok.

—Hasan, kır şunun dizkapağını dipçikle!

Sağındaki adam tüfeğini kaldırdı; dipçiğiyle dizine vurdu. Ali bağırdı; zorlandı, ipler bileklerine gömüldü neredeyse.
— Söyle hadi!
— Solundaki adam kıpırdadı, üstüne eğildi, yavaş, yumuşak bir sesle,

— Söyle de bitsin; nasıl olsa söyleyeceksin, dedi.

— Olsa söylemem mi, dayanılır mı bu acıya? Selim adama seslendi:

— Kadir, sen git de sayadan biraz çırpıyla birkaç odun getir. Şu zeytinyağını kızdıralım.

Kadir odadan çıkınca sağındaki adam eğilip Ali’nin pantolonunun düğmelerini çözdü, erkeklik organını çı.kardı. Eline bıçağını alıp,
— Söyle, yoksa kesicem, dedi.
Selim bir adım atıp adamın bıçaklı eline bir tekme vurdu.
— Karı mısın lan sen? Ne işin var orasıyla? Kapa pantolonun önünü, dedi.

Adam söyleneni yapıp doğruldu. Anlaşılan bu Ha.san çetenin celladıydı. Ali can acısıyla bağırdı;

— Sakatladın beni Selim! Bırak soksun şu bıçağı yü-reğime de bitsin bu iş!

— Söylemeden bitmez. “Nasıl olur Tanrım, Selim mi bu? Mevlüt Hoca’nın
bostan bozuğunda beygir yayarken geceleyin yağmur başladığında kepeneklerimizin altında üstümüze düşen damlaların tıpırtısında yavaş sesle konuştuğumuz Selim bu mu?
— ‘Lan Ali, şu Makbule var ya, Şakir Ağa’nın kızı Makbule, istiyom onu; ama o hep sana bakıyo.’ ‘— Ba.karsa baksın be, gözüm yok onda.’ ‘— Doğru mu lan?’ ‘— Doğru elbet. Söyledim ya sana, benim gözüm Sarı Mustafa’nın Emine’de. Bi tenhada görünce söylerim Makbule’ye senin istediğini.’ ‘— Ben konuşsam, git be, Sağır karının oğluna mı kaldım ben derse kahrolurum.’ ‘— Gönlüne girersen demez.’ ‘— Bubası verir mi ki?’ ‘— Vermezse kaçırırız. Hele az daha büyüyelim…’ ”
Kucağında çırpılar, odunlarla Kadir girdi odaya; oca.ğın yanına bıraktı. Selim:
— Önce tavaya yağ koy da öyle yak ocağı, dedi.
— Selim Efe, beni dinlersen yakmayalım ocağı, gi.delim burdan. Bu adamda altın olsaydı çoktan söylerdi yerini, dedi.

— Söyleyecek yerini. Göbeğini yarıp kızgın yağı damlatınca bak nasıl söyler. Sen dediğimi yap benim.

Kadir iki yana salladı başını ocağın yanında asılı kara tavayı alıp kandilin yanındaki küçük ibrikten içine biraz yağ akıttı. Ocağı çatıp yaktı. Sacayağının üstüne tavayı koydu. Ali’nin yanına gelip kulağına eğildi,

— Ali kardaş, niyeti bozuk bunun, bi yer söyleyiver de yağı kullanmasın, diye fısladı.

— Olsa söylerdim.

— Göbeğini yarıp da yağı damlatınca feleğin şaşar Tokuç, öldürür seni bu yara. Sen hiç yanık acısı çektin mi? dedi Selim.

Benzer İçerikler

Barnabas – Kutsal Ruhun İzi | Halil Kanargı

yakutlu

Barla’da Diriliş

yakutlu

İstanbul Kırmızısı | Ferzan Özpetek

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy