Cankız Denizde | Şevki Atik


Cankız, annesi ile kayanın üstünde oturmuş, ayaklarını suya salarak konuşuyordu.

Bir taraftan da sahile vuran dalgaları ve karşılarında takla atarak eğlenen yunusları pür dikkatle izliyordu.

Yunusları gören martılar, viyaklayarak üstlerinden uçuyor, sonra da kayaların üstüne konarak onlarla dost olmak istiyorlardı.

Cankız, yanlarından geçmekte olan simitçiden, iki simit aldı. Birini annesiyle paylaştı. Diğerini de küçük parçalara bölerek, etraflarında uçan kuşlara ve martılara doğru var gücüyle attı.

Simitleri suya atarken, martıların da ok gibi uçarak bir çırpıda suyun üstünden alıp yemeleri ona büyük keyif veriyordu.

***

ÖNSÖZ

Sevgili Çocuklar;

Gönüllerimizin ve geleceğimizin umutları;

Sizlerin çağdaş, hoşgörülü, sevecen, çalışkan, okuyan, araştıran, sorgulayan… bireyler olarak yetişmeniz için biz yetişkinler olarak maddi ve manevi her türlü desteği vermeliyiz.

Sadece insanları değil, hayvanları, bitkileri, tüm doğayı seven ve koruyan, “sağlıklı doğa, sağlıklı insan…”diyen sizleri, her zaman sevmeli, korumalı ve desteklemeliyiz.

“Cankız” serisinde amaçladığım da işte budur. Önce çocuk, önce insan, önce sağlıklı doğa…

Birlikte mutlu yarınlar için kitap okuyalım, okutalım, mutlu olalım. Çünkü cehalet her belanın başı, eğitim ise; her güzelliğin kapısıdır.

Bu kitabın resimlerini yapan eğitimci -ressam Hatice Atik’e, kitabın basımında emeği geçen, eğitimci, yazar Yahya Türkeli’ne,  teşekkür ederim.

Sevgili Çocuklar;

Gülen yüzünüz solmasın. Seven kalbiniz ve sevgi dağıtan dilleriniz hiç susmasın…
Şevki Atik

CANKIZ DENİZDE

Cankız, derslerine, öğretmeni ve arkadaşları ile uyum içinde çalışarak başarılı bir yıl geçirdi. Ailesi de ödül olarak ona güzel bir tatil sözü verdi.

Yazın, tatil yapma mevsimi geldiğinde, anne ve babasıyla birlikte, Antalya’da bir tatil köyünde, sakin ve temiz bir pansiyona gittiler.

Denizle pansiyonun arasında bir park, bu parkın içinde de suyu her gün yenilenen tertemiz bir havuz vardı.

Her sabah spordan sonra, sabah ve akşam saatlerinde plaja inip güneşleniyor, denizde yıkanıyor, bazı günlerde de havuzda yüzüyorlardı. Cankız, anne ve babasıyla yüzme yarışı yapıyor, suda şakalaşıyor ve doyasıya eğleniyordu.

Yüzmedikleri saatlerde ise sahilde geziyor sonra pansiyona dönüyorlardı. Onlar gibi pansiyona dinlenmeye gelen insanlarla sohbetler ediyor, birlikte spor yapıyor ve hoş vakit geçiriyorlardı.

Almanya’dan gelen ailenin kızı Maria ile kısa zamanda arkadaş oldu Cankız. Onunla yaşıttılar. Cankız, babasından öğrendiği İngilizcesiyle, zorlansa da Maria ile anlaşabiliyordu.

Maria da çat pat Türkçe konuşabiliyordu. Türkiye’ye bu üçüncü gelişi olduğunu, çok beğendiğini, insanlarının dost canlı olduklarını söylüyordu. En çok da yemeklerine ve denizine bayıldığını söylüyordu Maria.

İstanbul, Antalya, Bursa’yı görmüş ve çok beğenmiş. Ailesi, buraya yerleşmeyi bile düşünüyormuş. “İnsan, burada kendisini yalnız hissetmiyor. Türkiye’nin insanları cana yakın ve samimidir.”diyormuş, ailesi.

Cankız ile Maria fırsat buldukça bir araya geliyor, birlikte eğleniyorlardı. Havuzda yıkanıyor, top oynuyor, oyun parkında salıncakta sallanıyor ve kayıyorlardı. Bazen de kitaplarını alıp okuyorlardı.

Maria da Cankız gibi okumayı çok seviyordu. “Kitaplar, insanları eğlendiren, dinlendiren, bilgilendiren ve hoş vakit geçirmelerini sağlayan en iyi dostlardır. Böyle bir dostu unutmak, yanına almamak ve her gün onu okumadan zaman harcamak olur mu?”diyordu, Maria.

Cankız ile Maria’nın bu dostluğu tatilin sonuna kadar sürdü. Ayrılırken ikisi de ağladı. Karşılıklı hediyeleştiler. Birbirlerinin adreslerini aldılar ve mektuplaşmak için söz verdiler.

“Ah! Şu çocuklar! Ne kadar saf ve temiz oluyorlar. Eğer dünyayı onlar yönetebilseydi, insanlar arasında en ufak bir dargınlık ve kırgınlık olmadan, kardeş gibi yaşayıp gideceklerinden eminim. Dünya cennet olurdu, cennet!”

Neyse, biz asıl öykümüze, Cankız ile ailesine dönelim.

O gün, Cankız’ın babası rahatsızdı. Sahile inmedi. Pansiyonda kalıp dinlenmek istedi. Anne ile kız, sahilde uzun bir yürüyüş yaptılar. Her ikisi de iyice yoruldu. Biraz dinlenmek için kıyıda, kayaların üstüne oturdular.

Karşılarında çarşaf gibi mavi bir deniz, üstünde uzaktan uzağa geçip giden dev yük gemileri, kıyıya çok yakın geçen tekneler ile sahilde yüzen insanları seyretmenin keyfine doyum olmuyordu.

Bütün bu güzelliğin arasında, denizde, tam da karşılarında ve çok yakınlarında, başka bir güzellik daha yaşanıyordu. Sirkte, akrobasi hareketleri yaparak insanları eğlendiren cambazlar ve eğitimli hayvanlar gibi, denizde de dikkatlerini çekmeyi başaran bir çift yunusu izlemek, onları sonsuz mutlu ediyordu.

Anne-kız, şehrin gürültüsünden, tozundan, egzoz dumanından uzak kalarak dinleniyor ve gönüllerince eğleniyorlardı. Doğal çevrede ekransız ve internetsiz yaşamak, dokunmak, duymak ve kokusunu duymak apayrı huzur veriyordu insana.

Cankız, kayanın üstünde oturmuş, ayaklarını suya salarak annesi ile konuşuyordu. Bir taraftan da sahile vuran dalgaları ve karşılarında havada takla atarak eğlenen yunuslara, pür dikkat kesilerek ilgi ile izliyordu.

Yunusları gören martılar, viyaklayarak üstlerinden uçuyor, sonra da kayaların üstüne konarak onlarla dost olmak istiyorlardı.

Yanlarından geçmekte olan simitçiden, iki simit aldı Cankız. Birini annesiyle paylaşarak yediler. Diğerini de küçük parçalara bölerek, etraflarında uçan kuşlara ve martılara doğru var gücüyle attı.

O, simitleri suya atarken martıların ok gibi uçarak, bir çırpıda suyun üstünden almaları ona keyif veriyordu. Bazıları da denize düşmeden, havada kapıyordu. Bu sahneden oldukça hoşlanıyor ve her gelişinde aynısını tekrar tekrar yapıyordu.

Cankız, sevincini annesiyle, uçan kuşlarla, çevresindeki diğer canlılarla paylaşırken, kanatları olsa havalanıp onlara katılacak ve uçmanın doyulmaz zevkine varacaktı. O, kuşlara seslenerek, onlar gibi uçmak istediğini fakat yapamadığı için üzgün olduğunu anlatmaya çalıştı.

“Hey! Kuşlar! Martılar! Sizi seviyorum! Sizi seviyorum! Ben de sizin gibi uçmak istiyorum! Gelin beni de aranıza alın! Sizin gibi uçmak, aranıza katılmak istiyorum! Anladınız mı?”

Bu eğlenceli anı yaşamak için hemen her gün aynı yere geliyorlardı. Git gide sevimli kanatlı arkadaşlarıyla dostluk kuruyor ve aralarındaki muhabbeti günden güne ilerletiyordu. Martılar da ona alışmış ve gelişini dört gözle bekliyordu sanki. O, geldiğinde havalanıp daire çizerek ciyak ciyak ötüyor ve sonra yanı başlarındaki kayalığın üstüne konarak, onlara bakıyorlardı.

Cankız’ın onlara atacağı yemi bekliyorlardı. Arada bir de martılar şaklabanlıklar yaparak dikkatlerini çekmeye çalışıyorlardı.

Hava, deniz, kuşlar, gemiler, sahildeki cıvıl cıvıl insanlar, süt gibi berrak mavi gökyüzü ve cenneti andıran doğa Cankız’ın başını döndürüyordu. Bir gün annesine:

“Anne, keşke evimiz burada olsaydı. Her gün gelir, yunusları seyrederdik. Denizin temiz havasını alır, şehrin tozundan, gürültüsünden kurtulurduk. Ne güzel olurdu değil mi anne?

“İyi olurdu tabi. Ama bizim evimiz, akrabalarımız ve işimiz orada. Ya senin okulun, arkadaşların ne olacak? Onları sevmiyor musun? Ayrıca yaşadığımız yer de güzel kızım. Bir tek deniz birazcık uzaktır o kadar.

Benzer İçerikler

Viran Şatodaki Ejderhalar | Terry Pratchett

yakutlu

Gizli Geçitleri Bulmanın Yolları | Mavisel Yener

yakutlu

Anlamsızlık Hissi-Psikoterapi ve Felsefeye Bir Meydan Okuma | Viktor E. Frankl

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy