“Ağam ağam benim ağam,
Ağam ağam Kara Ağam.
Hesabım şöyledir ağam:
Yağmur yağdı, gök çatladı.
Koyunların yetmiş ikisinin ödü patladı.
Önden gitti baş toklu.
Arkasından beş toklu.
Onunu verdim kasaba,
Onunu da katma hesaba.
Kurt kaptı birisini,
Ötekinin de getirdim dersini,” diyerek sözünü tamamladı…
***
Bu kitabı, Dünyanın ve Anadolu’nun en eski mesleği olan çobanların anısına saygıyla sunuyorum….
H. GÜLERYÜZ
Yaylama Hoş Geldin 5
Ay Kardeşler 7
Işık Çoban 14
Ak Çoban’ın Yoğurdu 18
Ayana 28
Dumanın Sakladığı Sırlar 32
Yaylamda Kuman Ruhu 40
Yaylamda Kaval Sesi 44
Okuma Yazmayı Nasıl Öğrendim 48
Sevimli Alfabem 60
Çoban Yıldızı 69
Çobanlar İçin Ne dediler? 75
Şarkılar 77
Türküler 78
Şiirler 80
Masallar 81
Son Mektup:12
YAYLAMA HOŞ GELDİN
Yaylama geldin, otağıma girdin, konuğum oldun, soframa oturdun. Hoş geldin. İyi ki geldin!… Gizemli dünyamda belki üç gün, belki bir hafta yolculuk yapacaksın. Bilgi ve duygu dünyamı keşfettikçe, içindeki saklı çobanı bulup çoğalacaksın. İki sen, iki de ben, dörtten fazla olacağız. Küçük de olsa yeni bir takım kuracağız.
Bu kitapla, bir çobanın yaylalarını gezmek ve saklı dünyasını keşfetmek üzere yolculuğa çıkıyorsun. Bu yolculukta, Ay Kardeşlerle, Çoban Yıldızı’yla, Kuman ruhuyla, Ayana’yla, Ak Çoban’la, tanışacaksın. İçindeki örtük közü rüzgâra tutarak parlatacaksın. Okuma serüveni sonucunda, kendi “Alfabeni” oluşturacaksın. Çobanınla şenlikli bir edebiyat sofrasına oturacaksın.
“Her insan deniz gibidir, derin yerleri de, sığ yerleri de vardır,” der, Kırgız yazar Cengiz Aytmatov. Her kitap da bir deniz gibidir. Kitabın sığ ve derin yerleri vardır. Bu sığ ve derin yerlerinde bazen okur olarak “sen”, bazen yazar olarak “ben” olacağım. Bu yolculukta tanışacağız, gizli dünyamızın kapılarını birbirimize aralayacağız. Bu aralamayı başardıkça dost olacağız.
Denizin derinliklerinde incilere, batık gemilere, elmaslara rastlayacaksın. Yeni bir yolculuğa çıkarken bizi de gizemli dünyana çağıracaksın. Çağıracaksın ne demek? Haykıracaksın! Buraya kadar geldiğine göre, sana bir sır vereyim: “Bu yolculukta içindeki kayıp çobanı bulacaksın. Eminim çok mutlu olacaksın. Hep yeni yolculuklara çıkacaksın..”
İyi yolculuklar!…. Gözü ve gönlü açık okur.
Işık Dağı 2011 H. Güleryüz
Mektup: 1
AY KARDEŞLER
Yıldızlar, ayın çevresinde gizliyorlar güzel yüzlerini. Dolunay olup da ışıldarken ay tüm yeryüzünde. Safo
O gece gökyüzü mavi karanlıktı. Çoban Yıldızı, karanlık arttıkça yanıp sönerek bize göz kırpıyordu. Dağların gökyüzüne doğru tırmanışını ve heybetini sessizce izliyorduk.
Çoban Yıldızı’ndan bir şamanın davulundan çıkan “güm, güümm, güüümmm” sesine, zil sesleri karışıyordu. Davul sesiyle zil seslerinin arasından “Ah niye doğdun, sarı yıldız, sarı yıldız, mavi yıldız yıııılllldızzzz” sesi, gökyüzü denizinde kürek çeken bir kızın sesini andırıyordu. Yeryüzünde yanılıp da yola erken çıkan kervanın, basılmasının ağıdını yakıyordu.
Çoban Yıldızı’nın göz kırpmasını gören, davul ve zil sesini dinleyenler arasında o gece kimler yoktu ki? Meryem, Hüseyin, Selahattin, Ayşan, Yaşar, Hanife, Asiye, Bilal, Ziya, Nazlı, Tahsin, Ahmet ve Hasan.
Gökyüzünden, yeryüzüne yumuşak bir iniş yaptık. Oturduk, sustuk ve obayı dinledik: Obadan zil ve kelek sesleri geliyordu. Arada bir koyuncu Rasim’in ve Keleş’in köpeklerinin sesi karanlığı deliyordu.
Efsane yaylacı, Kılınç Mahmut’un, “Dağda yaban armudu/ Yaylam kapalı kutu/ İneklerim olmasa/ Gönlüm darlanırdı.” türküsünü “yitik bir ezgiyle” söylüyordu. Bu ezgiye derenin çağıldaması ve baykuşun çığlığı eşlik ediyordu.
Dağın eteğinden Ay Dede gülümseyerek çıkıyor ve “Merhaba çocuklar” diyordu. Hepimiz gülümseyerek, “Ay Dede Ay Dede! Ay Dede, bilge dede! Senin kalemin, defterin nerede? Gün bitti, gece oldu. Işığını yak dede.” tekerlemesiyle Ay Dede’y hoş geldin diyorduk.
Ay Dede, gözlerini kırparak, “Çocuklar, çocuklar… Güzel çocuklar… Sizi görünce çok heyecanlanıyorum!… Kalemim güneş, defterim gökyüzü, yazdıklarım yıldızlardır. Siz, yazdıklarımı okuyabilir misiniz?” diyerek ışığını ormanlara, dağlara vuruyordu. Işığı bize yaklaştıkça Ay Dede büyüyor ve yıldızlar küçülüyordu.
Yaylanın gizemli tepesi, şenlikli bir geceye hazırlanıyordu. Meryem, “Biz de Ay Dede’nin gülümsemesini, bize gönderdiği ışığını, büyük bir ateş yakarak karşılayalım,” dedi.
Ateşin ışığını, Ay ışığına katarak, yeryüzüyle, Güneş’i ve yıldızları buluşturacaktık. Bulunduğumuz tepe o kadar yüksekteydi ki, elimizi uzatsak Ay’ı tutacak gibiydik. Ay, üzerinde yemek yenmemiş bir sofra ve okunmamış kitap gibiydi. Üzerinde uzun lekeler vardı. Bu lekeleri kimisi omzunda testiyle su taşıyan kıza, kimisi kuzusunu emziren koyuna, kimisi tarlayı çapalayan adama, kimisi de uyuyan güzele benzetiyordu.
Deniz mi? Deniz bizden iki bin metre aşağılardaydı. Dalgalarının sesine martıların sesi, iyot kokusu eşlik ediyor, Zifinli Tepe’ye doğru tırmanıyordu.
Topladığımız kurumuş çam dallarıyla büyük bir yığın yaptık. Bir kozalağı tutuşturarak, ateşi yaktık. Alev yükseldikçe üzerine kucak kucak pir dalı attık. Alev kıvrım kıvrım kıvrılarak göğe doğru yükseliyordu. Üzerinden atlayarak, alevi kucaklıyor, kendimizce yıkanıyor, arınıyorduk. Gölgemiz yamaçlara vurdukça, açık hava tiyatrosunda oynadığımızı sanıyorduk.
Büyüyen ateşin etrafında el ele tutuşarak “Ay akşamdan ışıktır. Yaylalar yaylalar. Ay Dede bize aşıktır. Yaylalar yaylalar. Dağlar bize alışıktır. Dede ışığını zapteyle. Yaylalar yaylalar. Diloy diloy yaylalar,” şarkısını söyleyip döndük, döndük durduk ve oturduk. Gecenin sessizliğini, müziğini dinledik ateşin rengini, dansını izledik.
Bir tavşan kadar tedirgin, bir serçe kadar hareketli Ayşan, incecik sesiyle:
“Ay ay, ayna!
Ay ayna, ana ayna.
Ay da bir aynadır, ayna.
Işığını güneşten alır,
Isısı güneşte kalır!
Alsana Hasan olsana,
Güneşin ısısını alsana!” şeklinde Hasan’a bir bilmece sordu. Biz hep bir ağızdan,
“ Olmaz, olmaz, olamaz! Ayın ışığı yerde kalmaz, Güneş ele avuca sığmaz,” koro halinde karşılık verdik.
O daha kararlı bir sesle; “Olur olur, bal gibi olur! Isıyı al, suya doldur. Suyu eve kondur. Soğuğu, sıcağa döndür,” diyerek bize ikinci bir bilmeceyle karşılık verdi.
Bilmecesine karşılık veremedik. Uzun bir sessizliğin ardından, masal annemiz Meryem’in saati geldi. Masal davulunu boynuna astı. Davula “Güm! Güm! Güm güm güm!.. Zarp! Güm, zarp zarp!” şeklinde vurup, ateşin etrafında döndü, durdu. Çaldı, döndü, durdu, çaldı. Aya baktı, çaldı, döndü. Ayı, yıldızları, dağları, ormanları, ateşi ve bizi selamladı. Ve:
Ay Dede İle Yedi Başlı Devin Savaşı
Ay ile güneş, insanlara daima iyilik getiren ve onları koruyan iki kutsal kudretti. Onlar, insanoğlunu her zaman gözaltında bulundurur ve onları kötü yola sapmaktan korurlarmış. Çok çok eski çağlarmış, büyükçe bir dev varmış.
Nice canlar almış, insanoğlu az kalmış. İnsanlar toplanmışlar, taa Tanrı’ya varmışlar, Kurtar bizi diyerek, Tanrı’ya yalvarmışlar. Bu güç görevi, Tanrı, Güneş’e vermiş. Güneş, “Yakamam ben Dünya’yı, Ay yapsın bu işi,” demiş.
Ay, bu güç görevi, isteyerek kabul etmiş.
Ay Dünya’ya inerken, hava da çok soğukmuş,
Dev, böğürtlen yer iken, ağaçlar göğe uçmuş.
Ay gökte dolun iken, dev Ay’da görünürmüş,
Böğürtlenini yerken, keçeye bürünürmüş.
Ay Dede’yi Yiyen Kurtlar
Ay bazen, tepsi gibi büyük ve parlak olur; bazen da küçülür ve donuklaşırmış. Elbette ki insanlar, bunun sebebi nedir diye, akıllarını yorar düşünürlermiş. “Ay niçin küçülür ve sonra niçin büyür?” diye sorarlarmış. Herhalde Ay, küçüldükçe onu bir şey yemekte ve bitirmekte imiş. Bunu yiyebilecek şey de, kutsal kurtlardan ve bilge ayılardan başka bir şey değilmiş:
“Ay her dolunlaştıkça, kurtlar, ayılar yermiş,
Ay azıcık kaldıkça, kurt ve ayı gidermiş.
Ay gider, bir ay yatar, yarasını sararmış,
İyileştikçe çıkar, yine gökte parlarmış.
Ayı, kurtlar yakalar, iyice bir yolarmış,
Ay yine gidip yatar, yarası kan dolarmış.” Öyküyü ezgilendirerek okumuş, davulla destek olmuş. Masalı sona ermiş.
O gece masalları dinledik, dillendirdik, dillenip ezgilendirdik. El çırptık ateş aldık, ateşi koynumuza koyduk. Aldığımız ateşi o gece Ay’a verdik. Birbirimizi Ay’ın ve yıldızların tanıklığında, yanan ateşin sıcaklığında, mavi gece içinde ve yeşil halı üstünde “Ay Kardeşler” ilan ettik.
Meryem davul çalarken, Nazlı, “Gece çıktım dışarı/ Ay’ın peşinde yıldız/ Çıkmıyorsun aklımdan/ Ne gece ne de gündüz.” türküsünü söyledi. Biz de ona, “Geceee, Ayyy, yıldızzz! Geceee, Ayyy, yıldızzz” sözlerini aralıklı tekrarlarla eşlik ettik.
Biz, yaylanın ruhuna, yıldızların ışığını, kekik kokularını, kardelenlerin sessizliğini, Ay Dede’nin gülümsemesini, davulun, kuzuların sesini, denizin kokusunu ve ateşin ısısını katarak kardeşlik ilacı yapıp içtik.
Mektup: 2
IŞIK ÇOBAN
Ben yeşil yaylaların geceleyin belleği, gündüzleyin gözü kulağı Işık Çoban. Her hafta kasabanın pazarına iner, satış yapar ihtiyaçlarımı karşılarım. Bu hafta da öyle yaptım. Katıra yüklediğim koyun peynirlerini, buzla sarmaladığım yağı, süzme yoğurdu, yeni kırktığım yünleri sattım ve paralandım.
Her zaman olduğu gibi yine pazardan şeker, kuru üzüm, makarna ve incir aldım. Yalanım yok, her hafta olmasa bile ayda bir kitap alırım. Bu hafta da bir kitap aldım. Uluğ amcanın küçük sahaf dükkânı caminin dibindeydi. Kapısı açılınca kitapların ışığı ve kokusu kasabaya yayılırdı.
Sahafa her gittiğimde onu, yeni bir kitabı okurken görürdüm. Başını kitaptan ağır ağır kaldırır, “Hoş geldin evlat,” der. Çayımı, kahvemi söyler. Okuduğu kitabı bana büyük bir heyecanla över. Yazarın söylemek istemediğini söyleyerek kitabı yeniden yazar ve bana anlatır azar azar…
Ben kitapların yazılanlarla sınırlı olduğunu sanırdım. Oysa öyle değilmiş; okur kitabı yeniden yorumlayarak anlar, genişletir ve yeniden yazarmış! Bu işi yapan kişi, kuş olur kanatlanır, Kaf Dağı’na sığmaz, dizginlenmeyen bir okur olur çıkarmış. Bu okur, yazı yazarak ışık saçar, güzel konuşarak insanlara dağların ardını, orada gördüklerinden bölümler anlatırmış. Okuyanları, dinleyenleri meraklandırırmış. Meraklandırdığı kişiler artınca ve dağların ardına düşünce görevini yapmış sayarmış.
Uluğ amca, gençlik yıllarında İstanbul’da kalmış, eski İstanbul’u karış be karış bilir. Cağaloğlu’nu, Eminönü’nü, Küçükpazar’ı gözü kapalı gezebilirmiş. Buralarda çalışan Siirtlileri çok severmiş. Hatta zaman buldukça memleketlerine gider, İbrahim Hakkı’nın türbesini gezermiş. Marifetname adlı kitabın değişik zamanlarda yapılan baskılarını karşılaştırmalı olarak okur, yanlışlarını bildirirmiş.
Tillo üzerinde çok bilgisi varmış. Veysel Karani’nin Siirt’e gelişini şiir gibi anlatır, kanatlandırırmış. Her anlatışında, yeni bir Karan’i yazarmış.
Emekli olunca doğduğu kasabaya gelip yerleşti. Çocukları İstanbul’daydı. Sıkıldığı zaman onların yanına gider, deniz kenarında oturur dostlarıyla söyleşirdi. Yeni bilgilerle, yeni kitaplarla kasabaya dönerdi. Dere kenarındaki evinin önündeki bahçesi, çiçeklerin ve kuşların diyarıdır. Özel dostlarını burada ağırlar. Onlara özel çay demler, çayın…