Cinnetim Cennetimdir, platonik aşk üzerine yazılmış en iyi romanlardan biridir.
“Bin yıl kadar cevabını bekledim ayakta… Sustu, konuşmuyordu, ağzını kıpırdatacak oldu, vazgeçti cevabından…
Cesaret arkadaşım, kızmam inan. Neleri atlattım bir bilsen… Hadi, kıpırdat dudaklarını.
Sıkılma, seviyorsan ‘elma’ de. Değilse hiç bir şey deme. Öylece kalalım burada. Ya da sen git, hiç gecikme…”
Işığın yanıtlıyor ressam abi, tuvalin kan ağlıyor biliyorum! Şurada başı elleri arasında çömelmiş karamsar kızın tepesindeki mor dağlara fırçandaki beyazı bir çalabilsen kurtaracaksın insanlığı karanlık gecelerden…
İlk kaçamağında lisede; önce ayak bileklerinden başla öpmeye, binlerce kitap, defter karıştırsın da Freud, tabir edemesin rüyanı. Hani büyük bir meclistesin; şeytan ayak bileklerini suya bırakmış, ayak bilekleri o kadar mı mi mu mü ki anlatamıyorsun, hani ayak bileklerine zaafın soru kipleriyle başlıyor…
Zincirin kesip kemiğe ulaştığı yere kadar gömüp kafanı; şuursuz zincirlere, karşı atakta bulunan hücreleri öpüyorsun bir bir, göreceksin ne kadar hoşlanacak ayak bileklerini öpmenden… Her şeye tabandan başlamak iyidir ressam abi! Notaları düşsün, (do) dan (do) ya seki?, tane, (fa) da tıkandığını, esir olduğunu düşün, ömrünü “fa” ile bitireceğini düşün, (do) ya çık abi! O zaman;
Fa’nın fakatlarla farklılaştığını farketmesen de farklılığın farklılaşmadığını fark etmek farkmaz artık senin için!
Deden “fa”yı yaşadı, baban fa’nanı geçindirmek için yedi nota do’laştı, fa’nan don gömlek dikti kaç zaman, yağı buldu tuzu bulamadı, tuzu buldu tüpü bitti, fare den korkmadı, fala inanmadı hiçbir zaman, sadece bize inandı ressam abi, sadece bize… Sen ise bir gün olsun fa nanın mezarına gidip fatiha okumadın, notaları düşün ressam abi! (do) dan (do) ya sekiz nota, fa’da tıkandığını düşün, sümüklüböceğin, kaktüsün, Bay Gelmedi’nin, Çekirge’nin bize kızdıklarını düşün, fa’nın re’den korktuğunu düşün, (do) ya çık ressam abi!
Fa’nın fakatlarla farklılaştığını görecek ve bu ta’ribana hak vereceksin. Bırak cama konan sinekleri saymayı, burada fadan söz ediyoruz fa’lan… fa’lan… faaaaaaaaaa…
(.././..)
Sanatçının hassosu bizim köpekti ressam abi!
Geçen kış ayda bir milyon iki yüz bin lira kazanmak için silâhını ateşleyen belediye avcılarınca yere serilmişti. Ne zaman kar yağsa beyaz ve kırmızı gelir aklıma…
Beyaz ve kırmızı! Kara boşalan soyluluk. Beyaz ve kırmızı, bağırsak, yetim yavru! O para her yerde kazan il ab il irdi beyaz ve kırmızı…
Sanat: Ailesini belediye vurdu, sevgilisi merdiven altlarında dondu. Beyaz ve kırmızı, kuyruk havada, karşı tepeciğe çıkıp soyluca bakardı, tek sırdaşıydı tepecik yalnız onunla oynardı. Kardeşine gelince:
Kışı atlattı nihayet. Yaz günü arabanın altında kaldı. Kışı atlattı da ressam abı, yaz günü be! Yaz günü…
(../../..)
Eridi tepecik kahrından deniz seviyesine indi…
(../…/…)
Titreme değil ellerimdeki ressam abi!
Beş milyar insanın yürek çarpıntısı var damarlarımda. Özlemi var. Kini var. Bok kuyusundan çıkanların potporik karakterleri var! Oğlu dağlara çıkan ananın ben yaştaki delikanlılara hasretli bakışları var. Hem böyle bakışlar nasıl olur biliyor musun? “Şimdi ne yapıyor’lu, bir gün dönse keşkeli”… Ağır çekimde yitirilmiş hayatın çocuksu ürkekliğiyle dolu olur…
Şehre döndüğümde çöpçülerin grevi son bulmuştu ressam abi. Bu şehre iki pislik fazlaymış(!) Mantıklı teşbih kullanırken “Anlayamadığım her şey güzeldir” diyen genç adam da öyle… Uyan ressam abi uyaaaaaan! Çatılmış kaşlarınla korkutacağını sanma! Burada Türkçe’yi kullanma gücümüzü ölçüyorlar, burada arkaik maskeler takıp gülücükler savuracağımızı sanıyorlar, kahraman olduğunu bilmiyorlar, seni anlatabileceğim bir alfabenin oluşmasına kadar bekleyecekler, Emzirme Bakanlığı nın önünde ziftlenmek için ağızla ossurma yarışına girecekler…
Kahraman:
İyi zamanlarda kötü kararlar aldırılan kişidir.
Daha dün, sizin bildiğiniz roman kahramanlarından değildir, yukarıdaki tanımla ilişiği yoktur (dedim) onlara. Önce bir şey anlamadılar sonra anlamış gibi yapıp; “Nee! ha! Yaa!” cinsinden ünlemli cümlelerle aldatmaya kalkıştılar, seni paçavra bir ödülle kandıracaklarını sandılar. Çakların hepsini bir yerlerine soktum, bekâr bir yazar “Oğlumun pipisini yiyin” diyemezdi…
Babam efendiydi. Küfretmeyi sevmezdi. Kimselere yedirtmedi şeyimi! Paylaşmayı severdim hilbusaki, kavgayı da severdim hem de çook…
İlki, salçalı patates kızartması dağıtımındaki aksaklıktan doğdu. Kanrevan içinde kıvrananlardan birisi kendisini dövenlerin eşgâlini veriyordu polise:
Ne bileni memur beg! Pantol geymişlerdi, çaket geymişlerdi, gravat dakmışlardı…
İpucu tamamdı.
Kaşlar çatık.
Fikir sabit.
Ellerinin arasındaki çenesini ovuşturması bitince, telsize kıvrak zeka ürünü sözcükleri haykırdı:
Zanlılar gömlekli…
(…/../..)
İlk cezayı Orta Çağ hikâyelerinde anlatılan periden aldım, sihirli değneğiyle tokaya dönüştürdü, Pamuk Prenses’in saçları müebbetim oldu. (Kıldan müebbet!) Cücelerin prensesi korudukları antik bir yalan ressam abı! Büyülü elma hesabı filan da öyle! Her gece birisi kayardı uyuyan güzele ressam abi! Her gece bir cüce…
Beyaz kravatlı Prens, Pamuğu uyandırdığında, anlattım olanları bir bir. İnanmadı metal tokaya. Gidip ultrasona yattı:
Kızlık zarında Yedi Benek!
İlk kez korkmuyordum mitolojiye kafa tutmaktan ressam abi! Yüksek aşkımızın alçak duygulan gerçekleri yazdırmıştı. Defteri kapatıp derin bir “oh” çektiğimde, bilinçsiz oksijen tüketimimle yanımda yöremde taburelere oturmuş, çayını yudumlayanlar ilaç sıkılmış sinekler gibi vızıldayarak düşüştüler, burada da zeki bir doktorun otopsi raporları yetişti imdade:
Felan tarih ve mekanda şu şu şu şahıslar: Muhtelif nefes darlığı yahut sektei kalpten hayatlarını yitirmişlerdir…
Dedim ya; korkmuyordum artık. Hani elendi olan babam var ya? Evde çekilmez birisiydi. Despottu. Babamın korkusundan korkamıyordum! Korktuğum yegâne şey korkuydu! Suratının aldığı şekildi. Mimikleriydi…
“Ben daha on üç yaşındayken köyden köye okumaya giderdi m. Kurtlar yanaşamazdı. Bir dere vardı, hele birden vardı ki sayılanlarının çokluğundan balıklar velileriyle suya girerdi! Palandöken’de asker iken rüzgar yanımda uğuldayamazdı!” derdi. “Benim oğlum cesur olacak” derdi, benim oğlum cesurr..
Bayram sabahıydı, eline sarıldım bırakmadı, el öpmeyi öğrenmeyecektim, el öpmek cıs’tı, el öpmek kaka…
Otobüste uyutmaz dil boyun eğmek yasaktı, on altı yaşındayken sigara içip içmediğimi sordu: Hayır dedim (her evlât gibi!) çok kızdı, “Erkek adamın başı dumanlı o/ur”muş! Tuttuk sigaraya başladık hem de en kralından… Masrafım artıyordu. Perşembe akşamı aldığım ihtarla orta halli erkek oldum, Maltepe’ye başlamakla baş dumanım yarı yarıya düştü!
“Felâketi kafaya koymuş asi bir evlât için
ağlamaya değmez…”
Baba sözü
Kafaya koymuştum, babam için “üstün evi ât “ı yaratacaktım. Ben Johnson’un ayaklan, Mozart’ın parmaklan, Naim’in muhteşem kasları, Aynştayn’ın beyni, Van Gogh’un ayrıntı tarayan gözleri (hepsini gazete ve dergilerden kestim) üstün insanların muhteşem organlarıydı bunlar. Üstün evlât bitmiş duvara asılmıştı bile, ilk işim babama göstermek olacaktı, sabah elimi yüzümü yıkarken annemin beni dikkatle izleyişi Üstün evlât’ı unutturdu, gözlerimi aralayıp havluya uzandım, gülüşmeler artmıştı, ne oldu dedim? “Tıss” dedi. Büyük şehre alışamıyordum, yine sular varmış gibi yüzümü yıkayıp havluya uzanmıştım ressam abi! Annem de pandomim yaptığımı sanıp gülmüş! Ne zaman akacaktı bu sular, dahası akan suyun paralelinde hangi sabah gülmeyecekti can annem?
Kahvaltı bitmişti, babamı odama götürüp duvarı işaret ettim:
İşte Üstün insan…
İşte Üstün evlât!
Onu, montaj hilesiyle yarattım diyordum. Babam;
Üstün evlât kavramı ile boş duvar arasında bağlantılar kurmaya çalışıyordu(!)
Üstün evlât gitmişti…
Kayıp üstün insanımı anlatıyordum babama. (Üç seanslık klinik tedavisine başlattı!) İkinci hafta psikiyatrisi paramızı iade edip başka şehre taşındı, nereye gitti ressam abiî Einsteinsel beyinle Mozartsal besteler imkânsızdı, nasıl geçiniyordu ressam abi? Basit toplumun hükümsüz felsefesini bilmiyordu, seyyar dilden anlamazdı, olanları can dostum Levent’e anlattım, pür dikkat dinledi, dalga da geçmedi, inandığına yemin edebilirim, yüreğime su serpilmişti ressam abi! Ailecek uyuduklarını ve saatin bir otuz olduğunu hatırlatarak telefonu kapadı, (Günlüğüme eklemeler yapacaktım ki telefon çaldı.)
Üşüyorum Sahip.
Üşüyorum Sahip.
Üşüyorum Sahip…
Hitabından sonra: İzafiyet teorisini, perspektif), notaları filan anlatıyordu karşımdaki…
Yeni bestesini mırıldanmakta da gecikmedi, konuşma bitmişti, telefonu kapatıp iki adım atmamla telefona koşmam bir oldu… Oydu! O! Alooo! Sen (şrrak) Benim (şrakk)! Sen benim! Dur baba, yalvarırım bırak kollarımı… O aradı… Yemin ederim oydu… Yorgundu… Kötü durumdaydı… Hep başarılı olmamı istemiştin benden… Tatilde yabancı dil kursları, okulda derece, müzikte kulak, resimde derinlik, anneme avukat, sana doktor olacaktım, kendim için bir şey islemiyordum…
Hani Aynştayn’ın beyni yenilmezdi, hani Johnson yorulmazdı, Van Gogh en iyi görendi, nerede Naim’in güçlü kasları, ruhsuz gazete kâğıtları ne yapabilirdi ki baba?
Boş duvarı gördün sen! inanmadın! Sadece Levent inandı baba, sadece Levent. Hem de geç saatlerde, hem de ailecek uyurken… Bir de Nietzsche inanacaktı yaşasaydı baba… Bir de Zerdüşt…