Cemile | Cengiz Aytmatov | Birazoku


Aytmatov’a ilk büyük şöhretini kazandıran Cemile, bir çoklarınca en güzel aşk hikâyesi olarak değerlendirilmiştir. Gerçekten de Cemile, aşk ve tabiatın çocuk dikkat ve masumiyetiyle sunulduğu şahâne bir duygu tablosudur. Ayrıca töre ve çevre şartlarının insan unsurlarıyla ilişkileri açısından da olağanüstü bir hikâyedir.

“İşte şimdi burada, Villon’un, Hugo’nun, Baudelaire’nin Paris’inde, kralların ve devrimlerin Paris’inde, ressamların yüzyıllık Paris’i olmakla övünen her taşı ya bir tarihi, ya bir efsaneyi hatırlatan şu Paris’te Werther, Bérénice, Antoine ve Kleopatra, Manon Lescaut, Education Sentimentale, Dominique, hepsi birdenbire gözümden düşüverdi. Çünkü ben Cemile’yi okudum. Roméo Juliette, Paolo ve Francesca, Hernani ve Dona Sol, artık bunların hiçbiri gözümde değil, çünkü ben ikinci dünya savaşının üçüncü yılı yazında, 1943 yılının o Ağustos gecesinde Kurkureu vadisinde bir yerde Zahire arabaları ile giden Danyar ve Cemile’ye, bunların hikâyesini anlatan küçük Seyit’e rastladım.” Louis Aragon

*

İşte yine o mütevazı çerçeveli tablonun karşısındayım. Yarın sabah erkenden avıla* gitmem gerek. Tabloya, sanki bana iyi yolculuklar dileyecekmiş gibi, dikkatle ve uzun uzun bakıyorum. Ben bu tabloyu daha hiçbir sergiye yollamadım. Üstelik onu, avıldan gelen akrabalarıma da göstermiyor, onlardan saklamağa çalışıyorum. Tabloda utanılacak bir şey olduğu için değil, bir sanat eseri olmaktan uzak olduğu için. Sade bir tablo, orada görünen topraklar gibi sade.

Tablonun derinliğinde sonbaharın solgun görüntüsü var. Rüzgâr, uzaktaki sıradağların üzerinden hızlı hızlı kayan küçük alabulutları kovuyor. Ön planda, koyu kızıl renkte bir pelin bozkırı. Ve bir de, son yağmurlardan sonra kurumaya vakit bulamamış kapkara bir yol. Aşağıda, kuru olan yan taraflarda, kırık ama sık bodur ağaçlar görünüyor. Yağmurdan yumuşayan tekerlek izleri boyunca iki yolcunun ayak izleri uzayıp gidiyor. İzler uzaklaştıkça silikleşiyorlar. O iki yolcu ise, bir adım daha atsalar çerçeveden dışarı çıkacaklar sanki. Bu yolculardan biri.. ama durun, olayı biraz başından anlatayım.

Çocukluk günlerimdeydi. Savaş başlayalı üç yıl olmuştu. Babalarımız, ağabeylerimiz uzak cephelerde, Kursk ve Orel önlerinde savaşıyorlardı. Daha on beşine basmamış olan bizler ise kolhozda çalışıyorduk. Büyük erkeklerin harcı olan günlük ağır işler bizim zayıf omuzlarımıza yüklenmişti. İş, özellikle hasat mevsiminde çok zor olurdu. Haftalarca eve uğramaz, gecemiz, gündüzümüz tarlada, harmanda veya istasyona tahıl taşıdığımız yollarda geçerdi. Ekin biçmekten orakların ateş gibi kızdığı o kavurucu günlerden birinde, istasyona yükümü boşaltmış boş arabalarla dönerken, yolumu değiştirip eve uğramaya karar verdim.

Yolun sonundaki küçük tepenin üzerinde, çay geçidinin hemen yanında, sağlam çitlerle çevrili iki avlu vardır. Avluların etrafında kavak ağaçları yükselir. Bunlar bizim evlerimizdir. Bizim iki aile çok eski zamandan beri komşu olarak yaşar. Ben, “Büyük Ev”de oturan ailedenim. İki ağabeyim var, ikisi de bekâr, ikisi de cephede ve uzun zamandır onlardan bir haber alamadık.

Babam, yaşlı bir dülgerdir. Her sabah tan ağarırken kalkar, kıbleye dönüp namazını kılar, dülger atölyesinin bulunduğu ortak avluya çıkar ve ancak akşam geç vakit eve dönerdi. Evde yalnız annem ve kız kardeşim kalırdı. Komşu evde, ya da avıl halkının dediği gibi, Küçük Ev’de, yakın akrabalarımız oturur. Bu iki ailenin dedeleri mi, yoksa dedelerinin babaları mı kardeştiler, bilemeyeceğim ama, tek aileymiş gibi bir arada yaşadığımızdan, onlara “yakın akraba” diyorum. Tâ göçebelik zamanında, atalarımızın beraber konup göçtükleri, sürülerini birlikte otlattıkları zamanlarda da bu böyleymiş. Bu beraberlik geleneğini bugün de sürdürüyoruz. Avılda kolektifleştirme olduğu zaman ailelerimiz evlerini yine yanyana yapmışlar. Yalnız biz değil, avılın iki dere arasında uzanan Arlaskaya sokağında oturanların hepsi böyle yapmış. Hepimiz aynı soydan, aynı kabileden imişiz.

Kolektifleştirmeden az sonra Küçük Ev’in aile reisi ölmüş ve karısı iki küçük çocuğuyla kalmış. Kabilede hâlâ yaşatılan eski geleneğe göre, dul bir kadının çocuklarını alıp başka bir yere gitmesine izin verilmez. Onun için bizimkiler bu kadını babamla evlendirmişler. Babam ölenin en yakın akrabası olduğundan, atalarının ruhuna saygısı ve ödevi, onu bu kadınla evlenmeye mecbur etmiş. Böylece bizim evde ikinci bir aile olmuş. Küçük Ev, bahçesiyle, hayvanlarıyla ayrı ve bağımsız sayılıyordu ama, gerçekte bir arada yaşıyorduk.

Küçük Ev de iki evlâdını verdi orduya. Bunlardan büyüğü olan Sadık, askere gitmeden az önce evlenmişti. Onlardan çok seyrek mektup alıyorduk. Küçük Ev’de benim Kiçi-apa (küçük anne) dediğim ana ile onun gelini, yani Sadık’ın karısı oturuyordu. Küçük anne ve gelini sabahtan akşama kadar kolhozda çalışırlardı. Küçük anne mert, hatır sayan, kimseye kötülük düşünmeyen bir kadındı. Ark kazarken olsun, küçük su yolu açarken olsun, hiçbir işte gençlerden aşağı kalmazdı. Sözün kısası ketmene* sıkıca yapışır ve onu çok iyi kullanırdı. Talih de yüzüne gülmüş, ona çalışkan bir gelin vermişti: Cemile, çalışkanlıkta annenin bir benzeriydi. Yorulmak nedir bilmez, her işten anlayan ama hareketleri biraz farklı bir kadın. Ben Cemile’yi çok severdim, o da beni severdi. Çok iyi dost olmuştuk ama, birbirimizi adlarımızla çağıracak kadar değil. Ayrı ailelerden olsaydık ona herhalde Cemile derdim, ama ağabeyimin karısı olduğu için Cene (yenge) diyordum. O da Kiçine-bala (küçük çocuk) diye çağırırdı. Oysa ben artık küçük bir çocuk değildim ve aramızdaki yaş farkı da büyük değildi. Ama avılda adet böyledir. Gelinler kocalarının küçük kardeşlerini “kiçine-bala” ya da “kaynım” diye çağırırlar.

İki evin işini benim annem yapar, küçük kız kardeşim de ona yardım ederdi. Kız kardeşim, örülmüş kısa saçlarını iple bağlardı. Tuhaf bir kızdı. O zorlu günlerde nasıl canla başla çalıştığını hiç unutmam. İki evin kuzularını ve danalarını bahçelerin ötesine götürüp otlatıyor, kışın yakacağımız tezeği yapmak için sığır gübresi ve kuru odun topluyordu. Bu küçük burunlu sevgili kardeşim, yalnızlık çeken annemi neşelendirir, hiç haber alınmayan oğullarını düşünüp üzüldüğü zamanlarda onu avuturdu.

Büyük ailemiz huzur içinde, uyum içinde yaşamasını benim anneme borçluydu. Her iki evi o, tam yetkiyle ve kusursuz yönetirdi. Aile ocağının bekçisiydi o. Dedelerim, ninelerim henüz göçebe hayatı yaşarlarken, çok genç yaşta onlara gelin gelmiş. Sonra ailelerimizi liyakatle, dürüstlükle yönetmiş ve atalarımızın anısına tam saygı göstermiş. Köyde onu en akıllı, en tecrübeli, en üstün nitelikli ev kadını olarak görür, saygı gösterirlerdi. Evde her şeyi annem idare ederdi.

Babama gelince, doğrusunu söylemek gerekirse, köy halkı onu ailemizin gerçek reisi olarak görmezdi. Herhangi bir konuda sık sık şöyle dedikleri olurdu: “Hey hey, onu ustaka (bizde sanat erbabına saygı ifadesi olarak usta denir. Ustaka, usta akay, usta amca demektir) sormasan daha iyi edersin, o baltasını nereye bıraktığını bile bilmez, onların evinde her şeyi bilen, her şeyin başı büyük anadır, soracağını ona sorsan iyi edersin…”

Şunu da söylemek gerekir ki, yaşım küçük olsa da, ev işlerine çok defa ben de karışırdım. Çünkü ağabeylerim savaştaydılar. Onun için bana, bazen takılmak için bazen de ciddi olarak “İki ailenin cigiti (yiğidi), koruyucusu ve besleyicisi” derlerdi. Ben de bundan gururlanır ve sorumluluk duygusunu hiç yitirmezdim. Öte yandan, annem de beni bağımsız davranmaya teşvik ederdi. Ev işleriyle meşgul olmam, becerikli olmam ve hamaratlığımla, bütün gün tahta rendelemekten başka bir şey yapmayan babama benzemeyişim, hoşuna giderdi.

Eve geldim, arabayı evin yanındaki söğüdün gölgesinde durdurdum ve dizginleri bırakarak cümle kapısına doğru yürüdüm. Avluda, bizim onbaşı Orozmat’ı gördüm. Atının üzerindeydi. Her zaman olduğu gibi koltuk değneğini eyere asmıştı. Yanında annem de vardı ve bir konuda tartışıyorlardı. Yaklaşınca annemin sesini duydum:

– İşte bu olmaz! Kadınların çuval sırtlayıp araba yükledikleri nerde görülmüş? Hayır yavrum, olmaz, benim gelinimi rahat bırak. Her zaman yaptığı işleri yapsın yine. Zaten benim gün yüzü gördüğüm yok. İki evin işini yapmak, iki evin üstesinden gelmek ko­lay mı? Bereket versin küçük kızım biraz büyüdü de yardım edebiliyor. Hafta boyu işten belimi doğrultamıyorum. Keçe çiğnemişim gibi her yanım tutuk. Mısırlar sararıp solmak üzere, sulamak gerek.

Benzer İçerikler

Don Kişot | Miguel de Cervantes

yakutlu

Keloğlan’nın Sihirli Değneği | Ahmet Usta

yakutlu

İnsan Ne İle Yaşar

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy