Çiçekler ve Yasemin | Sümeyye Demirkan


Yasemin Duman, ninesi ve hayatına renk veren dostlarıyla birlikte Muğla’nın küçük bir kasabasında yaşamaktadır. Yasemin’in bu tatlı dünyasına bir gün başka bir şehirden, gizemli ve en az onun kadar kendi iç dünyasında yaşamaktan keyif alan bir genç girer. Hiç ummadığı bir anda Yasemin’in hayatına dâhil olan bu genç, günden güne onun kalbine doğru bir yolculuğa çıkar.

Adımlar atılır, mesafeler çoğalır ama izler baki kalır.

“En güzel çiçek sensin,” dedi gözlerime, yüreğime dokunuyormuş hissiyle bakarken. “Yasemin… Çiçeklerin en güzeli.”

O çizdiğim resimdi ve kendini gözlerindeki sevgiyle boyadı.

*

I. BÖLÜM

Panayır

Yüksek Sadakat – Belki Üstümüzden Bir Kuş Geçer

Çiçek tozları,

Güneşin tatlı şarkısı,

Toprağın öyküsü,

Ellerimin boyası.

 

Üç ileri hiç geri diye var olduğum hayatın içindeki bu kızın yaşam hikâyesi.

Ha! Ben mi?

Yasemin benim adım.

Kuru ağaç yapraklarını bile renklendirmeyi sevdiğim hayatımın bir köşesinde, pencere kenarı çiçeği gibi açmayı seviyorum ama en çok da beni ben yapan yaşantımı.

Yaşam da seni sen yapan her şeydir belki, kim bilir…

Elimdeki süt kovasını kenara koyarken Sütlaç’ın önüne otlarını bıraktım. O sırada Tarçın bana yaslanmaya başladı. Gülerek otları serpmeye devam ettim. “Bir izin verir misin acaba?”

Sütlaç ve Tarçın mı? Ah! Onlar benim koyunlarım.

Dostlarım da denebilir.

Tarçın inatla bana yaslanmaya devam ettiğinde arkamı dönerek elimde kalan otları onun önüne bırakarak “E sana da vereceğim, biraz beklesene,” dedim. Tarçın hemen beni bırakıp otlara yöneldi. Kıkırdadım. “Çok iştahlısınız, yine maşallahınız var.”

Tarçın ve Sütlaç otları yemeye devam ederken ellerimi çırptım ve süt kovasını alıp ağıldan çıkarak kapısını kapattım. Süt kovasını ilerideki taş mermerin üzerine koyduktan sonra arka taraftaki kümese girdim. Tavuklarımın kapısını açıp onları dışarı saldım. Büyük lastiğin içine baktığımda dört tane yumurta gördüm. Yumurtaları aldım ve elbisemin ceplerine koyarak kümesten ayrıldım. Süt kovamı tekrar elime aldığımda birkaç adım ilerideki tek katlı evimizden içeri girdim. “Yasemin,” diye seslendi ninem. “Sensin, değil mi kızım?”

“Evet, nine,” dedim kapıyı kapatırken. “Ben geldim.”

Direkt mutfağa giderek süt kovasını tezgâha, yumurtaları da kutusuna yerleştirdim. Ninem içeri girerek “Çayı demlemiştim,” dedi. “Canın bir şey istiyor mu? Yapayım mı sana?”

“Yok, nineciğim benim,” dedim tebessümle cevap verirken. Tezgâhtakileri kenara bırakarak ellerimi yıkamaya başladım. “Ben şimdi hazırlarım sofrayı. Sonra da şehre gider, bunları satarım.”

“O kadar süt oldu mu?”

“Olduğu kadar,” dedim. “Bir günlük değil ki zaten, biliyorsun. Dolaptakileri de götüreceğim, bozulmamıştır.” Ellerimi yıkadıktan sonra kurulayarak ninemin tonton yanaklarından kocaman öptüm ve buzdolabının kapağını açtım. Pek parlak bir görüntü ile karşılaşmamıştım. “Gelirken bir şeyler de alırım.”

Ninem buzdolabına baktı. “Birkaç güne aylığımı alacağım, beraber çıkarız çarşıya, olur mu?”

“Sen yorma kendini,” dedim kalan peynir tabağına ulaşırken. “Ben hallederim.”

“O zamana kadar ördüğüm kazaklar da biter, onları da götürürsün o hâlde,” diye mırıldandı. “Muğla’nın bu sıcağında kazağı kim ne yapar bilmem ama elimden bu kadarı geliyor işte.”

Buzdolabının kapağını kapatıp nineme döndüm. Boyu benim boyumdan kısaydı ama öyle tatlıydı ki. Ninem benim tek ailemdi. Gülümseyerek koluna dokundum. “Senin ellerine kurban olurum ben,” deyip ellerine yöneldim ve onları koklayarak öptüm. “Ördüğün kazakları almayacak insanın aklına şaşarım ben. Sen kazaklarını ör, ben onları satarım. Sakın dert etme, tamam mı?”

Ninem ellerimi sıkı sıkı tutarken kırışmış göz kenarları ve dudaklarıyla gülünce o çizgilerin hayatımda gördüğüm en güzel şeyler olduğunu düşündüm.

Güzel bir kahvaltı sofrası hazırladım. Ninemle her sabahımız böyle geçerdi. Ben de üç günde bir pazara gider, topladıklarımı satardım. Ninem sofradan kalkarken, “Hadi, sen hazırlan, ben toplarım burayı,” dedi. İtiraz ettim. “Olmaz ninem, sen kazağını bitir. Ben buraları toplarım. Hem çilek bahçesine gideceğim sonra. Biraz da çilek toplayacağım.” Kıkırdadım. “Elma da var.” Ninemin yanağını sıktım. “Bugün bol ganimet olacak. Hadi yine iyiyiz.”

“Deli kız,” dedi gülümserken. Gülüştük. Ninem içeri kazağı bitirmeye gittiğinde ben de çabucak etrafı topladım ve elime iki tane sepet alıp arka bahçeye gittim. Öyle aman aman büyük bir bahçe değildi ama idare ediyorduk. Bir miktar çileği bir sepete, elmaları da diğer sepete koyduktan sonra sepetleri küçük motosikletimin arkasına yerleştirdim. Bu motosikleti geçen sene ninemin emekli maaşının bir kısmını biriktirerek almıştım. Elim ayağımdı bir nevi.

Sepetleri yerleştirdikten sonra içeri girdim. Ninem son işlemlerini hallederken ben de odama girdim ve üzerimdeki elbiseyi çıkarıp mavi çiçekli şalvarımı giydim. Sarıya dönük, açık renkli saçlarımı aynamın karşısında tarayarak mırıldanmaya başladım. “Belki üstümüzden bir kuş geçer… Kanadın bir tüy düşer…”

Saçlarımı taradıktan sonra kulağıma minik, çilekli küpelerimi taktım ve odamdan çıktım. Ninem ördüğü kazağı poşetin içine koyarken bana uzattı. “Yasemin, al bunu kızım. Artık ne kadara satacağını sen bilirsin. Alıcı bulursun umarım…”

“Sen merak etme ninem,” dedim kazağı alırken. “Ben bunu satıp sana emeğini getireceğim.”

Ninem gülümserken gözlerini yerdeki ayakkabılarıma çevirdi. “Yasemin,” dedi çatallaşan bir sesle. “Kızım… Kendine güzel bir ayakkabı al o parayla, olur mu?”

Ayakkabılarıma baktım. Uçları eskimişti, kenarları da biraz yırtılmıştı. Güldüm. “Toprakta giyersem olacağı bu nine. Boş ver sen beni, alırım elbet.”

Ninemin konuşmasına müsaade etmeden onun yanağından öptüm ve mutfağa giderek süt ile yumurtaları kapının önüne çıkardıktan sonra ayakkabılarımı giyerek onları da motoruma yerleştirdim. Ninem kapının önüne gelerek “Akşama börek açacağım,” dedi. “Geç kalma, tamam mı?”

“Kalmam,” dedim kaskımı kafama geçirirken. Motoruma bindim, ellerimi direksiyona koyarak motorumu çalıştırdım ve nineme el sallayıp şehrin yolunu tuttum. Aslında sıcak, küçük bir kasabaydı burası fakat pek ürün satamadığım için şehre gidiyordum. Eh! Çok da uzak sayılmazdı zaten. Yirmi dakika kadar sonra pazar yerine geldim ve motorumu her zamanki yerine çekerek tezgâhımı hazırlamaya başladım. Küçük, kendi halinde bir tezgâhtı ama bize yetiyordu işte. Sütü ve yumurtaları ön tarafa, çilek ve elmaları da onların arkasına yerleştirdim. Ninemin ördüğü kazağı ise daha güzel bir yere serdim. Pazar kalabalıktı ve bu beni ferahlatmıştı, en azından daha çabuk alıcı bulabilirdim. Tezgâhımın arkasına geçerek gömleğimin yakasını düzelttim ve boynumdaki fuları saçlarıma doğru kaldırıp onu tepeden bağladım.

Bir anne ve çocuğuna bir kilo çilek vererek günün ilk siftahını yaptım. Kafamı çevirdiğimde Orhan ve Nisan’ın yaklaştığını gördüm. Onlar benim arkadaşımdı ve ikisinin de burada tezgâhı vardı. Nisan yaptığı bileklik ve kolyeleri satıyordu, Orhan da mısır ve sebze… Ve ikisinin güzel giden bir ilişkisi vardı.

Nisan gülerek gözlerini kıstı. “Nasıl gidiyor?”

“Daha yeni başladım sayılır,” diye yanıtladım. “Sizin?”

Orhan cevapladı. “Çok az kaldı, bitmek üzere.”

Gülümsedim. Nisan devam etti. “Benim de fena sayılmaz. Turistler olmasa tüm ürünlerim elimde kalacak. Gece gündüz boncuk diziyorum yahu! Alsanız ölür müsünüz?”

Onun bu hâline daha geniş gülerken Orhan da bana eşlik etti. Nisan tatlı siteminden kurtularak nefes nefese kalmış gibi gözlerime baktı. “Biz aslında sana bir şey sormaya geldik. Yarın akşamki panayıra geleceksin, değil mi? İstanbul’dan şarkıcılar gelecekmiş, eğleniriz.”

“Bilmem ki,” dedim dudaklarımı sarkıtarak. “Ninemi evde yalnız bırakmak istemiyorum.”

Nisan, “Nineni de getir,” dediğinde ona boş boş baktım. “Delirdin herhâlde? Hem tansiyon hastası o, yapamaz ki oralarda.”

Nisan ısrar etti. “Yasemin, lütfen gel, geçen sene de gelememiştin. Beraber güzel bir akşam geçiririz.”

Panayıra gitmeyi istiyordum elbette ama ninemle kalmayı daha çok istiyordum. Geçiştirdim. “Bakarız. Kesin bir şey söyleyemem ki.”

Orhan da ısrar etti. “Hatice nineyi bize getir istersen, benim ninemle oturur.”

Güldüm. “Nineler, ninelerimiz…”

Gülüştük. Tekrar konuştum. “Tamam, gelmeye çalışacağım. Haberleşiriz, olur mu?”

Nisan saçlarını düzelterek kahverengi gözlerini kapatıp açtı. “Tamam. Biz işimizin başına dönelim o hâlde. Kolay gelsin, bol satışlar.”

“Size de,” dedim içtenlikle. Orhan ve Nisan arkalarını dönüp uzaklaştıklarında tezgâha bir adam yaklaştı. Ona on tane yumurta ve iki kilo elma verdim. Canım ninemin ördüğü kazağı henüz kimse almamıştı. Yine de iyi gidiyor sayılırdım. Su şişemden birkaç yudum su içerek kapağını kapattım fakat o sırada öyle bir şey oldu ki tezgâhımla beraber ben de savruldum. İrkildim.

Kendimi toparlayıp önüme döndüğümde karşılaştığım manzara beni hem sinirlendirmiş hem de bir hayli üzmüştü.

Süt kovam yere dökülmüş, yumurtaların neredeyse hepsi kırılmıştı. Kırık yumurtalar yerdeydi.

Gözlerim irileşti, telaşla öne çıktım. Ne yapacağımı bilemez bir hâldeydim. Ellerim titriyor, kalp atışlarım yerli yersiz hızlanıyordu. Birkaç saniye içinde bir ses işittim, tam tepemdeydi. “Ben…” dedi. “Ben çok özür dilerim.”

Sadece sesi işittim fakat gerisi gelmedi. Duygularımın içinde kaybolmuştum. Adımlar görünce kafamı kaldırdım. Karşımda üç erkek vardı, ikisi arkada biri öndeydi. Önde olanın bakışlarında gördüğüm şey ürkeklik ve pişmanlık ifadesiydi, sanırım özrü dileyen kişi oydu. “Siz?” dedim kaşlarımı çatarak. “Biraz daha dikkatli yürüyemez misiniz?”

Çocuk konuşmaya başladı. “Çok özür dilerim.” Evet, az önceki özrün sahibi bu çocuktu.

Arkadaki iki çocuktan biri atıldı. “Kolu çarptı sadece. Bu kadar büyütülecek bir durum yok.”

O çocuğa yönelttim tüm öfkemi. “Büyütülecek bir şey yok, öyle mi?” Çocuğun alaycı yüz ifadesi beni çileden çıkaracak cinstendi. Burnumdan soludum. Ne söylesem fayda etmeyecekti. Konuşmadım. Gözlerimi onların üzerinden çektim ve yere eğilip sağlam kalan yumurtaları bulmaya çalıştım. Özür dileyen çocuk da yere eğilerek bana yardımcı olmaya çalıştı ama onu engelledim. “Uzaklaşın, ben hallederim. Lütfen, gidin buradan!”

“Lütfen, yardım etmeme izin verin,” diye mırıldandı, sesindeki ve tavrındaki ifade birbirini dengeliyordu. “Benim hatam.”

“Evet, sizin hatanız,” dedim dürüstçe. “Kocaman adamlarsınız, yürümeyi bilmez misiniz?”

Çocuk cevap vermedi. Ayağa kalktım ve yumurta kâsemi alarak kırılmayan yumurtaları içine doldurmaya başladım. Sütü ne yazık ki kurtaramayacaktım. Arkadaki çocuklar kendi aralarında mızmızlanırken öndeki çocuğun omzuna dokunarak “Hadi gidelim oğlum, basit bir dikkatsizlik işte, neyse parası öderiz,” dedi.

Öndeki yeşil gözlü çocuk arkadaki arkadaşına döndü. “Ufuk, her şey senin yüzünden oldu, bir de dalga geçer gibi konuşuyorsun. Siz gidin!”

Adının Ufuk olduğunu öğrendiğim, öğrenmez olsaydım dediğim çocuk ve yanındaki arkadaşı oradan giderken çatık kaşlarımla etrafı toplamaya devam ettim. Yanımda kalan tek kişi o olmuştu. Olduğu yerden gayet mahcup bir tavırla bana bakıyordu. “Arkadaşlarımın lüzumsuzluğu için kusura bakmayın, zararı karşılayacağım.”

Gözlerimi, gözlerine diktim. “Buradaki tek lüzumsuz sizsiniz! Karşılayacağınız bir zarar yok.”

Gülümsedi. Kaşlarımı daha sert çattım. Gülümsemeyi bıraktı.

Boğazını temizleyerek tezgâhı incelemeye devam etti. Sanki bir şey alacaktı. Ninemin kazağı bakışlarının rotasına girdiğinde, “O kazağın fiyatı nedir?” diye sordu.

Afalladım ama ifademi elden bırakmadım. “Yetmiş lira.”

“Almak istiyorum.”

Gözlerimi kıstım. “Sırf bir şey almak için alacaksınız, öyle değil mi?”

“Hayır, giymek için.”

“Güzel,” dedim. “Ninem sonunda bu şehir insanın böylesi bir kazağı giydiğini öğrenince mutlu olacak.”

“İstanbul’da yaşıyorum,” diye karşılık verdi çocuk bir anda. “Ayrıca güzel kazakmış, el örgüsü, değil mi?”

“Evet,” diye kafamı aşağı yukarı salladım. Yeşil gözleri küçülürken kazağı ona vermem için bekledi. Elimdekileri kenara bırakarak derin bir nefes alıp verdim. Sonra da kazağı paketleyerek çocuğa uzattım. Bana yüz lira verdi. “Üstü kalsın, zararı karşılar mı bilmiyorum ama…”

Paranın üzerini ona uzattım. “Karşılayacağınız bir zarar yok. Elinize, kolunuza sahip çıkın yeterli! İyi günler.”

Çocuk uzattığım kazağı ve parayı alırken gözlerini gözlerimden ayırmayınca rahatsızlık duydum ve bakışlarımı kaçırdım. Geri geri giden adımları onu buradan uzağa iterken yüzüne bile bakmadan yere tekrar eğildim ve yere dökülenlere çaresizce baktım. Eğildiğim yerde sıkıntıyla soluklanırken dikkatimi çeken tek şey, çocuğun giderken bir ara arkasını dönerek bana tekrar bakması olmuştu.

Gün bitimine doğru, kazandığım parayla bir şeyler alarak eve döndüm. Nineme olanlardan bahsetmeyecektim. Gülümseyerek eve girdiğimde elimdekileri mutfağa bıraktım sonra da içeri girdim. Mum ışığında pencerenin kenarında oturuyordu. Yanına gidip direkt yanaklarından öptüm. “Nineciğim, kazağı sattım!”

“Deme,” derken gözleri parladı hevesle. “Bu kör ninenin bir alıcısı oldu mu yani?”

Sahte bir tavırla ona kızdım. “Aşk olsun nine, sen hep örersin ben de hep satarım ya.”

“Ama son zamanlarda kimse almıyor ki.”

“Havalar sıcak ya ondan almıyorlardı ama bak, aldı işte biri.” Karşısına geçip oturdum. Ninem hareketlendi. “Börek yapmıştım, çay da demledim. Seni bekledim gelmen için. Haydigel, yemeğimizi yiyelim.”

“Yeriz,” dedim kafamı sallarken. Ayaklandım ve ışıkları yakarak sofrayı çabucak kurdum. Birlikte yemeğimizi yedik. Aklıma gelen şeyle gözlerim büyüdü. “Tarçın ve Sütlaç’ın karnını doyurdun mu, nine?”

Güldü. “Hepsini doyurdum kızım, sen sakın merak etme.”

Rahatladım. “Biliyorsun, sormadan rahat edemiyorum. Bugün gidemedim ama yarın yine otlatacağım onları.”

“Ot kalmadı be yavrucuğum.”

“Sen endişelenme, ben muhakkak bulurum bir yer.”

Ninem beni daha fazla zorlamayarak konuşmayı bıraktığında akşam sofrasından kalktık. Sıcak bir yaz günü gecesiydi. Ninemle birlikte mutfağın balkonundaki sedire oturduk. Daha doğrusu ninem oturdu, ben de kafamı onun dizlerine koydum. Pamuk elleri saçlarımda geziniyordu. Ben de yıldızları izliyordum. “Nine,” dedim sakin bir sesle. “Sence annem ve babam hayatta olsaydı hayatımız böyle mi devam ederdi?”

Ninem iç çekti. “Annen ve baban sana kıyamazdı ki… Koyunları, tavukları beslerdin, çileği yine toplardın ama onları sana sattırmazlardı güzel Yasemin’im.”

Gülümsedim. Annemi ve babamı altı yıl önce kaybetmiştim. Aslında onlar benim asıl ailem değildi. Ben başka bir kadından doğmaydım fakat onu hiç görememiştim ya da kanını taşıdığım adamı yolda görsem tanımazdım. Ailem beni evlatlık almışlardı. Ailem… Evet, benim asıl anne ve babam beni doğuran değil, yetiştiren insanlardı. Ninem de öz ninem değildi ama kan bağının ne önemi vardı ki? Gönül bağı her şeyden evvel geliyordu, bunu bana onlar öğretmişti.

