“Bir gün yolunuz Polonya’ya düşerse, bilin ki her yerde Chopin’den bir parça vardır.”Küle Dönüşen Kalp, Polonya’nın yetiştirdiği en önemli müzik dehası Fryderyk Chopin’in, 8 yaşında Varşova’yı ayağa kaldırdığı konseriyle başlayan ve Paris’in salonlarına dek uzanan öyküsünü anlatıyor. Aşkla, hastalıkla, dostlukla, sıla özlemiyle ve elbette müzikle dopdolu bu kısacık yaşamına 230’un üzerinde yapıt sığdırmayı başaran hüzünlü piyano şâiri, doğumunun 200. Yılında tüm dünyada saygıyla ve özlemle anılıyor. Biz de 2010 Chopin Yılı’nı, Göknil Özkök’ün kaleminde hayat bulan bu kitapla kutluyoruz.
İçindekiler
Paris 1837, 7
Varşova 1818, 11
Paris, 21
Yeni Bir Başlangıç, 30
Geçmiş ve Gelecek, 38
Güzel Bir Haber, 42
Sahnedeki Yıldız, 47
Teodor ve Fryderyk, 52
Ayrılık Zamanı, 57
George Sand’ın Dileği, 60
Geleceği Görebilmek, 65
Güzel Bir Yaz, 70
Kayıp Bir Dostu Anmak, 74
Ada, 79
Yağmur Damlaları, 83
Paris 1849, 91
Pleyel Konser Salonu 1848, 94
Sonsuzluğa Karışmak, 97
PARİS 1837
Üşüyorum. Dışarıda kar var. Paris’in taş sokaklarına düşen kar tanelerini seyrediyorum. Kalbim buz gibi. Evimi özlüyorum. Evimi, ailemi, dostlarımı. Çocukluğumun geçtiği her yeri, her ânı özlüyorum. İnsanın ülkesinden uzaklarda olması ne acı. Bu özlem beni günden güne eritiyor sanki. Doğduğum toprakların kokusunu özledim. Belki de ömrümün sonuna dek sürecek bu özlem, kim bilir? Çaldığım her seste oraların havası, tatlı esintileri var. Polonya. Benim sevgili Polonya’m. Kalbimde derin bir üzüntü duysam da, yoluma burada devam edeceğime, başarılarımla var olacağıma dair söz verdim. Yanımdan hiç ayırmadığım kadife keseyi soruyor burada insanlar bana. Ülkemi taşıyorum yanımda diyorum. Anlamadan yüzüme bakıyorlar. Ben de öykümü anlatıyorum onlara.
Polonya’dan ayrıldığım o hüzün dolu günü. Polonya’dan ayrıldıktan sonra birkaç ülke gezdim. Viyana’ya ve Londra’ya gittim. Şimdi ise ressamların, yazarların, müzisyenlerin, sokaklarında kendini kaybettiği, her taşının sanat ve güzellik dolu olduğu Paris’teyim. Sefalete, yokluğa, aşka ve büyük yapıtlara sahne olan Paris’te. Mutsuzum. Ama bu bana huzur veriyor. Ne tuhaf. Bu hüznü seviyorum. Piyanomun tuşlarına dokunduğum an bambaşka bir zamanda, bambaşka yerlerde buluyorum kendimi. Tuşlar konuşuyor sanki benim yerime. Onlar anlatıyor öykülerimin yüreğimde bıraktığı izleri. Ve ne tuhaftır ki, piyanomdan yayılan bu yalnızlık dolu sesler, bana günbegün başarı, ün ve para getiriyor. Tüm bunlar belki de mutlu etmeli beni, değil mi? O daveti düşünüyorum birkaç gündür. Sevgili dostum Franz Liszt’in evindeki davette yanıma gelen şu gizemli kadını düşünüyorum. O gece, yalnız başıma bir köşede insanları seyrederken, kalabalığın içinde nereden geldiğini görmediğim birisi belirdi yanımda. Erkek giysileri giymişti. Evet,üzerinde erkek giysileri vardı. Neden bilmiyorum, ama hâlâ düşünüyorum. Kimdi o kadın? Etkilendim mi yoksa? Tuhaf görünümüydü belki de beni etkileyen. Üstelik komik bile buldum diyebilirim. Günlüğüme yazacak kadar hem de.
Genç adam günlüğünü kapattı, kalemini masasının üzerine bıraktı ve pencereye doğru yürüdü. Bir romanın sayfalarından dışarıya bakıyor gibiydi. Kar gün boyu yağmış, Paris’in taş sokaklarını kaplamıştı. Ürpertici bir sessizlik çökmüştü tüm kente şimdi. Dışarıdaki görüntü kendi yaşamöyküsünü andırıyordu. Soğuk ve sessiz. Yine o tuhaf giysili kadını düşünmeye başladı. Kadın ona, “Dünya hiç de düşündüğünüz kadar kasvetli değil Bay Chopin,” demişti. Chopin küçükken ne kadar neşeli ve hareketli bir çocuktu. Kim derdi ki bir gün genç bir adam olduğunda o neşe yerini aniden hüzne bırakacak. Buna hastalığının neden olduğunu düşünüyordu, ama neden yalnızca bu değildi. Yalnızlık duyuyordu. Oysa ki birçok dostu ve sanat çevresinden pek çok tanıdığı vardı. Prensler, dükler, kontlar ve kontesler sık sık görüştüğü kimselerdi.
Alnını pencereye dayadı. Kulaklarında o ilk konserinin alkışları çınladı. Salondaki “Bravo! Bravo!” seslerini o günkü gibi duyabiliyordu. Ne kadar uzun zaman olmuştu o ânı anımsamayalı. Sekiz yaşındaydı ve tüm Varşova’nın gözbebeğiydi artık.
VARŞOVA 1818
Salon tıklım tıklım doluydu. Herkes sekiz yaşındaki bu harika çocuğu görmek için sabırsızlanıyordu. Tüm Varşova, “Polonya’nın Küçük Mozart’ı” diye ün salmış bu çocuğu konuşuyordu. Chopinlerin evi, halka açık bir konser salonunu andırıyordu. Evden sokağa dökülen sesler, evin önünden geçenleri büyülüyor, sokaktan geçenler sonsuz bir çağlayanı andıran bu pencerelerin altında heykel gibi dikilip kalıveriyordu. Bu kadar küçük bir çocuğun ezgilerindeki hüzündü insanları şaşırtan. Pencerenin altında taşlaşmışçasına duran bedenler, havada dolaşan duygu dolu ezgilerle için için ağlıyordu. Tüm müzisyenler, besteciler aynı notaları, aynı sesleri kullanır. Ama her besteci onları bambaşka biçimlerde yan yana getirir ve böylece müzik, sahibinin iç sesi oluverir.
Ama Chopin’in müziğinde başka bir şey vardı sanki. O, notaları sözcüklere dönüştürebiliyordu. Çaldığı müzik ne olursa olsun, bir mazurka, bir vals ya da bir polonez, onun parmaklarında öyküleşiyor, bir şiire dönüşüyordu Ama içinden gelen ses nedense küçüklüğünden beri tuhaf bir hüzne arkadaşlık ediyordu. Yazdığı polonezler henüz bilmediği, hiç tatmadığı duygularla dolu oluyordu. Polonyalıların bu neşeli dansı, küçük Fryderyk’in parmaklarından akıp giden tuşlarla yaşama karışıyordu. Yoldan geçenleri sarıp sarmalayan bu müzik, bir süre sonra sarayların, konakların, köşklerin salonlarını doldurmaya başladı. Öyle çok konser veriyordu ki, günleri kontlarla, konteslerle, prenslerle bir arada geçiyordu. İnsanlar çok doğru bir benzetme yapmışlardı Küçük Chopin için. Chopinlerin yaşamı gerçekten de Mozartların yaşamını andırıyordu. Küçük Chopin ve ablası, tıpkı Mozart ve Nannerl gibi ev konserleri yapıyorlar, hatta kendi yazdıkları tiyatro oyunlarını eve gelen konuklara sergiliyorlardı. Üstelik Mozart, Chopin’in görünmeyen arkadaşı gibiydi. Onun müziğini çalarken sanki onunla sohbet ediyor, onun neşe dolu ezgileri içindeki görünmeyen, ama sezilen hüznü seviyordu.
Küçük Chopin, iyi bir piyanist olan annesinden almıştı ilk derslerini. Babası Polonya’da yaşayan bir Fransız’dı ve Fransızca dersleri veriyordu. Chopin bu sayede çok erken başlamıştı Fransızca öğrenmeye. Bunlara bir de resim yeteneği eklenmişti ileriki zamanlarda. Resim yapmayı da piyano çalmayı sevdiği kadar seviyordu. Piyanonun başına oturduğunda tuşların arasında yarattığı uçsuz bucaksız dünyada kayboluyor, bu dünyaya hiç kimseyi ortak etmiyordu. Konserlerinde onca insan karşısında parmakları tuşlara değer değmez sanki ruhu uçup gidiyor ve alkış seslerine dek geri gelmiyordu. Konserler ona büyük ün getirse de, onun tek istediği seslerin ve ezgilerin arasında oradan oraya uçan bir kuş kadar özgür olmaktı. “Bravo!! Bravooo!!” “Bu çocuk bir deha. Polonya’dan da dâhiler çıkabiliyor işte. Bu çocuğu tüm Avrupa görmeli. İşte bizim de bir dâhimiz var!! Bunu herkes bilmeli!” “Ne tuhaf, bu çocukta ancak yetişkinlerde görülecek bir romantizm var. İyi de bu yaşta, henüz yaşamadığı onca duyguyu nasıl oluyor da hissedebiliyor?” “Ne kadar da zarif. Bir kız çocuğu kadar hem de. Şu narin parmakların yaptığına bakın. Şaşılacak şey!”
…