Günümüzde bilgi çağından söz etmek artık sıradan oldu. Yirmi
birinci yüzyıla yaklaşmakta olduğumuzu vurgulamak da öyle.
Hızla değişen bir dünyada geleneksel bilgiler altüst olurken, yeni
bilgilere gereksinme duyulması da olağandır. Gelişmiş dünya
bu gereksinmeyi karşılayabildiği için bilgi çağını yaşadığını
söyleyebilmektedir. Peki biz bu gelişmenin neresindeyiz?
Söz gelimi, üniversitelerinde birçok dersin hala kitapsız
yapıldığı bir ülkeyiz. ( En son çocuk psikolojisi yayınının
üzerinden yirmi yıldan fazla geçmiş. A. T. Jersild çevirisi
için Prof. Dr. Gülseren Günçe’ye teşekkür borçluyuz.) Bu
demektir ki, üniversite öğrencileri bilgiyi yalnızca “hoca”nın
ağzına bakarak ediniyorlar. Ancak medreseye yaraşır böyle bir
eğitim düzeninde ne bilimden söz edilebilir, ne de çağdaşlıktan.
Bu tür bir eğitim ortamında öğretici tek “otorite”dir, öğrenci
bağımlıdır, verilen bilgi çok sınırlıdır ve üstelik yanlıdır
(tabii, eğer yanlış değilse). Böyle bir zeminde “yetişen’ bir
öğrenci, bir ders için değil bir tek ders kitabı, kütüphaneleri
dolduran sayısız kaynaktan (kitaplar, dergiler, filmler,
kasetler, bilgisayarlar) beslenen çağdaşlarına nasıl yetişebilecektir?
“Talebe” (öğrenici) olmaktan çıkıp, ne zaman “inceleyici”
(student) olabilecektir?
Peki, üniversitelerimiz ders kitabı yayınlamazlarsa gençler
çağdaş bilgilere nasıl ulaşabilecektir? Kütüphaneler tamtakırsa?
Üniversite elemanları ders kitabı yayınlamayı -hele de çevirmeyi!-
zaman yitirmek sayıyorlarsa? Sözlü -dolayısıyla
tek- bilgi kaynağı olmanın keyfini, ayrıcalığını yaşamak varken,
yazmanın, yayınlamanın sıkıntılarına neden katlanmalı
diye düşünüyorlarsa? Daha fazla saymaya gerek yok. Bu satırların
yazarı kitapsız eğitimin üniversitenin bir utancı olduğunu
düşünegelmiştir. Yüzbinlerce genç birçok alanda bizden yayın
beklemektedir. Onları okuma alışkanlığı olmamakla nasıl suçlayabiliriz,
kendimiz yazma alışkanlığını hala kazanmamışken?
Bu bir sorumluluktur, görevdir, borçtur! Üstelik iyi bir ders
kitabı yalnızca bir öğretim aracı değildir (şişirilmiş, doldurulmuş ticari örnekleri dışında); aynı zamanda sentez gerçekleştiren,
ufuk açan, esin veren bir bilgi kaynağıdır. Batıda yıllarca
elden düşmeyen böyle ünlü ders kitapları olduğu bilinir. Keşke
zamanımız olsa, yüksünmesek, küçümsemesek de bu tür kitapları
dilimize çevirebilsek… Üniversite öğretiminde çağdaşlaşmanın
yollarından biri de klasikleşmiş bu örneklerin dilimize kazandırılması
olsa gerektir. (Şimdilik “telif” yazabilecek kadar bilgi
ve bulgu birikimimiz olmadığını unutmamak gerek. Bizde neden
henüz yerli ders kitabı olamayacağını anlamak için elinizdeki
kitabın kaynakçasına bir göz atmak yetecektir.)
Gelişim psikolojisi alanında şimdiye kadar üç ergenlik, bir
yetişkinlik psikolojisi kitabını yayınlamış biri olarak, şimdi de
bir çocuk psikolojisi kitabını sunmaktan gurur duyduğumu saklamayacağım.
Üstelik bu kitap “bir ders kitabı ancak böyle yazılabilir”
dedirtecek kadar iyi düzenlenmiş bir kaynak. Önsözde
de belirtildiği gibi, kitabın yapısı öğretim ilke ve yöntemlerinin
somut bir uygulama örneği sanki; her şey öylesine inceden inceye
düşünülmüş ve kotarılmış. (Fotoğrafları, ek bilgi kutularını, salık
verilen kaynakları elimizde olmayan nedenlerle kitaba katamadığımız
için gerçekten üzüldük.) Çeviriye gelince, çeviride
de en iyisini yapmaya özen gösterdiğimizi belirtmeye gerek yok.
Sorunlar varsa, sorumluluğunun bu satırların yazarına ait olduğunu
söylemek zorundayım.
Bu çeviri olağandışı bir işbirliğinin ürünü oldu. Prof. Dr. Ali
Dönmez ve Doç. Dr. Nermin Çelen benim yakınmalarıma katlanma
gücünü hiç yitirmeden çalıştılar. Prof. Dr. İpek Gürkaynak
desteğini ve yardımını hiç esirgemedi. Uzman Demet Öngen’in de
katkıları oldu. Daha sayamayacağım birçok kişinin de… Hepsine
minnet borçluyum. İmge Yayınevinin ilgililerine de teşekkür
ediyorum.
Bekir Onur
Ankara, Ağustos 1993
:::::::::::::::::
ÖNSÖZ
Carl Sagan’ın yakınlarda dediği gibi, “Herbirimizin içinde
bir evren vardır”. Bireysel evrenlerin keşfedilmesi birbirinden tamamen farklı grupların mesleği ya da uğraşı olmuştur, olmayı
da sürdürecektir. Filozoflar çocukluğun oluşturucu doğası hakkında
fikir yürüttüler; ahlakçılar çocukların davranışı hakkında
açıklamalar yaptılar; anababalar çocukların neden oldukları
gibi geliştiklerini anlamak istediler. Ancak, yaklaşık yüz yıl
öncesine kadar çocukların bilimsel olarak incelenmesi gerçek anlamda
ortaya çıkmış değildi. Sistemli araştırmalar çocuğun ve
ergenin gelişiminin büyüleyici öyküsünü anlamak için kullanabileceğimiz
bir bilgi birikimine yol gösterdiler.
Bu kitabın amacı gelişim süreci konusunda bir içgörü kazanmanıza
yardım etmektir. Önemli araştırma çalışmalarını ve bulgularını
bildiriyor ve gelişim kuramlarının anahtar ilkelerinin
sentezini yapıyoruz. “Büyük” bir kurama bağlı kalmaktan ya da
özel bir görüşün savunmasını yapmaktan çok, çeşitli temel kuramları,
özellikle Piaget’nin, Erikson’un, Kohlberg’in ve Havighurst’ün
kuramlarını sunmayı yeğliyoruz. Onların kuramları bu
kitabın kapsayıcı yapısını sağlamaktadır.
Ele aldığımız içeriğin önemli bir bölümü normal ya da tipik
çocuklara ilişkin betimsel araştırmalardan gelmektedir. Fakat,
başta da söylediğimiz gibi, her çocuk bir bireydir ve dolayısıyla
farklı bir gelişim hızı ve özellikleri vardır. Bu nedenle, “normal
çocuk gelişimi”ni incelemeye ek olarak sizi gelişim sürecinde ortaya
çıkabilecek sorunlarla ve anormalliklerle de tanıştırıyoruz.
Bu kitabı yazarkenki amaçlarımızdan biri bilgiyi ve bulguları
uygulamanıza yardımcı olmaktır. Araştırma sonuçlarını ve
bulguların doğurgularını betimledikten sonra, gelişimin önemli
yönleri hakkında sorular soruyoruz. Bu kitabı incelemenize ve
dersi izlemenize ek olarak, sizi çocukları ve ergenleri gözlemlemeye,
onlarla çalışmaya ve gelişim süreçleri hakkında kendiniz
için varsayımlar kurmaya sevkediyoruz.
Bu kitabın düzenlenmesi yaşamın ilk on sekiz-yirmi yılının
en belirgin konuları ve yaş evreleri ile çakışmaktadır. Birinci
Kesim’de gelişimi araştırmanın genel bir temelini kuruyoruz.
Çocukluk kavramının ve farklı çocuk araştırma yöntemlerinin ortaya
çıkışını özlü bir biçimde gözden geçirdikten sonra, insan yaşamının
kökenlerini etkileyen genetik etkenleri ve doğum öncesi
etkileri inceliyoruz. Bu kesim doğumla ilgili bir bölümle son buluyor.Bebekliğe kapsamlı bir göz atış İkinci Kesim’in amacıdır.
Buradaki üç bölüm oluşturucu dönemi anlamaya temel sağlamaktadır.
Bebekliği araştırmamız aracılığıyla gelişimin birbiriyle
bağlantılı iki kolunu, bilişsel yönü ile toplumsal ve kişilikle ilgili
yönünü görüyoruz. Sonraki bölümlerin herbirinde bu kolları
izliyoruz. Üçüncü Kesim okulöncesi yıllardaki gelişimi, Dördüncü
Kesim okul yıllarını, Beşinci Kesim ergenliği ele almaktadır.
Bu kitabı daha rahat kullanabilmeniz için ona pek çok
önemli özellik kattık. Yazma işlemi -sözcükleri seçişimiz, önemli
kavramlara ilişkin açıklamalarımız, gerçek yaşam örneklerini
kullanmamız- sizi çocuk ve ergen gelişimine hem keyifli
hem de kavrayıcı bir biçimde yaklaştırmak üzere düzenlendi.
Önemli kuramcıların temel görüşlerini açıklayan tabloların kullanılmasının
yinelenmesi gelişim evrelerini boydan boya geçen
bir birlik duygusunu korumanıza yardımcı olacaktır. Fotoğraflar
ve özel ilgi kutuları ilginizi daha fazla uyandırmak ve sürdürmek
içindir. Her bölümün sonunda anahtar konuları daha fazla
keşfetmenizi kolaylaştıracak bir ek yayınlar listesi verdik. Kitabın
sonunda yer alan kapsamlı sözlük anahtar sözcüklere ve
kavramlara egemen olmanıza yardım edecektir. Yine kitabın sonunda
“Çocukları Gözlemleme Kılavuzu” yer almaktadır.
Bu büyüklükte bir metin pek çok kişinin çabalarının sonucudur.
Bütün bölümlerde taslak çalışmalar birçok meslektaşımız
tarafından okundu. Donalene M. Andreotti’ye (El Camino College’i),
Pamela E. Cooper’a (Connecticut Üniversitesi), Suzanne
LaBrecque’e (Kuzey Teksas Eyaleti), Catharine S. Frey’e (Kuzey
Virginia Community College’i), Marilyn J. Howe’a (Quinsigamond
Community College’i), JoAnn Nicola’ya (California Eyalet
Üniversitesi) pek çok önerileri için teşekkür etmek istiyoruz.
Çalışmamızı eleştirmek için saatler harcayan ve bölümleri iyileştirmek
için sayısız öneriler getiren George M. Bass’a (William
and Mary College’i), ve Barbara L. Goebel’e (İllionis Eyalet
Üniversitesi) özel teşekkürlerimizi dile getirmek istiyoruz.
Wisconsin Üniversitesi Psikoloji Bölümündeki meslektaşlarımıza
kitabın bölümlerinin yazılması sırasındaki desteklerinden
dolayı ve özürlü çocuklar hakkında bilgi sağlayan Hal Hiebert’e
özellikle minnettarız. La Crosse Lutheran Hastanesi’nden
Luanne Sorenson, Fran Biesemeier, Carol Benson, Donna Proudfit
ve Coulee Bölge Bebek Gelişimi Merkezi’nden Emmy Hagen, hepsi bebek gelişimi konusunda yararlı bilgiler sağladılar.
Little-Brown Yayınevi’ndeki pek çok kişiye ustalıklı mesleki
çalışmalarından dolayı teşekkür etmek istiyoruz.
M.J. Gander ve H.W. Gardiner
:::::::::::::::::
BİRİNCİ KESİM
GELİŞİMİN TEMELLERİ
İnsan gelişiminin öyküsü geçmiş tarihin ve modern teknolojinin
büyüleyici bir kayıtıdır. Yüzbinlerce, belki milyonlarca yıl
önce insanların yaşamları kesinlikle aynı biçimde başlamıştır.
Kuşaklar boyunca biriken genetik kodları taşıyan iki mikroskopik
hücre birleşerek, kendisi de biricik olan, düşüncede ve duyguda
oldukça karmaşık olan insanı yaratmıştır. Bu kitap, yaşamın
ilk yirmi yılında yer alan gelişimsel değişimler ve bunların ortaya
çıkış süreçleri üzerinedir.
Çocukluk kavramının yaşamın özel ve önemli bir dönemi olarak
kabul edilmesi görece yenidir. Birinci Bölüm, çocukluk hakkında
tarihsel bir bakış açısı sağlaması yanında, gelişim psikolojisinin
ayrı bir disiplin olarak yeni yeni ortaya çıkmasına ilişkin
tartışmaya da yer vermektedir.
Film ya da oyun başladıktan sonra sinemaya ya da tiyatroya
gittiğiniz oldu mu? Eğer olduysa ne olup bittiğini anlamanın
ne kadar zor olduğunu bilirsiniz. Bebekleri ve çocukları izlerken
de aynı şey geçerlidir. Her iki durumda da zamanda bir adım geri
gidip başlangıçta ne olduğunu düşünme gereksinmesini duyarsınız.
İkinci Bölüm’de yaşamın nasıl başladığına, genetik mirasın
olumlu ve olumsuz izlerine değinilmektedir.
Herkes yaklaşık dokuz ayını bu ortamda geçirdiği halde
embriyonun ve fetusun rahimiçi dünyasını düşlemek kolay değildir.
Üçüncü Bölüm’de ilk çevrenin ve doğum öncesi gelişimde annenin
özellikleri, beslenme, hastalık, ilaç kullanımı gibi etkenlerin
anlamı araştırılmaktadır.Son olarak, çocuk doğmakta ve dünyaya katılmaktadır. Dördüncü
Bölüm, doğum sürecine, doğal doğum karşısındaki bugünkü
eğilimlere, özürlü bir çocuğun doğumunu içeren bazı olası komplikasyonlara
göz atmaktadır.
:::::::::::::::::
BİRİNCİ BÖLÜM
GİRİŞ
Çoğumuz her şeyin her zaman bildiğimiz gibi olduğunu kabul
etme eğilimindeyizdir. Oysa şimdi çocukluk diye bildiğimiz şey
oldukça modern bir kavramdır. Daha birkaç yüz yıl önce birçok
insan yaşamın ilk on sekiz yılının belirleyici olduğunu, daha sonraki
gelişimin ve işleyişin temelini oluşturduğunu düşünmüyordu.
O günden beri çocuk yetiştirme ve çocuklara uygun muamele konusunda
birçok tutum geliştirilmiştir. Araştırmalar sonucu bilgi birikimi
arttıkça, çocuğu anlama alanı genişledikçe, çocuğun gelişimine
olumlu katkı sağlayacak yetenekler geliştirilmiştir. Bundan
başka, yeni değerler, kolaylıklar, tıbbi bilgi, daha yüksek
yaşam standardı batı toplumunda çocukların yeri ve yetiştirilmesi
konusundaki değişimleri hızlandırmıştır.
Bu birinci bölümde çocukluk kavramının evrimini ve çocuk
yetiştirmeye ilişkin ilk görüşleri inceleyeceğiz. Bu tarihsel bilgiyi
akılda tutarak, daha sonra sizi, çocukları incelememizi ve
gelişimlerini anlamamızı sağlayan yöntemlerle tanıştıracağız.
TARİHSEL AÇIDAN ÇOCUKLUK
Geriye dönüp düşündüğünüzde büyük anne ve babalarınızın
sizinkinden biraz farklı bir çocuk kavramına sahip olduğunu bulabilirsiniz.
Belki onlar çocukların nasıl disipline edileceği, eğitileceği,
çocuğa uygun davranışın ne olduğu konusunda farklı düşüncelere
sahiptiler. Daha da geriye gittiğimizde, çocukluk ve
çocuk yetiştirme kavramlarının yüzyıllar boyunca dramatik bir
değişim gösterdiğini farkedebiliriz.
ORTAÇAĞDA ÇOCUKLUK GÖRÜŞÜ
Ortaçağda, yaklaşık olarak beşinci ve on üçüncü yüzyıllar arasında, insanlar çocukluğu yaşamın farklı bir dönemi olarak
görmüyor ya da altı ve on sekiz yaş arasındaki yılları belirleyici
olarak kabul etmiyor, büyüyen insanın bakım ve beslenme gereksinmesini
dikkate almıyorlardı (Aries, 1962). Modern anlamdaki
çocuk ve çocukluk terimlerine Ortaçağda rastlanmamaktadır.
Oğlan çocuk bağımlı konumda herhangi bir yaştaki erkek demektir.
Çocuk, bebeklik ile ergenlik arasındaki yaşam evresinden
çok, yalnızca akraba -‘döl”- olarak ifade ediliyordu (Plumb,
1976). Çocuklar beş-yedi yaşına kadar, yani yetişkin dünyasına
girinceye kadar bebek’tiler. Ayrı bir çocukluk dünyası mevcut değildi.
Çocuklar görünüşte küçük yetişkinler gibi görülüyorlardı.
Bu olgu, çocukları yetişkine özgü giysiler içinde, yetişkinin yüz
ifadeleriyle ve bazen yetişkinin beden oranlarıyla betimleyen
eski tablolarda canlı bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Bundan
başka, bugün çocuklara özgü saydığımız oyunlara ve etkinliklere
bu tablolarda pek rastlanmamaktadır.
Ortaçağda çocukluğun nasıl algılandığını anlamak için önemli
bir anahtar, insanların içinde yaşadığı koşullar hakkında bilgi
sahibi olmaktır. Doğum ve bebek ölümü oranları çok yüksek
olduğundan altı yaşından küçükler ailenin üyesi kabul edilmemekteydi.
Anababalar çocuklarına derinden bağlanmaktan kaçınmaktaydı,
çünkü onları sıklıkla kaybediyorlardı. Bebek ölümü
oranlarının yüksek olması, sadece tıbbi bilgisizlik ve kötü
sağlık uygulamalarından değil, bebeğin gereksinmelerini anlayamamaktan
doğan ihmalden ve kaba muameleden kaynaklanıyordu.
Ortaçağda sıradan bir insanın yaşam standardı çok düşüktü.
Yiyecek ve barınak için rekabet çok büyüktü. Bebeklerin de içinde
olduğu zayıflar ve çaresizler başarıyla rekabet edemiyorlardı.
Biçimi bozuk ve gayrimeşru bebekler teşhir ediliyor ya da ölüme
terkediliyordu. Her ne kadar Ortaçağda bebek öldürme uygulaması
azalmışsa da, bunun onsekizinci yüzyıla kadar sürdüğü kabul
edilmektedir. Bazı aşırı yoksulluk durumlarında anababalar,
daha acınacak duruma getirmek, dolayısıyla daha başarılı
dilenci olmalarını sağlamak için bile bile çocuklarının bir yanını
kesiyorlardı (De Mause, 1974).
Parası olan aileler çocuklarını sütanne’ye gönderiyor ya da
birlikte yaşayacakları bir sütanne kiralıyorlardı. Sütanne, bebeklerin
yaşamının ilk iki yaşından beş yaşına kadar bakımını
üstleniyor, onlara süt emziriyor, hatta bebekler için yiyecekleri çiğniyordu. Çocukların gerçek anneleriyle ilişkileri ya çok azdı
ya da hiç yoktu. Bazı anneler zamanı geldiğinde çocuklarının
sütanneden ayrılmak istememesini bir türlü anlayamıyorlardı.
İlk yıl boyunca bebekleri kundaklamak bir Ortaçağ geleneği
idi. Kundaklama bebeğin kollarını ve bacaklarını bedene sıkıca
yapıştırarak bezle sarma işlemidir. Anababalar, çocuklarının
gözlerini tırmalayacağından ya da onları taşırken uygun olmayan
biçimde tutmaları sonucu kol ve bacaklarına zarar vereceklerinden
korkarlardı. Kundak, çocukları cinsel organlarını ellemekten
ya da “canavar gibi” yerde emeklemekten korumuştu.
Geçmişteki çocuk yetiştirme uygulamalarını ve çocukluk kavramlarını
araştıran tarihçi De Mause’a göre kundaklamanın en
önemli amacı yetişkinin rahatıydı. Kundaklanan bebekler sessiz
ve edilgin oluyordu; daha fazla uyuyorlardı; kalp atışları yavaştır,
daha az ağlarlar. Kundaklanmış bebekler “saatlerce sıcak
bir fırının arkasındaki duvardaki kancalarda asılı dururdu
(De Mause, 1974); bebeğin çevresindeki kimi yetişkinler bebeği
“kukla” gibi oynatarak eğlenirlerdi.
Başka bir yaygın eğlence de, basket topu gibi kundaklanmış
bebeğin bir yetişkinden diğerine, bazen bir açık pencereden diğerine
atılmasıydı (De Mause, 1974). Küçük bir çocuğun anababası
ya da bakıcısı bazen çocuğu saatlerce yalnız bırakmanın sakıncalı
olabileceğini düşünmüyordu. Eğer onların yokluğunda bebeğe
bir şey olursa -ki sıklıkla olurdu- onu koruyabileceklerini akıl
edemezlerdi. Olayları diğer birçok talihsizlik gibi kötü şansa,
kötü ruhlara ya da Tanrının gazabına yüklerlerdi. Eğer çocuk huysuzluk
eder ve ağlarsa yetişkinler çoğu zaman onda kötü bir ruhun
olduğunu düşünürlerdi.
Çocuk beş ile yedi yaşlar arasındaki bir zamanda yetişkin
dünyasına bütün yönleriyle girerdi. Çocuklar, yetişkinlerle aynı
oyunları, öyküleri, oyuncakları, şarkıları ve giyim tarzlarını
paylaşırlardı. Aynı zamanda kumar oynama, içki içme, şaka
yapma ve çalışma alanlarını da paylaşırlardı. Aile çok gevşek
bir yapıdaydı ve aile yaşamı bugünkü gibi mahrem değildi. Bebekler
ve çocuklar bazen cinsel açıdan kötüye kullanılır, cinsel
eylemleri izlemelerine ve zaman zaman da bunlara katılmalarına
izin verilirdi (De Mause, 1974). Çocukların yetişkinler gibi
düşüncelere ve güdülere yetenekli oldukları, fakat onlardan daha
aptal oldukları kabul edilirdi. Buna uygun olarak yetişkinler çoğu zaman çocuklardan yararlanır ve onların kendilerine hizmet
etmelerini beklerlerdi (Greenleaf, 1978).