“Bazen kendi öz annemin beni neden bıraktığını düşünüyorum,” diye mırıldandım hissizce. “Ama sonra hiç böyle bir şey olmamış gibi hissediyorum. Yani, saçma değil mi sence de nineciğim?” Gözlerimi kapattım yıldızlara bakamadan. “İki tane annem var ama ben birini annem bildim ve ölene kadar onu annem bileceğim.”

“Öz annen senin gibi bir evladı olduğunu bilse ne yapardı acaba?” diye konuştu kendi kendine. “İnsan kendi çocuğuna nasıl kıyabilir ki?”

“Bilmem. Benim annem bana kıymadı ki, sadece babamla birlikte ömrünü yitirdi. Ama onlar hep benim kalbimdeler.” Gülümsedim yine. Ninemin dolan gözlerine baktım. “Sen de benim kalbimdesin. Hep orada olacaksın.” Kıkırdadım sesim ateş böceklerine eşlik ederken. “Biz seninle daha çok eğleneceğiz. Beni hiç bırakmayacaksın, değil mi?”

Ağır ağır kafasını salladı. “Hiç bırakmayacağım.”

Sessizlik aramıza girdiğinde kafamı yavaşça ninemin dizlerinden kaldırdım. “Yarın akşam panayır varmış, Orhan ve Nisan beni de çağırdı ama gitmeyeceğim.”

“O niyeymiş?”

“E, seni bırakamam ki burada.”

Bana kızdı. “Hayır efendim, gideceksin. Hem Dost var burada. O beni korur.”

Dost, bizim köpeğimizdi. Dışarıda bir kulübesi vardı ve bizi her şeyden korurdu. Diğerlerini de.

“Ama…” diye itiraz ettiğimde ninem razı gelmedi. “Yarın akşam o panayıra gideceksin ve eğleneceksin. Bak, gitmezsen sana bir daha börek yapmam.”

Ona saf saf baktım. Sonra gülerek ellerimi karnına götürerek gıdıkladım. “Sen de az değilsin, sen…”

“Dur, deli kız,” diye gülmeye başladı ninem. “Öldüreceksin beni gülmekten.”

Fakat biz her gecenin ay ışığında ninemle bir günü öldürüyor, ertesi gün için yaşıyorduk. İki kişilik bir aileydik. Ailemizin içinde de sayamayacağız kadar dostumuz vardı.

Sabah olduğunda kümesten yumurtaları aldım ve mutfağa bıraktım. Kahvaltımı yaptıktan sonra da şalvarımı çekip Tarçın ve Sütlaç’la birlikte gezmeye çıktık. Bir elimde değnek vardı, boynumda da küçük çantam asılıydı. İçinde okumak için bir kitap ve yemek için atıştırmalıklar bulunuyordu. Ağır ağır kasabanın otlak yerlerine doğru ilerledik onlarla. Evden çok uzaklaşmamaya çalışıyorduk. Az ileride yazlıkların olduğu bir yer buldum ama çok yakın değildi. Yeşil alanları fırsat bilerek güldüm. “Haydi, gönlünüzce yiyin bakalım.”

Sütlaç ve Tarçın zaten beni duymaya gerek kalmadan çoktan otlamaya başlamıştı. Ben de derin bir nefes alıp soludum, sonra da gölge bir yere oturarak çantamdan çıkardığım kitabı okumaya başladım. Bu sene mezun olmuştum liseden, üniversite sınavına girmiş ama istediğim başarıyı yakalayamamıştım. Aslında resim yapmayı çok seviyordum ve bunun üzerine bir şeyler okumak, bir kez daha hazırlanarak burada bir okumak istiyordum. Ninemi de düşünüyordum. O buraları bırakamazdı, ben de onu.

Benzer İçerikler

Incarceron – Catherine Fisher – Online Kitap Oku

yakutlu

Milena’ya Mektuplar – Franz Kafka – Online Kitap Oku

yakutlu

Maskeli Yabancı – Maisey Yates – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy