12 Haziran 1986
Varşova’da iki gün geçti bile.
Ne kadar yadırgatıcı, aşina, bildik, tanıdık ve yabancı, yakın ve o kadar uzak!
Saksonya Bahçeleri, Krakow Bulvarı, Yeni Dünya Sokağı, Kudüs Caddesi, Meçhul Asker Anıtı…
Ilık güneşli bir gökyüzünün altında gezinen Polonyalılar, otobüs duraklarında bekleyen memurlar, çocuklarını yönlendiren anneler… Sadece Lehçe konuşulan bir ülke. Çocukluğum, genç kızlığım ve yitirdiğim düşler ülkesindeyim yine.
Kentin görüntüsünü, evlerini ve havasını içime çekiyorum. Anılarımla kuşatıldım. Tüm benliğimle öylesine yakınım ki Varşova’ya. Kirpiklerimin gerisinde gözyaşlarım, boğum boğum düğümlenen boğazım. Ama burada, Saksonya Bahçeleri’nin girişinde, gözyaşlarım değişik akıyor. Bunlar çocukluğumun ırmağı…
“Kitabı kurgularken Holocaust ana temamdı ama ben değişik bir bakış açısından konuyu ele almaya çalıştım. Holocaust deyince akla hep kamplar gelir ki kamp dönemi de Holocaust’un son aşamasıdır artık. Oysa ben insanlar Varşova da yaşarlarken nasıl yaşamlarının yavaş yavaş değiştiğini, nasıl Varşova gettosunun oluştuğunu ve insanların o getto duvarları arasında neleri yaşadıklarını anlatmaya çalıştım. Bu getto dönemi içinde yaşama nasıl tutunduklarını, sanatla nasıl bir ilişki içinde olduklarını, nasıl eğitimlerine devam ettiklerini, amatör tiyatro faaliyetlerinden bu gibi olayları öykülemeye çalıştım.”
RRA
***
I
’Yaşamla aramda ince bir cam var.
Açıkça görmeme ve anlamama rağmen,
Dokunamıyorum yaşama’
Fernando Pessoa
12 Haziran 1986
Varşova’da iki gün geçti bile. Ne kadar yadırgatıcı, aşina, bildik, tanıdık ve yabancı, yakın ve o kadar uzak!
Saksonya Bahçeleri, Krakow Bulvarı, Yeni Dünya Sokağı,
Küdüs Caddesi, Meçhul Asker Anıtı… Ilık güneşli bir gökyüzünün altında gezinen Polonyalılar, otobüs duraklarında bekleyen memurlar, çocuklarını yönlendiren anneler… Sadece Lehçe konuşulan bir ülke. Çocukluğum, genç
Kızlığım ve yitirdiğim düşler ülkesindeyim yine. Kentin görüntüsünü, evlerini ve havasını içime çekiyorum. Anılarımla kuşatıldım. Tüm benliğimle öylesine yakınım ki Varşova’ya. Kirpiklerimin gerisinde gözyaşlarım, boğum boğum düğümlenen boğazım. Ama burada, Saksonya Bahçeleri’nin girişinde, gözyaşlarım değişik akıyor. Bunlar çocukluğumun ırmağı…
Yakıcı olmayan, ısıtıcı, davetkâr haziran güneşinin altında her şey sanki eskiden olduğu gibi. Büyüdüğüm bu iklim benim bir parçam. Ansızın beni esir alan, en olağanüstü ve en gerçek olan o duygu. Savaştan önceki… Almanların gelişinden önceki. Tarih hoyratça yılları silmişçesine, bir sonsuz zaman. Ben buradayım. Ben hep buradayım. Ben burada doğdum. Babam burada doğdu, dedem ve onun dedesi… Ne çok şey öğrendim onlardan. Yürümeyi, konuşmayı, anlamayı ve hissetmeyi… Babam ve onun dedeleri, annem ve onun annesi gibi neden ben burada yaşamadım?
Evet, işte tam burası. Evet, burası böyleydi. İşte tam da böyleydi. Ve tam burası. 45 yıl öncesi gibi. Bir yabancı gibi dolaştığım sokaklar sönük bir ezgi şimdi. İçimi titreten hüzünlü bir kavuşma türküsü esiyor benimle, her adımımda. Burası Saksonya Bahçeleri. Burada, ellerimden tutup oynadılar benimle. Öğrettiler ve gösterdiler bana çocuk oyunlarını, köşe kapmaları, sek sek atlamaları. Buradan, evet bu bahçeden ansızın patlayan fırtınadan kaçışımızı, aynı sokakları geçerek bir an önce eve sığınmaya çalışmamızı anımsıyorum. Bu duvarlar benim çocukluğumun duvarları. Bu gerçek. Bir kez daha aynı kaldırımları, aynı binaları, aynı yolları kat ediyorum. Çok uzun zaman geçti ama hâlâ net olarak hatırlıyorum, sanki beynime işlenmiş gibi.
Ne zamandı bütün bunlar? Varşova sokaklarında, anne ve babamın arasında, onların ellerinden tutarak yürüdüğüm yıllar. Parka birlikte giderdik. Annemle babam uyumlu yürürler, adımları sokakta yankılanırdı. Annemin elini sıkı sıkı tutardım, sanki benim yaşıtımmış gibi ve önümüzde bütün bir ömür varmış gibi.
Yapayalnızım. Onlar artık ne bu evlerde yaşıyorlar ne de bu sokaklardan geçiyorlar, ama onların sesleri her yerde. O sesler ki, o adımlar ki, o gülüşler ki, o uyarılar ki sessizliğe gömüldü. Çocukluğun tüm küçük zorunlulukları, en az iki saat sürecek öğle uykuları, bellenecek kısa şiirler ve yaşam bilgisi ev ödevleri. Annemin mutfakta çay hazırlaması. Çay masasının başına yerleşmem. Akşamları bir fincan şekerli sütümü içip, göz kapaklarımın uykuyla ağırlaşmasını beklerken büyüklerin konuşmalarını dinlemem. Annemim sesi öyle tatlı, öyle cana yakındı ki. Bu ses, yüreğime neler neler söylerdi? Uyumamak için gözlerimi kırpıştırır, yerimden kalkar, etrafta gezinir, kendi çevremde döner, bir iki öğrendiğim bale pozisyonunu uygulamaya çalışsam da boşuna…Gider, bir koltuğa, ayaklarımı toplayarak rahatça yerleşirdim.
Annem: “Gene uyuyup kalacaksın, gidip yatsan daha iyi edersin, ” derdi. “Uykum yok anneciğim, ” diye yanıtlar, belirsiz, ama tatlı düşlere dalardım. Dinlendirici çocukluk uykusu göz kapaklarımı indirirdi, ben bir dakika sonra kendimden geçer, uyandırılıncaya kadar öylece kalırdım. Uykudayken ince bir elin beni yokladığını duyumsardım. Daha ilk dokunuşta onu tanırdım. O, pek narin eliyle saçlarımı okşar ve kulağıma fısıldardı: “Haydi kalk meleğim, yatma zamanı geldi. Canım, yaşamım, hadi artık uyu!”
Bana olan sevecenliğini ve sevgisini açığa vurmaktan çekinmezdi. Ben kımıldamazdım. “Kalk artık meleğim, ” der, parmaklarını bedenimde çabuk çabuk oynatarak beni gıdıklardı. Gıdıklanma ve uyanmanın etkisiyle gerginleşen sinirlerim, yanı başımda oturup beni okşayan annemin sesi, kokusu ve gülümseyişi…
Annemin gülümsemesi, eski bir şarkıyı anımsamam gibi şu an… Eski şarkılar, özlem gibi, yavaş yavaş damıtıyorlar ezgilerini usuma. Zaten güzel olan annemin yüzü, gülümseyince, bir kat daha güzelleşir, çevreye neşe saçardı. Yüz güzelliği denen şey, bence tatlı bir gülümsemede toplanır. İnsan sevdiği kişiyi düşlerinde canlandırmaya çalışınca, geçmişten o kadar çok “an”ı topluyor ki! Onları buğulu mercek ardından görmüşçesine silik ve bulanık hatırlamamız, onların hayal gözyaşlarımız oluşundandır. Ne zaman annemi, anılarımla, çocukluğumla anımsamak istesem, bana karşı her zaman şefkatli ve sevgi dolu gözleri, işlenmiş beyaz yakalı elbisesi ve hep beni okşayan, ince, zarif elleri usumda canlanır.
Ağabeyimin doğum gününün yaklaştığını ve bizim ailece ona hepimizin ayrı ayrı birer armağan hazırlamamız gerektiğini annem haber verdiği zaman, ona bir şiir yazmak aklıma esmişti. Gerisini tamamlayacağımı umarak, hemen uyaklı iki dize tasarlamıştım. Bir çocuk için şaşırtıcı olan bu düşüncenin aklıma nereden estiğini hiç anımsayamıyorum, ama o zaman pek hoşuma gitmişti. Ağabeyime kesinlikle bir armağan sunacağımı, ama bunun ne olduğunu kimseye söyleyemeyeceğimi, soranlara anlatıyordum. Diğer dizeleri de yazdıktan sonra, yatak odama çekilip, şiirin tümünü yüksek sesle, el kol devinimleriyle ve tüm duyarlılığımı da katarak okuyordum.
Babam şiirin inceliklerini bilir ve çok severdi. Şiirlerin ancak yüksek sesle okunduklarında doğru dürüst anlaşılabileceği kanısındaydı. Bir şiir ancak seslendirildiğinde gerçek değerini ortaya koyardı, tabii iyi seslendirilmişse. Sanatın çok belirgin bir şekilde çocukların eğitiminde yer almasının önemini bilen ebeveynlerimiz vardı. Sanatçı olmamız şart değildi, ama kaliteli insan yetiştirmek için, sanat eğitiminin önemini kavramışlardı. Hele resim galerisi sahibi olan babam için sanat bir tutkuydu. Sanatsız bir yaşam düşünemezdi. Her resim bir serüvendir derdi.
Evimizde açılır kapanır bir kutu içinde şimşir ve abanoz ağacından oyulmuş taşlarıyla, babamın bir satranç takımı vardı. Babam her pazar, sanki kutsal bir emaneti tutarmışçasına, çok dikkatli bir şekilde satranç takımını çantasından çıkarıp açılır kapanır masanın üzerine koyduktan sonra taşları yine aynı titizlikle dizmeye başlardı. Başlamadan önce yaptığı son hareket cebinden şıngırdayan bozuk parayı çıkarıp satranç tahtasının yanına koymaktı. Bu onun sembolik bahsiydi. Amacı oğlu Halek’e satranç oyununu sevdirmekti. Pazar sabahları, o tatil gününün basit sevinciyle, satrancı öğrenmek isteyen Romek için de bulunmaz bir fırsattı. Her Pazar, üçünün oyunlarını izlemek benim için çok zevkliydi. Hepsi de, sanki kâhinden bir kehanet beklermiş gibi o parlak kareye bakarlardı. Ama kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım o sahnede çözemediğim bir şeyler vardı. Olayları onların çökük omuzları ve eğik başları arasında ayırt etmem mümkün değildi. Gerçekte oyunun mantığından da oldukça uzaktaydım. Satranç tahtasının çevresinde gürültülü bir şekilde tartışan Romek’le Halek bu çok önemli heykelciklerin içinde saklı bulunan bir hazineyi toprak altından çıkarır gibi olurlardı. Babam ilk dersini verirken satranç oyununu şöyle özetlemişti:
‘Bak! Satranç oyunu ya da daha iyi bir deyişle, satranç oyununda taşların yerleştirilmesi, çok uzun bir süreden beri yaşadığın bir evde mobilyaları yerleştirmeye benzer: Koltuk buraya, sandalye şuraya, masa odanın ortasına… Ama birden bu eşyalardan birinin konumu değiştiği zaman ya da çok eskiden beri belli bir yerde duran belli bir eşya oradan kaldırıldığı zaman, kendini zor bir durumda bulursun. Daha önceki haliyle dolaşmaya alıştığın mekânda, er ya da geç orada bulunmaması gereken bir konsola çarparsın ya da yeri değişmiş, artık orada olmayan bir koltuğa oturayım derken, ayakların havada, yere düşersin.’
Babam satrançta bir dahi değildi, ama kötü oynadığı da söylenemezdi. İyi bir teorisyendi ve açılışları her zaman kusursuzdu. Çok fazla yaratıcı olmasa da, yine de onlar için iyi bir rakipti. Babamı yenmek onlar için hiç de kolay değildi. Onlar her zaman tedbirli oynamayı tercih ederlerdi ve yalnızca güvenli, denenmiş hamleleri oynuyorlardı. Beraberlik onlar için memnuniyetle kabul edecekleri iyi bir sonuçtu. Bazen yalnızca bir oyun üzerinde uzun zaman harcadıkları olurdu, hatta bazen oynadıkları oyundan öylesine zevk alırlardı ki yarıda kesip oynanan bütün varyantları birlikte analiz ederlerdi. Yenildikleri zaman pozisyonlarının savunulmaz olduğunu kabul etmemek bütün satranç oyuncularının ortak bir özelliğidir. Romek için de aynı özellik göze çarpardı. Ne zaman kaybetse, nerede hata yaptığını görmek için her hamleyi inatla değerlendirmeye çalışırdı. Tercihleri, inançları ve tahammülsüzlükleri ile oyuncunun satranca olan yaklaşımı, kısmen, dünyaya olan yaklaşımıyla hemen hemen aynıydı. O kaybetmek nedir bilmeyen ve doğruluğuna inandığı şeylerden asla vazgeçmeyen insanlardandı.
Hala duygular ve sevgiler içimde sağlam bir halde duruyorlar. Şimdi burada, Varşova’da gezinirken duygular ve anılar gelişigüzel birbiri üzerinle yığılmaya, o ana kadar gerçekdışı ve benden kopuk olan bugüne doğru ağır ağır yuvarlanmaya başlıyor. Boğazıma düğümlenen ‘kendime acıma duygusu’ ve kaybettiğim her şeye karşı duyduğum o ‘derin özlem’ nedeniyle, birçok defa gözyaşlarımı tutmak zorunda kalsam da, yine de burada gelmekteki kararlılığımı cesaretime borçluyum.
Anneannemin bir zamanlar siyah olan saçları artık gümüş rengindeydi ve bu rengi kaybetmemesi için yalnızca yağmur suyuyla yıkanırdı. Tepesinde kocaman bir topuzla toplardı saçlarını. Kocaman, hülyalı, kahverengi gözleri vardı. Burnunun biçimi kusursuzdu; ömür boyu dudak boyası görmemiş küçük dudakları ise her an yumuşacık, biraz da hüzünlü bir gülümsemeyle bükülürdü.
Dedem uzun, ağır, ıslıklı bir iç çekişle yaşlı başını sallanan sandalyeye yaslar, olayları gazeteden izlerdi. Evde asılı duran, hiç yitmeyen o kaygılı anların farkına varsa da sakin kalmayı becerirdi. Ürpertili bir iç çekişin ardından yine durgunlaşırdı. Hatta sakinliği öyle bir hal alırdı ki sanki hiç yanımızda değilmiş, buhar olup havaya karışmış gibi olurdu. Ağabeyim Hilek dedemin büyük umuduydu, tüm sırlarını bir bir öğrettiği tek torunuydu. O tüm malvarlığının ve gerçekleşmemiş hayallerinin vârisiydi. Kuşaktan kuşağa gizemli bir şekilde ismimizi geleceğe aktaracak, ailemizin iziydi. Yaşamım boyunca elimden geldiğince iyi davranmaya çalıştım. Dürüst olmaya, çalışmaya, kendime bir aile kurmaya, becerebildiğim kadarıyla sevmeye uğraştım; işte hepsi buydu.
Polonya göğünün altında annemin, ailemin varlığını hissedebiliyorum. Şu an göz pınarlarımdan süzülen gözyaşlarım, onlar için akıyor. Varlıkları gözyaşlarımla çoğalıyor, bin değişik yüzle çıkıyor çocukluğum karşıma. Varlıklarının nağmeleri öyle doğal ve berrak ki! Burada sonsuza dek kalmayı öylesine arzuluyorum ki… Onları yanı başımda, yakınımda hissetmek eski günlerdeki gibi. Artık bilmiyorum. Kimim ben ve ben kime aitim? Yalnızım. Evim uzak. Bak ben ne hallerdeyim? Bir yabancı gibi kendi önümden geçiyorum besbelli.
Kendimi bildim bileli bizleri büyütmüş olan Katya, anımsayıp sevdiğim ev işlerine bakan yardımcımızdı; aynı zamanda eski bir aile dostumuzdu. Katya, ablam Pola ve bana hep kendimize çekidüzen vermemizi öğütlerdi. Yaptığımız bir davranışımızı onaylamadığını bir kaş oynatışı, bir bakışıyla anlatması; ona özgü bir mimik yapması, bizi hemen kendimize getiriyordu. Bana bir şey önermeye görsün, ne istediğini hemen anlıyordum. Yanında güzelliğimi söylediklerinde yüzünü buruşturur, gülerdi. Görünüşümde eksiklikler bulmayı sever, bununla beni kızdırdığı bile olurdu. Çok geçmeden onun bizden ne beklediğini anlardık. Genç kızlarda hoppalığı sevmezdi. Bunu fark ettiğimiz anda, kendimize fazlaca özen göstermeyi bri kenara bıraktık. Hatta yapmacıklığı hemen sırıtıveren bir sadelik züppesi oluvermiştik.
Katya’nın, çorba ve ıspanak kavurmanın yanına eklediği kaymaklı pastadan oluşan öğle yemeğinden önce, bir pazar sabahı babamın gençlik arkadaşı Wilhelm Koch çıkageldi. Eve yaklaştığını pencereden görmüş, köşeyi döner dönmez misafir odasına koşmuştum. Onu beklemiyormuşum gibi bir tavır takınmak istiyordum. Fakat holdeki ayak patırtısını, gür sesini, Katya’nın onu karşılamak için koştuğunu işitince dayanamayıp ben de odamdan çıkmıştım. Yüksek sesle konuşuyor, gülüyordu. Beni gürünce selam vermeden bir süre baktı. Şaşırmıştım. Kızardığımı hissediyordum. Kollarını açıp bana doğru yaklaşırken kararlı, yapmacıksız tavrıyla; “Ah! Yoksa siz Cecile misiniz? Böylesine değişebilir mi insan? Ne kadar da büyümüşsünüz! Bakın hele şu menekşeye! Koca bir gül olmuş!”
İri elleriyle elimi tutmuştu. Acıtmadan, sert ama kibar bir biçimde parmaklarımı sıkmıştı. Beni öpeceğini sanmış, ona doğru eğilmiştim ki, elimi bir kez daha sıktı; içime işleyen, neşeli bir bakışla gözlerimin içine baktı.
Altı yıldır onu görmüyordum. Çok değişmişti. Sanki biraz yaşlanmış, esmerleşmişti. Ama içten davranışları, derin hatlı, buğdaysı, kibar yüzü, parlak zeki bakışları, çocuksu, can yakan gülüşü aynıydı. Beş dakika sonra Wilhelm Koch hepimiz için eve gelen bir konuk olmaktan çıkıp aileden biri olmuştu. Gerçekten de bu iyi yürekli, aile dostumuzun yakın ilgisi, hepimiz üzerinde hoş bir etki bırakmıştı. Bir ara salondan piyano tıngırtıları yükseldi.
-Pola! Buraya gel de bize bir şeyler çal.
Onun bu içten, dostça, azıcık da buyururcasına seslenişi hoşuma gitmişti. Yerinden kalktı, nota defterinden Beethoven’in ‘Quasi una fantasia’ sonatının ‘adacio’sunu açtı.
“Şunu nasıl çaldığını dinleyelim bakalım. ”
Elindeki çay fincanıyla salonun bir köşesine çekildi.
Piyanoda pek iyi olmadığını ileri sürerek, isteğini geri çevirmenin olanaksızlığını görerek, ister istemez piyanonun başına oturdu. Müziği sevip anladığını bildiğinden, olumsuz eleştirisinden çekine çekine, elinden geldiğince iyi çalmaya çalışıyordu. Bayağı duygulu anlar yaşıyorduk. Sanırım Pola da doğru çalıyordu. Ne var ki parçayı sonlandırmadı. Yanına giderek ‘Müzikten anlıyorsunuz,’ dedi. Pola, bu ölçülü övgüye sevinmişti. Yüzünün kızardığını hissettim. Babamızın bir dostunun bizimle böyle karşı karşıya, çocukluğumuzda olmadığı kadar, bizi önemseyerek konuşması hepimizi çok etkilemişti.
Babam, onunla tanışmalarını, ben daha oyuncaklarımla oyalanırken birlikte geçirdikleri neşeli günleri anlattı. Anlattıklarını dinledikçe, babam, o zamana kadar ilk kez, bilmediğim cana yakın, sevimli yanlarıyla gözümün önünde canlandı. İlgilendiğim konuları, sevdiğim kitapları, geleceğe ilişkin tasarılarımı soran Wilhelm Koch bana öğütler verdi. Artık o benim için oyuncak getiren, şakacı, neşeli bir insan değil; elimde olmadan saygı ve yakınlık duyduğum, ciddi, sevimli bir dosttu. Onunla konuşurken rahatlıyor, içim açılıyor, bir yandan da ister istemez kendimi zorlayıp sözlerimi ölçüp biçerek konuşmaya çalışıyordum.
Bir baba, bir amca gibi konuşuyordu bizlerle. Cıvıl cıvıl bir yaşamla aydınlanıvermiş gibiydik. Eve gelişiyle kocaman, neşe dolu bir yaşam yaratmıştı bize.
Alex Kranz babamın bir başka arkadaşıydı. Bankada idareciydi. Bir gün annemle sokakta yürürken onunla karşılaşmış, ayaküstü konuşmuştuk. Almanlardan ölesiye nefret ediyordu. Yüzünden öfkesini ve nefretini görebilirdiniz. Hırsından titriyordu. Aniden önümüzden geçen nöbetçiyi görünce süklüm püklüm olması beni çok şaşırtmıştı. Kentin her tarafı afişlerle kaplıydı. Hepsi de aynı öyküyü anlatıyordu. Sevimsiz, soğuk, sivri burunlu, fareye benzeyen iğrenç, çirkin bir yüzün görüntüsü el aynasına yansımıştı. Resmin altında ise şu yazı vardı:
“Yahudi misiniz, yoksa değil misiniz? Bunu anlamak için aynaya bakın.”
İnsanlar evlerinde eşyalarını topluyorlar. Kadınlar oradan oraya koşuşturuyorlar. Yangın yerine dönmüş evlerine baktıkça umursamazca ellerini ovuşturuyorlar. Pencereden boş bakışlarla denklerin arasında dolaşıyorum. Bu insanlar kısa süre sonra gettoya taşınacaklar. Biz şanslı olanlardanız. Bizim evimiz getto sınırları içinde bulunuyor.
Gözlerimin önündeki manzara bir Ortaçağ tablosuna benziyor. Gri-siyah üniformalılar, büyük denklerini taşıyan insanları itip kakıyorlar. Sıra bize de gelir mi? Darmadağın olmuş evlere, bohçalara ve şaşkınlıktan donup kalan, ümitsiz insanlara bakıyorum. Severek kullandıkları eşyalar yerlere saçılmış. Eşyalarını avluya taşıyan insanlar. Bizim sokağa yerleştirilecek olan Yahudiler kitle halinde gettoya taşınıyorlar. Şimdiden bir avuç Yahudi denklerini kapıya taşımaya başladı bile. Yahudi olmayan komşularımız gelen Yahudilere bakıp acımızı paylaşıyorlar. Bazı Yahudiler Polonyalı çocuklara para verip eşyalarını taşıtıyor. Bir ailenin denklerinden biri kayboldu. Birdenbire çevremde her şey ağlamaya başlıyor. Ne yapacaklarını bilmeyen insanlar, eşyalarına bakıp ağlıyor. Bir kadının bohçası açıldı ve içinden yumurtalar yuvarlandı. Güneş sanki insanların yaptıklarından utanmış gibi, bulutların arkasına saklandı ve yağmur yağmaya başladı. Sokakta sırtlarında yüklerini taşıyan insan selinden başka kimse yok. Kaldırımların üstünde bohçalarını sürüklemeye çalışan insanlar tökezliyor ve yere düşüyorlar. İnsanlar yere düşünce, denkler dağılıyor, içindekiler yerlere saçılıyor. Sırtındaki yükün altında iki büklüm yürüyen kadının bohçasından pirinçler yere dökülmeye başlıyor. Başlarında nöbet tutan Litvanyalılar durup dinlenmelerine izin vermiyorlar. Alacakaranlık çöktü. Yağmur hâlâ yağıyor. Böylece gettonun kapısına geliyorlar. Kapının önü çok kalabalık. Sırtlarında, ellerinde yükleriyle gelen insanlar getto kapısının önünde birbirlerini itiyorlar. Gelen Yahudilerin ardı arkası kesilmiyor. Bazısı gettodaki evlerine yerleştirildiler bile. Dört kişilik aile, on bir kişiyle pis ve havasız bir odayı paylaşacak.
