Akıcı dili, hiç dinmeyen heyecan ve aksiyon duygusu ile Cem, daha önce İmparatorluğun Son Akşamı ve Yeniçeri kitapları ile okur kitlesini bulan ve giderek ustalaşan Hakan Kağanın yeni eseri. Mehmet Niyazi gibi ünlü kalemlerin rahlei tedrisinden bereketlenen Kağan, Cem, kitabında; Fatihin ölümü, Bayezidin taht mücadelesi, Anadoluda Şii oluşumları, hareketlenmeler, baş kaldırılar ve iki büyük aşkı kitabın ana çerçevesi olarak kurguluyor: Rodoslu Helene ile Cem in ve istihbaratçı bir derviş olan Tozkoparanla Maviş in aşkları. Cem, “Sultanlık olmazsa dervişlik de hoştur” mısrasının sahibi şair şehzadenin ve tahtına kavuşamayan imparatorun hikâyesi…
***
SÖZ BAŞI
2 Ağustos 1478
Konya
“Bir düş gördüm. Herkül Burcu’ndan kayan binlerce yıldız, uçsuz bucaksız bir karanlığa akıyordu.” Bedeni hummaya yakalanmış gibi titriyordu Cem’in:
“Ne garip bir rüyadır ki günlerdir gözüme uyku kuşu konmaz oldu Süleyman.”
Frenk Süleyman’ın kalbine damlayan sır dudaklarından usulca aktı.
“Nevbeti Saltanat Efendim…”
Cem yüzünü gökyüzüne döndü. Süleyman, kalbine damlayan sırrı fısıldayamadı. Sustu. Sır bir ateşti.
Gök, kararmaya yüz tutmuş bir lacivertti. Yıldızlar sakız gibi ak, ay telaşsızdı. Cem yıldızlara bakıyor, onların akarak bir ateş topuna dönmesini bekliyordu. Bıkmadan usanmadan yıldızlara bakıyordu. Ne yıldızlar aktı ne de Herkül Burcu bir ateş topuna döndü. Bir ara kendine gelir gibi oldu Cem. Odayı saran yasemin kokusunu içine çekince, kar çiçeği gibi ak çarşafın sıcaklığını hissetti. Beyaz yastığın üzerine serpilmiş saçlar yüzünü okşadı.
Uzun beyaz geceliğini toplayarak karısının yanından kalktı. Ahşabın serinliği çıplak ayaklarından tüm vücuduna yayılıyordu. Öylece bir süre durdu. Süleyman’ın “Nevbeti Saltanat” deyişi kulaklarında gezindi. Ne büyük açmazda olduğunu o an anladı.
“Oğuz Han.” diye inledi. İstanbul’a sünnet için gönderdiği küçük oğlu Oğuz Han’dı onu açmazlara sokan. Fatih Sultan Mehmet’in sarayında, isyan etmemesi karşılığında tutuluyordu küçük oğlu. Böylesi büyük bir oyunda küçük bir çocuğun olması ne üzücüydü. “Bir devlet bir oğul eder miydi?” aklından geçen bu soruyu “Etmez.” diye cevapladı. “Ama kaç oğul bir devlet yaşasın diye gencecik yaşında toprağa düşmüştü.”
Kendi de bir oğul değil miydi? Nizam-ı âlem için kardeşinin kanı kendine helal kılınmamış mıydı? Aklından geçenler genç vücudunu sarsıyordu.
Yatağının sıcağına dönüp bütün bunlardan kaçmak istedi Şehzade. Dönemedi. Her gece yaptığı şeyi bu gece yapmak istemiyordu. “Artık kaçmayacağım,” dedi, “kaderim olandan kaçmayacağım.”
Sarayın boğucu taş duvarlarından bu küçük bağ evine kaçalı birkaç gün oluyordu. Ancak aradığı huzuru burada da bulamamıştı henüz.
Ahşap merdivenlerden sessizce indi. Ay ışığı beyaz keten perdelerden içeri doluyordu. Kapıyı yavaşça aralayıp dışarı çıktı. Serin bir hava kucakladı onu. Yüzünü okşayıp savrulan rüzgâr, ruhuna bir dinginlik verdi.
Bir babaydı, aynı zamanda bir oğul… Ruhuyla beraber bedenine de azap veren bu denklem çözülür gibi değildi.
Gökyüzüne baktı. Kusursuzdu. “İnsan iradesinin ulaşamadığı her şey kusursuz.” diye söylendi.
Oğuz Han’ın annesi, beyaz keten perdelerden birini incecik parmaklarıyla araladı. Omuzlarına dökülmüş saçları her nefes alıp verişinde havalanıp iniyordu. Bulutlardan sızan ay ışığı Cem Şah’ın geniş omuzlarına vuruyordu. Ay ışığı altında öylece duran Şehzadeye bakınca yüreğini bir sızı çizip geçti genç kadının. Elini kalbinin üzerine koydu. Nefes alıp verişleri sıklaştı, yüreği daraldı. Kum yeşili gözlerinden kopan birkaç damla gözyaşı gecenin karanlığına aktı.
“Oğuz Han’ım.” diye fısıldadı kadın.
Cem, ay ışığının tel tel döküldüğü ağaçlardan birinin altında durarak uzaklarda, ayaklarının dibindeymiş gibi duran vadiye baktı. Vadi apaktı. Ay ışığı vadiyi aydınlığa boğmuştu. Öylece dalıp gitti Cem. Bir hayli zaman geçtikten sonra üşüdüğünü hissetmeye başladı. Geri dönmek istemiyordu. Çürümüş kuru yapraklar üzerinde yürümeye başladı. Kuru yaprakların ufalanırken çıkardıkları sesleri dinleyerek yürüdü. “Nevbeti Saltanat” diye bir ses gezindi kulaklarında. Bu ses rüyasındaki sesti. Çürümüş orman toprağı üzerinde hayli yürüdükten sonra durdu. Köşkün kurulduğu tepenin sonuna gelmişti. Bir adım daha atsa uçurumdan aşağı düşecekti. Mevlana Diyarı denen Konya şehri bir adım ötesindeydi sanki ve zihni bu yanılsamaya ilk kez düşmüyordu.
Fatih Sultan Mehmet’in üç şehzadesi arasında en küçük olanıydı Cem. Bir ağabeyi vardı ki dostun düşmanın aslan parçası dediği… Adı Mustafa’ydı. Yıllarca evvel Tercan Ovası’nda babasının dağılmak üzere olan ordusunu toparlayıp zafere taşımıştı. İşte o günlerde Cem on dört yaşındaydı. Babası genç Şehzadeyi savaşa götürmeye kıyamamış, onu kendi naibi olarak bırakmıştı. Kara Süleyman ve Nasuh Bey adında iki adamını da Cem’e yardımcı olsunlar diye görevlendirmişti. Çocuk denecek yaştaydı. Uzun Hasan önceden İstanbul’a gönderdiği adamlarıyla Fatih’in savaşı kaybettiği ve şehzadeleri Bayezid ile Mustafa’nın öldüğü haberlerini yaydı. Cem’in çocuk kalbi, etrafındaki adamlarının da cesaretlendirmesiyle bir anda ikilendi. İçinde uyuyan ejderha uyandı. Babasının naipliğini bırakıp tahtına oturdu. Hükmetmek ne tatlı gelmişti o günlerde. İçindeki hükümranlık duyguları nasıl da alevlenmişti. Ne var ki ilerleyen günlerde babasının naaşı yerine kendisi çıkageldi. Sultan Mehmet’in kalbi ateş kesildi, içini dağladı. Öfkesi azgın dalgaların yalçın kayaları dövdüğü gibi yüreğini dövdü.
Cem’e kıyamadı… Ama sirkatini bildi; kendisinde olan o yakıcı ateş onda da vardı. Hükmetme arzusuydu bu. Şehzade Mustafa’nın ölüm haberini Kastamonu’dayken aldı Cem. Babası acısını yüreğine gömmüş, ağabeyi Mustafa’nın yerine Cem’i buraya, Mevlana Diyarı’na göndermişti. O günlerde kulaktan kulağa dolaşan bir sözdü; Cem’in babasından sonra tahta oturacağı… Şimdi arzularını önü alınmaz bir çağlayana dönüştüren o zehirli tutku işte o günlerde gelip yüreğine yerleşmişti.
Işığa boğulmuş Konya Ovası’na bakarken fırtınalarda savrulan kısa yaşamı gözlerinin önünden geçiyordu. Bedenini iyiden iyiye bir titreme sarmıştı. Ardınca gelen ayak seslerini duyuyor, fakat dönüp geriye bakmıyordu. Bu ayak seslerini tanıyordu. Birkaç gecedir rüyasına giren adamın ayak sesleriydi bunlar. Omzuna konan yün cübbeye sıkıca sarıldı Cem.
“Teşekkür ederim.” dedi.
Süleyman, Cem’in hemen yanında durdu. Birlikte ışığa boğulmuş ovaya baktılar.
3 Ağustos 1478
Balkanlar, Otman Baba Dergâhı
Bir derviş, ocağından ayrılıp da Kendinde kendini kaybedendir
Gün ışığı altında şerha şerha yanan yarık topraklardan, yemyeşil verimli ovalardan, demir kazık gibi yerin göbeğine çakılmış yüce dağlardan geçti Ayaz.
“Bir derviş, ocağından ayrılıp da kendinde kendini kaybedendir.” diyen Karamani Mehmet Paşa’nın sözlerini hatırladıkça gülmekten kendini alamıyordu. Ocağından ayrılmıştı Ayaz, yalnız kendinde kendini kaybetmemişti. Buna niyeti de yoktu zaten.
Issız bir çölde kaybolmuş gibi ilerlerken, “Zor işmiş bu gezgin dervişlik dedikleri.” diye söylendi. “İstanbul’dakiler yan gelip yatıyor.” Dişlerini ve yumruğunu sıktı. “Koca Hünkâr onların birçoğunun ne hergele olduğunu biliyor olmalı ki işten güçten, askerlikten kaçanları ayıklamak için sınava tabi tuttu. Böyle demir çarık, demir asa gezmek de ne zor işmiş. Bir de kulağımdaki şu mengüş olmasaydı. Bir Haydari torlağı olmak.”
Ayrılmadan evvel Karamani Mehmet Paşa, Ayaz ve Tozkoparan’ı konağına çağırmış, iki yeminli sadığına devlete ait kimsenin duymadığı sırları açmıştı. Tozkoparan’ı doğuya
Teke İli’ne, Ayaz’ı da Urumeli’ne göndermişti. Çınar Derviş ismini de ona Paşa vermiş, keyifle elini sırtına vurup; “Korkmayasın a derviş, kurt kuş bir dervişe kardaştır.” demişti. Ne kurdun ne de kuşun kardaşlığını görmüştü yolculuğu boyunca Ayaz. Günlerdir ellerinden çekmediği çile kalmamıştı. Elindeki köknar ağacından asa ve cübbesi içinde sakladığı kısa saplı kılıç olmazsa ne kurt sayardı kendini ne de kuş. Ünleyip Yaradan’a sığınmasa, gayrete gelip bir cengâver gibi naralanmasa kurdu kuşu bir yana bırak çoban köpekleri bile kendini saymayacaktı.
Günlerdir bin bir meşakkatle yol alıyordu Ayaz. Dana derisinden kabaca dikilmiş pabuçları erimiş, kâğıt gibi incelmişti. Şimdi en ufak taşlar bile canını yakıyordu. Onun için yumuşak toprağı bulunca yol hiç bitmesin diye yavaş yürüyor ayaklarının acısını dindirmeye çalışıyordu. “Kaç gün oldu yıkanmadım.” diye söylenirken parmakları bir anda hesabı tutturamadı. Çağıldayarak akan bir derenin sesini duyduğunda ışığa koşan bir semender gibi suya koştu. Buz gibi suya girdiğinde keçeleşmiş saçlarını açmak için bir hayli uğraştı. O gece ırmak kenarında ateş yakarak elbiselerini kuruttu. Üzerinde sungur resmi olan madalyonunu seyretti. Bu madalyondan kaç kişide olduğunu bilmiyordu. İmparatorluk toprakları içinde ve dışındaki asileri temizlemeye giden suikastçıların kullandığı bir madalyondu ve koca bir vali bile bu madalyonu görünce eli ayağı gazel gibi eser, korkudan dizlerinin bağı çözülürdü. Sungur, Kayı Boyu’nu temsil ederdi. Aynı kabartma, Paşanın belindeki hançerin üzerinde de vardı. Madalyonunu seyrederken daha önce yaptıkları işlere dalıp gitti Ayaz. Temiz kıyafetlerini giyip ateşin karşısında oturdu. Kısa saplı kılıcını uzun zaman seyretti. Ateşin üzerinde gezdirip yalazlanan şavklarla oynadı. Gecenin sessizliği içinde hep Tozkoparan’ı düşündü. O da menziline varmış mıydı acaba? O da kendisinin çektiği zorlukları çekmiş miydi?
O gece anasından yeni doğmuş bir bebek gibi uyudu Ayaz. Günlerden beri ilk kez tedirgin olmadan, korkmadan uyuyordu. Sabah gün doğmadan tekrar yola koyuldu. Bir kuşluk vakti elinde köknar ağacından asasıyla Otman Baba Dergâhı’na girdi. Mimarisi haricinde bildiği dergâhlardan çok da farklı değildi burası. Geniş meydana gelince sırtındaki kıl heybeyi yere koyup etrafı seyre koyuldu. Ne hoş geldin diyen biri oldu ne de nereden gelip nereye gittiğini soran. Bir süre garip bir kuş gibi dönecek bir nazar aradı. Gözüne meydanın bir ucundaki çınar ilişti. “Yürü Çınar Derviş, yürü.” diye söylendi. Bezgin adımlarla yürüyüp ağacın altına oturdu. Serin bir rüzgar yorgun bedenini rahatlatıyor, göz kapakları yavaş yavaş kapanıyordu.
“Hoş geldin derviş.”
Başını kaldırıp baktı. Bir derviş teklifsiz yanına oturdu. “Hoş gördük, lakin hoş karşılanmadık kardaş.”
Derviş güldü.
“Haber salsaydın, çıkar üç günlük yoldan karşılardık derviş. Nereden gelirsin?”
“Uzaklardan.”
Derviş fazla üstelemedi.
“Benim adım Küçük Abdal.”
“Benim ki de Çınar.”
“Çınar mı?”
“He ya. Babamın vasiyeti üzerine anam koymuş.”
“İyi. İyi. Pek münasip olmuş. Aç mısın?”
“Açım ya kardaş. Küflü ekmek kemirmekten bir hal oldum kaç gündür.”
Küçük Abdal kalkıp dergâha yürüdü. Beş dakika sonra geri geldi. Ondan birkaç dakika sonra da iki talip küçük bir tepsiyle çıkageldi. Tepside bir parça ekmek ve bir tas çorba vardı. Tepsidekileri kısa zamanda yalayıp yuttu Ayaz.
“Nereye gitmektesin?” diye sordu Küçük Abdal. Ayaz cevap vermek için ağzını açmıştı ki dergâhın kapısında bir gürültü koptu. Kapıda elinde koca kütükle biri belirdi. Yanındaki iki dervişle ile ilerlemeye başladı. Diğer dervişler, eli kütüklü ihtiyarı görünce boyun kesip oldukları yerde durdular.
“Kimdir bu?”
“Kütüğü Büyük Ahirzaman Kocası derler.”
“Allah bize bu ulu kişiyi görmeyi nasip edecekmiş demek. Şükür şanı yüce Allah’a.”
Hemen toparlanıp secdeye kapandı Ayaz. Onun bu hareketlerini garipseyen Küçük Abdal şaşkın bakışlarla onu izliyordu.
“Demek ‘gaza kılıcı elinde olan’ ululanmış Ahirzaman Kocası budur ha! Yanındaki yiğitler kimlerdir kardaş?”
“Sağındaki Deli Umur, solundaki Kaymal.”
“Bilirim bu yiğitleri ben kardaş. Bilirim.”
“Nereden bilirsin deli derviş?”
“Hak Teala ruhları serpiştirirken benim yol arkadaşlığım bunlarla düşmüş.”
Küçük Abdal oyununu büyük bir ustalıkla oynayan Ayaz’a bir anda inandı.
“Nereye gitmektesin diye sordumdu demin, cevap vermedin.” “Ben Kütüğü Büyük Ahirzaman Kocası’nın kapısına yüz sürüp ayağını öpmeye geldim kardaş. Ne olur şu hakiri bu şereften yoksun bırakma.”
“Dur hele deli derviş. Kütüğü Büyük Ahirzaman Kocası’nın karşısına öyle hemen çıkılmaz. Koca Pir elinde niye kütükle gezer bilir misin?”
“Bilmem kardaş. Demezsen nereden bilebilirim.”
“İsm-i Celal onda tecelli etmiştir. Kütüğü Büyük Ahirzaman Kocası, Fatih Sultan Mehmet Han’ı huzurunda diz çöktürmüş, ona karşı sözünü esirgemeden konuşmuş bir kocadır.”
“Deme kardaş!”
“Hem de öyle gönül rızasıyla diz kırıp boyun kesmemiştir Koca Hünkâr. Kütüğü Büyük Ahirzaman Kocası elindeki koca kütüğü kaldırıp da Koca Hünkâr’a ‘Söyle! Sultan sen misin, ben miyim?’ diye sormuş. Hünkâr da hemen Baba’nın önünde diz çöküp ‘Sensin’ demiş.”
“Bu nasıl iş kardaş! Hiç Koca Hünkâr eli kütüklü bir Kocadan korkup da diz çöker mi?”
“Çöker. Otman Baba ki; burc-ı velayette oturur. Zamanın kutbu karşısında diz çökmeyip de ne yapacak?”
“Nedir bu burc-ı velayet kardaş.”
“Acelen ne deli derviş! Öyle her söz her yerde ulu orta konuşulmaz. Gel hele sana bu geceyi geçireceğin bir yer bulalım. Yol yorgunusun. Biraz dinlen.”
“Bu gecelik mi yerim kardaş?”
“Sabah kalktığında ayakkabılarının yönüne iyi bak. Ayakkabılarının burnu eşiğe bakıyorsa bil ki ‘ahyar’ arasına karışmış garip bir bendesin. Yok, ayakkabılarının burnu meydana bakıyorsa yolcusun. Kimseye bir şey sormadan, bir şey söylemeden var yoluna git.
Ayaz, aklındaki onlarca soruyla küçük bir odaya girdi. Küçük Abdal odada bir mum yaktı. Görebildiği kadarıyla odada ahşap bir sedirden başka bir şey yoktu. Günlerdir sırtı temiz çarşaf görmeyen Ayaz, yatsı namazından sonra girdiği yatakta nefessiz uyudu.
Sabah uyandığında ayakkabılarını unutmuştu. Günlerin yorgunluğu üzerine rahat bir yatak görünce her şeyi kısa bir süreliğine de olsa unutmuştu. Ahşap kapıyı açınca serin bir rüzgâr odayı kucakladı. Birbirine geçmiş kemikleri rahatlamıştı. Uzunca bir zaman gerindi. Gerinmenin mest eden tadını sonuna kadar hissetti. Sonra burunları eşiğe dönük olan pabuçlarını gördü. Bir heyecan tufanı yüreğini sarstı. Korkuyla karışık bir sevinçle ellerini ağzına kapattı. Ağzını kapatmasa keyifli biri nara patlatacaktı Ayaz.
Hemen pabuçlarını giyip dergâhın meydanına çıktı. Herkes işinde gücündeydi. Kimse konuşmuyor ama herkes büyük bir sessizlik içinde işini yapıyordu. Görünmeyen bir el sanki her şeyi yönetiyor, duymadıkları bir ses onları yönlendiriyordu. Mutfağa odun taşıyan, kovalarla su getiren dervişler bir solukluk an, alınlarındaki boncuk boncuk terleri silip yeniden işlerine koyuluyorlardı. Hiçbir iş yapmayan, alnı terlemeyen bir Ayaz vardı. Bir aralık, arılar gibi hünerli çalışan bu insanların yüzüne bakmaktan utandı. Etrafına bakındı, kendine iş tarif edecek birilerini aradı. Bakınması beyhudeydi. Ayaz’ın ne yüzüne bakan oldu ne de ona bir iş tarif eden. Meydanda sağa sola yürüyüp herhangi bir işin bir parçası olmaya çalıştı ama… Sessiz bir ormana düşmüştü yolu sanki. Bir ara meydandaki büyük yalağın yanında duran boş bir kova ilişti gözüne. Sakin adımlarla yürüyüp boş kovayı aldı. Elindeki dolu kovayı yalağa yeni boşaltmış bir dervişin ardı sıra yürüdü. Meydanı çevreleyen söğüt ağaçlarının arasından geçerek şarıl şarıl akan dereye vardılar. Kovasını sabahın serinliğini içinde taşıyan ırmağa daldırıp çıkarttı. Soğuk su, ürpermesine sebep oldu. Kovasındaki suyu meydandaki yalağa taşıdı. Suyunu bir damla bile kenara sıçratmadan boşaltıp geri döndü. Sabah namazı vaktine kadar bu işler böylece sürüp gitti. Sabah kahvaltıda, bir parça ekmekle ahşap bardaktaki suyu alıp köşesine çekildi.
Irmak kenarında güneşin doğuşunu seyretti. Sonra mutfaktaki işlere yardım etmeye geldi. Sonraki günlerde yağ lambalarının yağını doldurdu, eriyip bitmiş mumları değiştirdi. Irmak kenarından mutfaktaki tabakları yıkamak için kullanılan kili taşıdı. İsli kazanları yıkayıp ovaladı. Ormandan odun taşıdı. Boşalan yağlıkları, tuzlukları doldurdu. Dergâhta ne kadar iş varsa eli hepsine değdi. Bütün bu işleri yaparken kırk gün kendisiyle bir tek kelam olsun konuşan olmadı.
Yoğun geçen bir günün ardından yatsı namazını kılıp da odasına çekildiğinde Küçük Abdal gelip odadaki mumu söndürüyordu. Bir saat bile olsa kendisiyle baş başa kalamıyordu. Eprimiş gün ışımadan kalkıyor her gün yaptığı işlere dört elle sarılıyor, bir nefesçik durup alnındaki terleri silip yeniden işe koyuluyordu.
Kırkıncı günün sabahı henüz uyanmamışken bir elin, odasındaki muma uzandığını fark etti. Küçük Abdal mumu yakıp Ayaz’ın baş ucuna geldi.
“Uyan kardeşim… Uyan ki imtihanı yüzünün akıyla verdin.” dedi.
Üzerindeki eprimiş örtüyü alıp kalkan Ayaz;
“Ahyar arasına kabul edildim mi kardaşlık?”
Küçük Abdal, evet manasında başını salladı.
“Peki, bundan sonra ne olacak?” diye sordu Ayaz. Kendi sesi uzaklardan yine kendisine geliyor gibiydi. Kırk gündür sessiz sessiz ağlamaları hariç kendi sesini duymamıştı.
“Bundan sonraki yolun ne bizimle ne de bizsiz Çınar Derviş. Bundan sonra yolun, kendinde kendini kaybetmek. Yol da sen-sin, yürüyen de. Varacağın yerde senden başkası olmayacak.” “Yolu bilmezsem, adap erkân bilmezsem nasıl yürürüm kardaşlık?”
“Bu yolda evvela kendini bulacaksın. Mayanda ne varsa o olacaksın. Mayanda bir aslan olmak varsa aslan, sırtlan olmak varsa sırtlan olacaksın.”
“Beni bu yolda yalnız bırakma kardaşlık.”
“Bu yolda herkes yalnızdır Çınar Derviş. Bu yolda her söz, çözülmesi zor bir düğümdür.”
“İlk adımımı atmada bana yol göster Küçük Abdal.”
Küçük Abdal biraz sessiz kaldı. Sonra yavaşca Ayaz’a döndü;
“Akıl bir mahpustur Çınar Derviş. O mahpustan çıkmaya bak. Ten bir mahpustur Çınar Derviş. O mahpustan kaçmaya bak.”
“Anladım.” dedi Ayaz. Küçük Abdal’ın ne demek istediğini çok iyi anlamıştı.
“Bundan sonra ne yapacağım? Her gün yaptığım işleri mi?”
“Senin mayan bir alıcı kuşun mayasıyla aynı Çınar Derviş.”
Ayaz’ın beti benzi, ateşi geçmiş kül gibi soğudu.
“Kütüğü Büyük Ahirzaman Kocası söyledi bunu. Bir gün bir derviş gelecek ve sen ona yol olacaksın. Dede Sultan’ın, Gök Bedreddin’in ruhu o gün huzur bulacak.”
“Ben mi? Bu hakir mi o sultanların ruhlarını huzura kavuşturacak?”
Küçük Abdal bu soruya cevap vermedi.
“Benim yakınımda olacak, Ahirzaman Kocası’nın dediği güne kadar sabırla bekleyeceksin.”
Küçük Abdal, sözünü bitirince odadan çıktı. Ayaz büyük bir karmaşanın ortasında yapayalnız kaldı.
“Kimdi bu gelecek derviş?” Ne anlaşılmaz adamlardı bu abdal dervişler. Ayaz, gizli niyetini hatırlamaktan bile korktu. O an aklına doğuya giden arkadaşı geldi. Kalkıp giyindi ve gıcırdayarak açılan kapıdan dışarı çıktı.
21 Nisan 1480 Bulgar Dağı
Derede akan su, çölde esen yel gibi Senin benim ömrümden, bir gün daha geçti İki günün gamını yememeli insan Geçip gitmiş gün biri, gelmemiş gün diğeri Ömer Hayyam
Rüzgârın taşıdığı deniz tuzu, eğimli yamaçları geçip Türkmen obalarına ulaşırdı. Her yandan rahatlıkla görülebilen bir gökçe kayanın dibindeki dergâh; yalnızca gelip geçenlerin soluklanıp, bir geceliğine misafir oldukları bir yer değil, obalıla-rın da sık sık toplandıkları bir yerdi. Pir Baba namındaki bir ihtiyarın yıllar evvel gelip kurduğu bu dergâh, önceleri horlanıp yadırgansa da sonradan sonraya obalıların hayatlarının bir parçası olmuştu.
Obaların inci gibi serpiştiği sıra dağlar birbirini öteleyip süren bir kavganın bin yıllık yuvasıydı. Bu kavgaların soluklandığı yerler ise her obanın yakınında kurulan bu dergâhlardı. Oğuz boylarının büyük bir karmaşa içinde süren göçlerinin zorlaştırdığı hayat, bu dergâhların cümle kapsında biter; hayatın telaşı, koşuşturması, dervişlerin cübbelerinin eteklerinden akar giderdi.
Günler birbirinin aynısıydı bu obalarda. Ara ara ‘davamız vardır’ diye ünleyip çıkan bir ‘torlağın’ peşine takılan Türkmen, zihninde kurduğu kayıp cennetini aramaya koştururdu. Böyle zorlu günlerde düşen başlar bir kale duvarı gibi yığılır kalır, Türkmen de kayıp cennetinin özlemini bir başka torlağın ‘davamız vardır’ deyişine kadar ertelerdi. Sonra hayat hiçbir şey olmamış gibi kaldığı yerden devam ederdi. Bahar gelir, tabiat uyanır, erikler meyveye dururdu. Olgunlaşan meyvelerden, çocukların yağmasından kurtulanlar toprağa düşer, toprak olurdu. Kışı izleyen günlerde bahar yeli eser; her yan kırmızı, yeşil, mor çiçeklerle dolardı. Sarı çiçekler çağıldayarak akan derelerin ağızlarından boy verir, bereketli toprağın üzeri rengârenk bir kaliçeyle1 örtülürdü. Meralar, kuzuların melemeleri ve köpeklerin havlamalarıyla dolar, mor koyunlar çobanların nezaretinde, bayırlarda otlamaya dururdu. Kısrak kişnemeleri rüzgârla ovalara taşınır, yörük kızları süt sağar, insan boyu yeşiller içinde türlü hayaller arasında kaybolurdu.
Erik ağacı altından yamaca bakan Maviş’in de, böyle bir günde içi içine sığmaz olmuştu. Akşam yapılacak ayin için hazırlıklara günler öncesinden başlamıştı.
Serin esen rüzgârı içine derin derin çekti Maviş. Ovadan taşan çiçeklerin kokusu başını döndürdü. Başındaki sakız gibi ak başörtüsü hep aynı şekilde bağlıydı. Çifte örükleri başındaki yazmadan taşıp sinesinin üzerine sarkmıştı. Yanakları kan gibi kırmızı, gözleri su içinde ikirciklenen maviydi. Çiçekli fistanı, kırmızı kadife yeleği, sarı içliğiyle göz alıcıydı. Türkmen aşireti içinde ona gönül verip ateşlere düşmemiş yiğit azdı. O ise olan bitenden uzak, kendi dünyasındaydı. Yüreğinde taşıdığı bir sır onu bazen onulmaz yaralara savuruyor bazen de içinden çıkılmaz dertlere sürüklüyordu.
Bir aralık uzayan bir gölgenin kendi gölgesi yanında durduğunu fark etti. Dönüp bakmadı. Ardınca duran derviş hiç konuşmadan ona bakıyordu. Bir uçurum kenarından ovaya taşan gölgeleri öylece kaskatı kesilmiş gibi duruyordu.
Derviş, söyleyeceklerini sabaha kadar zihninde kurmuştu kurmasına ama şimdi zihni koca bir boşluktu. Karanlık, uçsuz bucaksız bir boşluk. Tüm azaları kilide vurulmuş. Bir tek kalbi uyanık. Kadife gibi yumuşacık…
Öylece durdular. Gölgeleri ovaya taştıkça taştı, uzadıkça uzadı. Onlar başka bir dünyanın koynunda; uykudaydılar. İlk uyanan derviş oldu. Savrulan eteğinin sesi Maviş’i de uyandırdı.
Asasına dayanarak yürümeye başladı Tozkoparan. Barut renkli şavklar her adım atışında eridi yitti. Yorgun bir beden, yorgun bir ahşabın üzerine devrildi. Öylece saatler geçti.
Akşam dergâhın meydanında tüm canlar tek halka olmuştu. Halkanın ucunda Pir Baba ayakta duruyordu, ayaklarının altındaki pöstekiye oturunca canlar da oturdu. Şimdi dergâhın meydan denilen geniş salonunda Pir Baba’nın sesinden başka ses duyulmuyordu.
“Bir âdem, hevesatına aman verdi mi bilsin ki ruhu azaptan kurtulmaz. Öze bakan gözü kör eden cehlin gayretidir. Çün hak bilinir de toramanlar, bilmek için safi yürek olmak gerek. Dağın taşın kaldıramadığı emaneti kaldıracak yürek olmak gerek. Şimdi deyin toramanlar; yağmur taneleri kadar saf, deniz kumlarınca çok melaike saf saf oldular da bircecik Âdem kul karşısında niye öyle şaş kaldılar? Ağızlarına kelam yürümeden neye mat oldular? Çün Âdem kulun öze bakan gözü temizdi de ondan. Cehlin kara perdesi özüne sinmemişti de ondan.”
Sustu. Onun sessizliği dahi hayra yorulurdu dervişlerce. Bu sessizlikte hikmet arayanların düşüncelerini dağıtan da Pir Baba oldu. Müritler Pir’in ağzından çıkan kelimeler arasında hikmet avlamaya başladılar.
“Nice zaman başım kabak edip, kaşım ve sakalıma aman vermeyip, kara bir cübbe ile Hakk’ı aradım da bulamadım. Nice gördüm ki; içimde olanı dışımda aramışım. İşte yürek bu on sekiz bin âleme sığmayan Hakk’ı misafir eder de, bu yüreğin ne yaman olduğuna var sen karar kıl. Gözü kör eden, canı ten kafesinde mahkûm eden heveslerdir. Çün bir âdem, hevesatına aman verdi mi bilsin ki ruhu azaptan kurtulmaz.”
“Dirler ki Pirim; Allah’a giden yollar, bin bir cefa ve müşkülatla doludur. Buna âdem nasıl güç yetirir?”
“Yetirir toraman yetirir. Her el yapıştığı elce kuvvetlidir. Yapışacak eli bilmek gerek. Yapışacak eli buldun mu gerisi kolay. Efkârı dağıtmamak gerek Tozkoparan. Efkârı dağıttın mı bil ki kötü. Kötü yol adamı bir başka kötü yola, o yol da başka bir kötü yola çıkarır ki yolun sonu senin kafanın içi gibi olur. İnsan kuru bir dava peşine düştü mü bil ki yolu kötüden kötüye düğümlenir.”
“O zaman tedbir ne olsa gerek Pirim?”
“Gidilecek yolu iyice bellemek gerek. Her âdem kendi fik-rince yol aldı mı kötü. Sürüden ayrılmamak gerek. Sürüden ayrıldın mı kurt oncağız kapar adamı da aman vermez. Bu kurdu nefsin bil. Kurtlukta düştün mü bil ki kötü.”
Pirin ünlemesiyle bir anda irkildi derviş. Meydan bir anda boşaldı. Herkes kıyama durmuş gibi elini göğsünün üzerinde çapraz bağladı. Maviş, kucağında oğluyla meydana yürüdü. Oğlanı yere koyup Pirin pöstekisi önünde yere kapaklandı.
Toramanlar bir koşu meydana keçe getirdiler. Maviş, oğlanı dürülmüş keçenin üzerine yatırdı. Toraman önce suskundu, Ebe Kadın’ın ata biner gibi üzerine çıkmasıyla ağlamaya başladı. Ebe Kadın çocuğun kaş kemerleri üzerinden ve kulakları hizasından bir çeki geçirerek bağladı. Maviş bir yandan ağlayan çocuğu zapt ederken bir yandan da gözünün kuyruğuyla Tozkoparan’a bakıyordu. Şekli ‘topatan kavununa’ benzesin diye kafası sıkıca sarıldı Toraman’ın. Bin yıllık adetti bu baş bağlama. Demirci Şamanların başlattığı ve Oğuz boylarının İslamlıktan sonra gizliden gizliye devam ettirdikleri bir adet.
Maviş sıkıntıdan ter içinde kalmıştı. Tülbendinin sağından solundan taşan saç örükleriyle oynuyordu. Tozkoparan onu bildi bileli bu siyah örükler hep öyleydi.
Tören kısa sürdü. Tozkoparan dışarı çıktı. İçinden bir it gibi ulumak, gecenin zulmet perdesini yırtmak geliyordu. Başını kaldırıp Âdem kulun meleklerle karşı karşıya divana durduğu göğe baktı. Gök pırıl pırıldı. Yıldızlar, elini uzatsa tutacağı mesafedeydi. Havada rahatlatıcı bir serinlik vardı. Erikler beyaza durmuş, toprağın doğurganlığı her yanda gözle görülmeye başlamıştı. Çiçeklere baktı derviş, ay ışığında pırıl pırıldılar.
“Nefsini it bellemek gerek. Bellemedin mi kötü.” diye düşündü.
Maviş’in bakışları gözlerinin içinde, hayli yürüdü derviş. Ayakları yolları, yollardaki taşları tanıyordu. Önüne bakmasa da düşünmese de ayakları onu gideceği yere götürüyordu.
“Maviş’in oğlan…” diye inledi. “Tozkoparan’ın oğlan… Toraman’ın benim oğlum olduğunu biliyorlar mı?” diye söylendi. Kendine dahi fısıldamaya korktuğu bu sırrı hemen unutmak için sustu.
“Nefsimi bir kapı iti gibi bağlayamadım da.”
Ayakları onu, bu sefer Maviş’in penceresi önüne götürmedi. Yürüdü. Yürüdü. Yürüdü Tozkoparan. Takati kesilince bir erik ağacı altına çömdü. Bir hayli vakit geçirdi ağaç altında. Ay ışığı ipil ipil ovaya taştı, her yan gün gibi ışıdı.
Bir ara birilerinin kendini izlediği hissine kapıldı. Geri dönüp baktı; kimsecikler yoktu. Ama biliyordu, bir çift gözün kendini izlediğini biliyordu. Evhamı gitgide büyüdü. Korktu. Korkusu dağlar gibi yücelendi. Elini boynundaki madalyona attı. Yerindeydi. İçliğinden sıyırıp çıkarttı. Madalyon sıcacıktı. Elini kabartmadaki ‘sungur’ üzerinde gezdirdi. Teninin kokusu sirayet etmişti madalyona. Madalyonu içliğine sokarak ayağa kalktı. Kendini izleyen nefesi hissediyor gibiydi.
Yıllar evvel ovadan geldiği günü hatırladı. Şimdi gidiyordu. “Bir gün gelen bir gün gidecek elbet.” diye söylendi.
Ay ışığı ak kayanın sivri tepesinden yenice sürek vermişti ki yürüdü Tozkoparan. Ovaya inince ayın şavkı arasında yitip gitti. O gidinceye kadar, Maviş erik ağacının altından onu izledi.
12 Mayıs 1480 İstanbul
Yün içliğinde saklayarak dergâhtan çıkarttığı aharlanmış kâğıt toplarını özenle düzenlemiş, içindeki kırmızı atlası misk kokan bir sandıkta muhafaza etmişti. Sandığı açınca odadaki kokuları bastıran hoş bir rayiha yayıldı etrafa. Özenle çıkardığı kâğıt topunu Sadrazama uzattı Ayaz. “Velâyetname-i Sultan Otman” yazıyordu kâğıt tomarının üzerinde. Azeri Türkçesiyle yazılmış velâyetname, kelime kelime, Otman Baba’nın ağzından çıktığı gibi yazılmıştı. Sadrazam tebessüm ederek sayfaları çevirmeye başladı.
“İyi iş çıkarmışsın Ayaz.” dedi. Sayfaları yavaş yavaş çeviriyor, yüzünde bazen hayret ifadesi beliriyor, bazen sinirleri bir yay gibi geriliyordu. Velâyetname, abdalânın temel ilkeleriyle başlayıp Otman Baba’nın kerametleriyle devam ediyordu. Otman Baba; kendisini Kutbul Aktab olarak görüyor, kendini diğer velilerden ayrı tutuyordu. Kendisinin cezbe halinde; her an Tanrı ile mülaki olduğunu anlatıyor ve zamanın hükümlerini ancak kendisinin vereceğini iddia ediyordu. Karamani Mehmet Paşa, Şaman kültünden gelen bu inanışların Türkmenler üzerindeki etkisini çok iyi biliyordu. Aharlanmış, misk kokulu kâğıtları uzun uzun inceledi. Gece uzundu ve Otman Baba’nın velâyetnamesini okumak için can atıyordu. Kâğıtları sandığa özenle yerleştirip yanı başına koydu.
Sadrazam, gösterişli kaftanının yenlerini sağa sola atıp güvez kadife kaplı kerevete iyice yayıldı. Tozkoparan, kızıl içliğinden çıkarttığı kâğıtları, kozağından sıyırıp Sadrazama uzattı. Ayaz’ın özenli ve kokulu kâğıtlarının aksine özensiz, sıralanmış kâğıtları alırken; çocukken de böyle dağınık olan Tozkoparan’ın hiç değişmediğini anladı. Otman Baba’nın velâyetnamesinin aksine, bu kâğıt tomarında çok daha ciddi şeylerden bahsediliyordu.
“Malum! Olanlardan haberiniz vardır. Yıllardır ayaklarımızı altımıza çekemedik. Koca Hünkâr gazadan bir an nefes aldırmadı bize. Yine bir sefer hazırlığındayız ki; dünya yüzünde ne kadar kral varsa korkudan köz üstünde oturur gibi oturmakta. Allah’ın günü İstanbul’a gizli elçiler gelip gitmekte; büyük rüşvetler karşılığında bilgi almaya çalışmakta. Herkes seferin nereye olduğunu merak ediyor. Bir ‘Kızıl Elma’ lafıdır almış yürümüş. Kızıl Elma’nın ne olduğunu bilen yok. Seferin ne gün başlayacağını ben bile bilmiyorum. Neyse. Bizi ilgilendiren bunlar değil. Biz işimize bakalım. Söyle bakalım Çınar Derviş, Urumeli ne haldedir?”
Ayaz, Sadrazamın bu nükteli sorusuna tebessümle karşılık verdi.
“Urumeli korktuğumuzun aksine sessizdir Paşa Baba. Ben Kütüğü Büyük Ahirzaman Kocası’nın yanına vardığımda her şey beklediğimden de kolay oldu. Lakin birkaç ay sonra Otman Baba ölünce dergâh başsız kaldı. Torlaklar, Haydari-ler, Şemsiler, Kalenderiler, Bedreddiniler can ciğer şimdilerde. Hepsi Urumeli’ndeki dergâhlara sığınmış. Mehmet Han’ın yüz vermediği abdallar, akıncılar rahat etmek için uçlara kaçıp bu dergâhlarda yuvalanmış. Ortalık şimdilerde sessiz, ama doğudan, Erdebil Ocağı’ndan gelen bir adamdan bahsediyorlar. Bu adam daha evvel Şeyh Haydar’ın halifeleri arasındaymış. Onun, Otmanoğlu ile arası iyi olmayan bazı Türkmen boylarını isyana hazırladığı söyleniyor. Doğuda bir isyan çıkarsa Urumeli isyana hemen destek verecek ve devlet iki ateş arasında bırakılacak.”
Sadrazam, Tozkoparan’ın yüzüne bakınca, Tozkoparan konuşmaya başladı.
“Ayaz kardaşımın söyledikleri kelimesi kelimesine doğrudur. Şeyh Haydar’ın bahsettiği halifesini buldum. Çokça adamı var Türkmen boyları arasında. Birçok müridi dergâhlara sızmış durumda. Teke İli’nde; Karabıyık Hasan Halife namında bir kocası var. Onun ocağına yerleştirdiği adamlarıyla Erdebil Ocağı’yla bağlantı kuruyor. Bu mülhidin kimliğini ve niyetini ne Erdebil Ocağı biliyor ne de Karabıyık Hasan Halife. Türkmen aşiretleri arasında nüfuzu çok kuvvetli. Daha da ilginç olan; bu adam bir Papalık ajanı.”
“Kendini açık etmeden bu işi nasıl başarmış Ayaz oğlum?”
Sadrazam, sorduğu bu sorunun cevabını biliyordu. Tozkoparan’ın biraz da işini ne kadar iyi yaptığını öğrenmek için sormuştu bu soruyu.
“Frenk ülkelerinde bir adet varmış Paşa Baba. Bir kadın çocuğuna bakmak istemezse veya bakamayacağına kanaat getirirse onu kiliselerin kapısında olan küçük odacığa bırakır ve odanın kapısındaki zili çalarmış. Rahibeler kadının uzaklaşması için birkaç dakika bekledikten sonra kapıyı açıp özel bölmeye konan çocuğu alırmış. O çocukların bakımını ve eğitimini kilise üstlenirmiş. İşte o çocuklardan bazılarını henüz konuşmaya başlamadan dünyanın değişik ülkelerine dağıtıp, götürdükleri yerlerin dilini öğretip onların örf adetlerine göre yetiştirirlermiş. Çocuk büyüyüp de Papalık adına hizmet edene kadar naibi yanından ayrılmazmış. Şeyh Haydar’ın naibi de onu, Varsak Aşireti içinde yetiştirip sonra da Erdebil Ocağı’na yollamış.” “İlginç.” dedi Karamani Mehmet Paşa. Tozkoparan, onun duydukları karşısında şaşırmış ama gerçekten inanmıştı. Tozkoparan da Ayaz da yıllar evvel devlete hizmet için devşiril-memişler miydi? Yanına yerleştirildikleri aileleri gerçek aileleri bilmemişler miydi? “Şimdi geçmişi kurcalamanın, çerçi malı gibi orta yere dökmenin anlamı var mı?” diye düşündü Kara-mani Mehmet Paşa.
“Dinleyin oğullarım. Koca Hünkâr niye sadrazam mührünü bana verdi bilir misiniz? Bilmezsiniz. Bunu bakışlarınızdan anlayabiliyorum. Koca Hünkâr, İstanbul’un fethinden sonra Çandarlı Kara Halil’i boğdurup Türkmen Beylerini sürgüne gönderdiğinde onlardan boşalan yerlere devşirme paşaları getirdi. Sonra gördü ki; bu dönmeler kendi ikballeri için gruplaşıp gizliden gizliye devleti ele geçirmeye çalışıyor. Buna bir son vermek için ve Türkmen Beylerinin gönlünü almak için mührü bana verdi. Şimdi devleti, bir yandan bu ikbal peşinde koşan adamlardan temizlerken bir yandan da mutlak otoritelerini pekiştirmeye çalışan Türkmen Beylerinin oyunlarını bozacağız. Malum. Başımızda küçümsenmeyecek bir sorun var.”
Kısa bir zaman sessizleşti Sadrazam. Önündeki buzlu şerbetten bir yudum aldı.
“Yıllar evvel Uzun Hasan ile savaşırken de aynı sorunla karşı karşıyaydık. Şimdi hazırlığımızı iyi yapıp tedbirimizi zamanında almazsak, ordu sefer için yola çıktığı anda bizi yine iki ateş arasında koyacaklar. İkiniz de benim evladımsınız. Ayaz! Sen burada benim yanımda kalacaksın.”
“Başımla beraber Paşa Baba.”
“Sen” diye başladı söze Sadrazam. Sonra söyleyeceklerinden vazgeçti.
“Seni bir sıkıntı içinde görüyorum Tozkoparan.”
Tozkoparan sessizliğini bozmadı. Elini boynundaki madalyona atıp usulca sıyırdı.
“Beni affet Paşa Baba. Huzurunda ettiğim yemine sadık kalamadım.”
“Dur hele. Şimdi söyle bakalım; seni böyle düşünmeye sevk eden şey ne?”
Tozkoparan başını utancından eğdikçe eğdi. Neredeyse başı dizlerine değecekti.
“Gönlüme söz geçiremedim.” dedi. Sessizleşti. Konuşup konuşmama hususunda karasız kaldı.
“Gönlüm yandı yakıldı. Ne kadar uğraştıysam içimden taşıp köpüren duygulara hâkim olamadım. Yörük obasından birini sevdim. Görevim böyle bir şeyi yapmamamı gerektirirdi ama.”
“Gönül!..” dedi Sadrazam, babacan bir tavırla.
“Bir oğlum var şimdi.”
Tozkoparan susunca kimse konuşmadı. Sessizlik uzadıkça uzadı. Sadrazam madalyonu almak için elini uzattı Tozkoparan’a.
“İstersen Ayaz oğlum gitsin.” dedi.
“Her şeyimizi bu devlet daim olsun diye verdik ama. Bazen böyle olur. Gönül işleri anlaşılmaz işlerdir. ” gönül işlerinden çok çekmiş gibi derin bir nefes aldı Mehmet Paşa. Göğsü koca bir körük gibi inip inip kalktı.
“O mülhidin adamları nerelerde, öncelikle onu öğren. Kurduğu teşkilatı çözünce de başını düşür. Başı düşür ki; gövdeyi düşürmek kolay olsun.”
“Başımla beraber Paşa Baba…”
“Ardınca bir oğul bırakan tek sen misin oğul?”
“O mülhidin kanı günahımın kefareti olacak. Eğer bu işi bitirirsem.”
“Bu işi yüzünün akıyla bitir, var oğlun sana kutlu olsun. Hak’tan gelen işe konuşmak yakışır olmaz. İster var obada onlarla yaşa, istersen al buraya getir. Ömrüm oldukça elim hep üzerinizde olur.” sonra elindeki madalyondan kurtulmak istercesine Tozkoparan’a uzattı.
Sadrazam’ın elini öpmek için doğruldu Tozkoparan. Paşanın elini öpüp ayağa kalktı. Ayaz’la kucaklaştı.
“Yolun açık olsun.”
“Sağ ol, Paşa Baba.”
Odadan çıktığı gibi asası elinde yürüdü Tozkoparan.
27 Nisan 1481
Gelmemek elimde olsa, hiç gelir miydim Vermemek elimde olsa, can verir miydim Hiç doğmamak, yaşamamak, ölmemek vardı Yoksa ben, durmadan böyle yerinir miydim
Ömer Hayyam
Yarımadayı örten sis, yavaş yavaş dağılıyordu. Uçuşan su zerreleri arasında ilerleyen kayıkta hareket etmeden oturuyordu Fatih Sultan Mehmet Han. İnce kemerli burnu, amberle yıkanıp özenle kesilmiş sakalı ve yürek delen bakışlarıyla öylece oturmuş karşı kıyıları izliyordu. Şahin burnu bakışlarına ayrı bir ürküntü katıyordu. Üzerinde gaza için giydiği kıyafeti ve zırhı vardı.
Bostancılar kayığa asıldıkça, Üsküdar adım adım kayığa doğru geliyordu. Durmadan ayağını ovuşturup duruyordu Mehmet Han.
“Bir şeyiniz mi var?” diye sormak istediyse de buna cesaret edemedi Sadrazam Karamani Mehmet Paşa. Dudaklarına mühür vurulmuştu sanki. Bir süre gözünün kuyruğuyla takip etti Padişahı. Sonra yıllardır hazırlıkları süren seferi düşündü.
“Onca hazırlık onca zahmet, nereyeydi bu sefer?
Günlerdir aklını esir alan bu soru onu bitirmişti.
Saltanat kayığını takip eden diğer kayıklardaki devletlûlar göz ucuyla Padişahı ve Sadrazamı takip ediyorlardı. Bir ölüm sessizliği mayalanmıştı yüreklerinde.
Rüzgârın taşıdığı tuz ve yosun kokusu zihnine biraz da olsa canlılık vermişti Mehmet Han’ın. Bir ara gözlerini kapatıp rüzgârın serinliğine bıraktı kendini. Derin bir sessizlik içinde kayboldu gitti.
Sessizlik öylesine uzun sürdü ki tüm devlet erkânı bir korku girdabında kayboldu.
Aklına şehzadeleri düştü Mehmet Han’ın. Önce Bayezid sonra Cem. İkisi de küçük birer ayrıntı gibi kaybolup gitti. Zihni ona bir oyun oynadı. İçinin derinliklerine attığı bir acı koca bir ateş şavkı gibi içini sardı. Yüreği yandı. Köpüren öfkesi, azgın denizlerden daha da azgınlaştı. “Mustafa gibi bir oğulun kanını sende komam Paşa.” diye bağırdı. Ömrünce Koca Hünkâr’ı böyle azgın bir öfkenin pençesinde görmeyen devletlûlar, sarsıla sarsıla kendilerine geldiler. “Mustafa gibi oğulun kanını sende komam Paşa!” diye tekrarladı Mehmet Han. Bu sefer sesi çatallanmış ağlamaklı olmuştu. Mahmut Paşa’yı fikrinde paramparça ediyor, dönüyor bir daha parçalıyordu. Hırsı yedi başlı ejderha gibi yüreğini dövüyordu. “Mustafa! Oğul.” diye inledi.
Ayağındaki ağrı yüreğine vurdu Mehmet Han’ın. Bir ara nefesi kesilir gibi oldu. Gözbebekleri küçüldü nefesi daraldı. Üzerindeki zırhtan kurtulmak ister gibi zırhı sağından soluna çekiştirdi.
Üsküdar kıyıları misafirlerini bağrına basmış, kayıklar durmuştu. Saltanat kayığı kıyıya yanaşırken gözleri hâlâ kapalıydı Mehmet Han’ın.
Kıyıda sessiz bir telaş vardı. Karaya adım atar atmaz ayağındaki acının sancısı yüzüne vurdu. Çekilen arabaya güçlükle bindi Koca Hünkâr.
Üsküdar’da üç gün geçirdiler. Ayağındaki ağrı bu üç gün boyunca rahat bir nefes aldırmadı ona. Üçüncü gün ordu…