Nasıl yakalanır cümleler? Sözlerin parçalandığı yerde yeniden doğan ve çoğalan şu satırlar. Ansızın el şaha kalkıyor, yazı tutuşuyor. Yüzüm geri gidiyor. Her an doğuyor, her an ölüyorum. Haydi, durma, savur ruhunu! Bugün içindeki her şeyi köpürt. Ses veren yüreğine sarıl. Geçmişin çağrılarına kulak ver. Belleğinin uçurumlarına gömülmüş o kırılgan genç kızı uykusundan uyandır. Uzakları duyuyorum, taa öteleri, belirsiz ve uzak ezgileri. Altımdaki toprağı duyuyorum; derinlere inen köklerimi. Köklerim yeryüzünün derinliklerine iniyor, tuğlalardan kupkuru toprağa, nemli toprağa. Lif lifim. Bütün sarsıntılar titretiyor beni, toprağın ağırlığı çökmüş kaburgalarıma. Afrika’dan, Asya’ya geçiyorum. Soluklanıyorum Mezopotamya’da, Vietnam’da, Hiroşima ve Afganistan’da. Altımda Karadeniz, Akdeniz, Dicle, Fırat, Hint Okyanusu ve Büyük Okyanus. Ezilişleri duyuyorum, titreyişleri her yanımda. Kimim ben ve nereliyim? Evladını yitirmiş Hiroşimalı anayım. Kızılderili babayım. Aborjinli dedeyim. Ben dünyalıyım ve dünyaya aidim. ABD’li siyah öğrenciyim. Güney Vietnamlı rahip Thich Quang Duc’um. Napalm bombasıyla yanan çocuğum. Nijerya’da kuraklık kurbanı bebeğim. Beyrut’ta Filistinli mülteciyim. Uganda’da barış misyoneriyim. Kosavalı’yım. Arnavut’um. Ruanda’lıyım. Çeçen’im. Angolalıyım. Cezayirliyim. Somalili hemşireyim. Sürekliliğimi buluyorum yeniden. Yazı metninin bir parçası oluyorum. Sonunda beni bütünleyecek, dimdik yapacak bu koca metnin bir parçası oluyorum burada. Karanlıktaydım; saklanmıştım, ama şimdi görebildiğim bir aydınlığa yükseliyorum. Ben bir öyküyüm burada. Güneşin de, evrenin de öyküleri var. Ben uçup gidiyorum cümleler kurarak. Balonun ipi gibi yükseliyorum, yükseliyorum. İncecik işlenmiş hazinelerimi sergileyeceğim bir yerlere. Söz veriyorum kendime. İşte böylece ağlamayacağım.
Ağlamıyorum anneciğim… Derdin ya, “Büyümeli, ayaklarının üzerinde durmayı öğrenmelisin… ” Büyüdüm bir tanem. Gettoda kendimi uzak bir sabahta buldum birden. Yıllar önce bir sabah… Öylece dururduk, kaygılı, acılı. Bulanık bir su olurdu günler. Kimsenin anlamadığı sözcükler duyardık. Kafesin açılmasını bekleyen papağan gibi özgürlüğe çıkacağımız günleri can çekişerek beklerdik. Böylece günler geçerdi ve acımasızca egemen olurdu getto yasaları. Boyun eğmeyi biraz daha öğrenirdik. Öğrenirdi tenimiz günün rengine uymayı. Sabahı örülü, birbirine yaklaşan, bastıran, öldüren getto duvarlarından karşılamayı öğrenmiştik. Büyüklere sorgulu gözlerle bakardık biz çocuklar. Getto yaşantımızın kolay değişmeyeceğini anlardık. Geleceğin duvarlarını aşacağımız inancıyla yaşardık keskin bakışlı SS gözcüleri arasında.
Tiyatro çalışmasına hiç aksatmadan katılan Romek toplantıya gelmeden az önce karşılaştığı bir olayı bize şöyle anlatmıştı:
“Yolda gelirken jandarma çavuşuna rastladım. Belediye reisinin verdiği tebligatları duvarlara asıyordu. Bunlar tebligat değil Yahudilerin karikatürüydü. Birinci kâğıdın üstündeki resim, Yahudi kasabın et kıyarken, kıyma makinesinin içine fare attığını gösteriyordu. Diğerinde ise süt kovasının içine su dolduruyordu. Üçüncü resimdeyse bir Yahudi’nin ekmek hamurunu ayaklarıyla yoğurduğunu ve parmaklarının arasından hamurun içinle solucanların döküldüğünü gösteriyordu. Kâğıtların üstünde: ‘Yahudi Hilebazdır, Yahudi Size Düşmandır’, yazıyor ve şöyle devam ediyordu:
Sevgili okuyucular, işte gözlerinizin önünde Yahudiler sizi kandırıyor. Şayet onlardan süt alıyorsanız, gözünüzü dört açın, size içine pis su kattıkları sütü satarlar. Kıyma makinesinin içine fare ölüsü atarlar, sonra size kıyma diye yuttururlar. Evde yaptıkları ekmeklerin içinde kurt kaynar, çünkü hamuru pis ayaklarıyla yoğururlar.
Jandarma çavuşu bu karikatürleri astıktan sonra, onlara bakmaya gelen insanların, kahkahalarından öyle çok utanmış ki başına ağrı saplanmış. İşte o günlerde biz Yahudileri böyle aşağılıyorlardı. Hepimiz utanç içindeydik. ”
Dağılan eski bir kitabın sayfaları gibi oraya buraya dağıldık. Kimse sevmedi gettoyu, ama tıpkı doğa yasaları gibi ağır ağır alıştık varlığına. Yalnız, kimsesiz, tüm tekmelere, yumruklara açık…
İşte, anılarımla baş başayım.
17 Kasım 1939
Güçlü olmak zorundaydık. Becermek zor olsa da. En ağır gerçekler üzerimize üzerimize geliyordu. İlk günler dayanılır gelen şeyler birden ağırlaşmıştı. Her şey öyle çabuk değişiyordu ki…
Almanlar hiçbir neden göstermeksizin Marszalkowska Caddesi’nin kuzeyindeki yan yollara dikenli tellerle barikatlar kurmaya başlamışlardı. Böyle bir şeyin olabileceğini aklımızın ucundan bile geçirmemiştik. Ayrıca hepimizi dehşete düşüren bir duyuru yapıldı. Biz, Yahudiler, 5 Aralık gününe kadar üzerinde Davut’un mavi yıldızı dikili beyaz kolluklar takmak zorundaydık. Böylece toplum içinde damgalanmış olacaktık.
Biz Yahudiler gönüllü olarak evlerimize kapandık. Hiçbir Yahudi kolunda o damgayla sokağa çıkmak istemiyordu. Evden çıkmamız zorunlu olduğu durumlarda gözlerimiz yerde, utanç ve korku içinde yürüyor, dikkat çekmemeye çalışıyorduk.
Almanlar Yahudi evlerini yağmalıyorlar; mobilyaları kamyonetlere koyup götürüyorlardı. Giden eşyaların yerini, kimsenin ilgisini çekmeyen, değersiz eşyalar alıyordu.
Giderek yoksullaşıyorduk.