Bildiğimiz resmi eğitim kavramı mevcut değildi ve bunun sonucu
olarak çoğu çocuk için okul da yoktu. Bunun yerine çıraklık
hemen hemen eğitimin evrensel biçimini oluşturmaktaydı (Greenleaf,
1978). Ev işleriyle ilgili beceriler evde öğrenilebilirdi.
Yetişkin yaşamına çok erken karışan o zamanın çocuklarına göre
bugünün çocukları çok toy ve olgunlaşmamış görülebilir.
Ortaçağ boyunca ve onu izleyen zamanlarda dinsel felsefenin,
yetişkinlerin çocukları nasıl gördüğü ve disipline soktuğu konusunda
güçlü bir etkisi vardı. Yaygın inanç, insanların günahkar
doğduğu biçimindeydi. Böylece yanlış davranış herkes tarafından
doğuştan gelen kötülüğe yükleniyordu. Anababaların ve yetişkinlerin
görevi şeytani eğilimleri bastırmaktı. Yetişkinler, çocukluğun
oluşan doğasını anlamadıkları için, bugün çoğu kimsenin
uygun bulmayacağı yöntemlerle küçük çocuklarını denetlemeye
çalıştılar. Bir anne ya da bakıcı gece evden çıkmak isterse, çocuklarına
eğer yataktan çıkarlarsa kötü hayaletin onları yakalayacağını
söyleyebilirdi. Bir bakıcı çocukların uysal ve bakımlarının
kolay olmasını istiyorsa onları likör ve afyonla uyuşturabilirdi
(Beekman, 1977). Çocuklar sık sık korkutulur, dövülür,
hatta bazen ceza için öldürülür ya da katı bir itaat altında
tutulurdu.
Sadece çok az yetişkin bu uygulamalara karşı olduğunu söylerdi.
De Mause (1974), bugün “çocuk istismarı ve ihmali” olarak
tanımladığımız davranışların geçmiş yüzyıllarda çok olağan
olduğuna inanmaktadır. Yetişkinler küçük çocukların duygularını
anlayıp paylaşmadıkları gibi (Sears, 1975), davranışlarının çocuğun
gelişimini nasıl etkileyebileceğine ilişkin bir kavrama da
sahip değillerdi.
ÇOCUKLUK KAVRAMI ORTAYA ÇIKIYOR
Bebeğe karşı duyarlılık 1500’lü yılların sonlarında gelişmeye
başladı. Yetişkinler çocuğa artık kişiliksiz (non person) bir
varlık olarak bakmıyorlardı ve 1600’e gelindiğinde çocukluğu
yetişkinlikten farklı olarak görmeye başladılar. Aries, 1600’lü
yıllardaki bir annenin küçük çocuğuna olan sevecen tutumunu aktarmaktadır:”Bir sürü değişik davranışta bulunuyor: Çocuğunu okşuyor
ona vuruyor, vurma izini görünce özür diliyor, öpücüklere
boğuyor omuzlarını sarsıyor, dans ediyor bebeğin çenesini
tutuyor. Tek sözcükle, her şeyiyle çok sevimli. Saatler boyu
onu seyrettim.” Bu çocukluk sahneleri bebekliğin, küçük
çocuğun bedeninin, huylarının, konuşmasının keşfedilmesini
yansıtıyordu (Aries, 1962, s. 49).
O annenin gününden bugüne, çocukluk düşüncesi yaşamın en
önemli ve biçimlendirici evresi olarak gelişim göstermektedir.
1600 ile 1800 yılları arasında çocukların eğitimine ilişkin tutumlarda
bir devrim ortaya çıktı. Üniversiteler kuruldu; eğitimciler
ve ahlakçılar, insanların masum doğduğu ve yaşlı kişilerin
gençlerin masumluğunu koruma görevini üstlenmeleri, uygun yollar
göstererek onlara rehberlik etmeleri gerektiği konusunda vaazlar
verdiler. Tüm felsefe bu düşünceler çevresinde gelişti (Plumb,
1976). İlk kez kitaplar özellikle çocuklar için uyarlandı, gerçekte
sansür edildi. Okul çağındaki çocukların yalnızca yetişkinlere
göre olduğu düşünülen şeyleri görmemelerini ve yapmamalarını
sağlayan sıkı bir disiplin kurmaya girişildi.
Çocukların eğitimine ve ahlakına ilgi arttıkça, sağlığa ve
temizliğe olan ilgi de arttı. 1700’lerin sonlarında İngilizler batı
toplumlarında kundaklamayı ve sütanneliği sona erdirme yönünde
öncülük ettiler. ( Kundaklama bebekler için mutlaka zararlı değildir
ve bazı kültürlerde hala uygulanmaktadır. Önce İngiltere ve
Amerika’da, daha sonra Fransa ve Almanya’da bu gelenekler ortadan
kalktı. 1800’lerde anababalar, bebeklikte çok erkenden başlatılan
ve aylarca süren, bebeğin anababasının onaylamadığı yerde ve zamanda
altını ıslattığında dayak yediği tuvalet eğitimi ile ilgilenmeye
başladılar. 1800’lerin sonlarında bilimsel tıbbın patlamasıyla çocuğun
beden sağlığına ve bedensel işlevlerine duyulan ilgi arttı (Sears,
1975). Ama bilgi sınırlı kaldı. Örneğin, lavman yapmanın her
şeyi iyileştireceği düşünülüyordu. Çocuklarda düzenli bağırsak
hareketleri sağlayarak onların sağlığının korunması düşünülmekteydi.
Yetişkinlerin beden işlevlerine odaklanması büyük
olasılıkla onları gözleyebilmelerinden ve denetleyebilmelerinden
kaynaklanıyordu; bedensel işlevlerle ve hastalıklarla ilgili
temel bir anlayış bu yüzyıla kadar yaygınlaşmamıştı.
Çocukların kesinlikle yetişkin etkinlikleri olarak tanımlanan şeylerden gitgide uzaklaştırılması gibi, çocukluktaki cinselliğin
belirtilerine de ilgi artmıştı. Okullar kızları ve erkekleri
ayırdı. Yetişkinler çocuklardaki cinsel belirtileri fiziksel ve ahlaki
açıdan sağlıksız olarak görmeye başladılar. 1800’lerin sonlarındaki
Victoria çağında mastürbasyonun bedensel çarpıklıktan
deliliğe kadar her şeye neden olduğuna yaygın olarak inanılıyordu;
anababalar çocuklarının “doğaya karşı bu kötü suçu” işlemediğinden
emin olmaları için uyarılıyorlardı. Ünlü bir yazar,
doktor ve eğitimci olan J. H. Kellogg’un 1881’de yayınladığı Gençler
ve Yaşlılar İçin Kesin Doğrular adlı kitap anababalar tarafından
çocuk yetiştirmede rehber olarak kullanılıyordu.
BİR ÇOCUKLUK DÜNYASI YARATILIYOR
Dört yüzyıl içinde ayrı bir çocukluk dünyası gelişme gösterdi.
1600’lerin başlarında çocukların giyim tarzları büyüklerinkinden
farklı oldu. Ressamlar artık çocukları küçük yetişkinler
olarak resmetmiyordu. Çocuklar kendi tarzlarındaki giysilerin
yanısıra, kendilerine ait oyunlara, öykülere, şakalara, şarkılara
ve müziğe, oyuncaklara ve eğlencelere sahip oldular. Yetişkin
etkinliklerinden uzak tutuldular ve gerçekte “kendi yerlerini bilmeleri”
istendi. Ama bunlar hali vakti yerinde ailelerin çocuklarıydı.
Üst ve orta sınıf 1700’lere gelindiğinde ayrı ve biçimlendirici
bir dönem olarak çocukluk kavramını kabul etti. Ama yoksullar
arasında eski tutumlar kaldı ve çocuklar yetişkinlerin
dünyasını paylaşmayı sürdürdüler.
Victoria dönemi Londra’sında ya da Paris’te işçi sınıfı çocuklarını
betimleyen resimler çocukları hala yetişkinler gibi,
çoğu zaman ana babalarının eskimiş yırtılmış giysilerini
giyinmiş olarak göstermektedir; çocukların içki içtiğini, kumar
oynadığını cinsel taşkınlık yaptığını ve aslında yetişkin
yaşamının bütün yönlerine katıldığını biliyoruz (gerçekte,
bundan kaçınmalarına maddi olarak olanak yoktu).
Ama zenginlik yayılınca işçi sınıfı da kitlesel eğitimden yararlandı
ve işçi çocukları onlara benimsetilen ayrı bir dünyaya
sahip olmaya başladılar (Plumb, 1976, s. 163).
Çocukların bu ayrı dünyasında geneleve gitme, kumar oynama
ve tütün satın alma yasaklanmıştı. Yirminci yüzyıl, çocuğu
gerçek dünyadan “korumayı” sürdürdü. Yasalar çocukların çalışmasını
yasakladı. Çocuklar alkollü içki satın alamaz, X-sınıfıfilmler seyredemez ya da pornogafik yayın satın alamazlar. İsteseler
de istemeseler de on altı yaşına kadar okula gitmek zorundadırlar.
Bugün birçok anababa çok sık yapılmadığı takdirde
mastürbasyonu doğal bir davranış olarak görse de, çocuklar arasındaki
herhangi bir cinsel etkileşimi uygun görmemektedir. Çocukların
cinsel duyguları olabilir, ama cinsel davranış (arada bir
yapılan mastürbasyon dışında) kesinlikle yetişkinler içindir.
Çocukların kendi televizyon programları, kitapları, okulları,
dükkanları ve dükkanlarda özel bölümleri, hatta yiyecekleri
vardır; bütün bunlar onların gereksinmelerine, ilgilerine ve yeteneklerine
göre hazırlanmıştır. Öyle görünüyor ki, çocuklar “küçük
yetişkin” konumlarını bıraktıklarında, çalışma hakkı gibi birçok
haklarını da bıraktılar.
Bugün çocukların ve ergenlerin dünyası yetişkinlerin dünyasıyla
çok az çakışmaktadır. Birçok çocuğun sabah evden ayrılan
anababasının ne yaptığı konusunda çok az bilgisi vardır. Çocuklar
yetişkin dünyasına çoğu zaman katılmadıkları için, okuldan
ve televizyondan dolaylı olarak öğrendikleri dışında, bu
dünyayla ilgili çok az bilgiye sahiptirler. Çocukları koruma çabamızla
onları yetişkin dünyasının pek çok önemli yönünden habersiz
kılabiliyoruz. Bununla birlikte, gelişimlerinin çeşitli evrelerinde
çocukların nasıl olduklarını, aynı zamanda gelişimlerinin
nasıl ve niçin engellendiğini ya da arttığını anlamada uzun
bir yol katettik. Çocukların ahlak eğitiminde anababaların eğer
gerekirse “çocuğun isteğini kırması” (Davis, 1976) anlayışını vurgulayan
Victoria çağının çöküşünden bu yana çocuklarımız karşısında
gitgide daha empatik olduk. Çocukların “duygusallaştırılması”
(Kessen, 1976) olarak damgalanan bu eğilim yirminci
yüzyılı bir “Çocuk Yüzyılı” (Boas, 1966) yapmıştır. Bu yüzyıl aynı
zamanda, filozofların, eğitimcilerin ve psikologların çocukları
inceleme ve onların gelişimleri hakkında varsayımlar ileri
sürmedeki sayısız ilgilerine ve çabalarına da tanık oldu.
ÇOCUK GELİŞİMİNİN BİLİMSEL İNCELENMESİ
Filozoflar yüzyıllardır zihnin, heyecanların ve davranışın
gizlerini çözmeye çalışmaktadırlar. Onsekizinci ve ondokuzuncu
yüzyıllarda genellikle tıp, eğitim, felsefe ya da biyoloji alanında
eğitim görmüş bireyler insan davranışının incelenmesine ilgi
duymuşlardır. Bu insanlar araştırmaya, kuram kurmaya ve öğretmeye
gitgide daha fazla girdikçe psikoloji ayrı bir inceleme alanı olarak ortaya çıktı. Derece derece psikolojinin iki dalı gelişti:
Deneysel psikoloji ve psikanalitik psikoloji.
DENEYSEL VE PSİKANALİTİK PSİKOLOJİ
Deneysel psikologlar insan davranışının incelenmesinde
bilimsel yaklaşımı savundular. Onlar iyi kontrol edilmiş araştırmalar
yürüttüler, elde ettikleri verileri dikkatlice çözümlediler
ve çıkarsamalar yaptılar. Dar bir alana odaklanmış sorunları
araştırmakla yetindiler ve o konuda çok araştırma yapılıncaya
kadar insan davranışının bütününü anlamayı beklemediler.
İnsan davranışının birçok değişik yönlerini araştıran ve değişik
araştırma yöntemleri geliştiren farklı bir grup oluşturdular.
İnsan davranışının en tanınmış öğrencilerinden biri psikanalitik
psikoloji’nin kurucusu olan Sigmund Freud’tur. 1800’lerin
sonlarında tıp eğitimi gören Freud, fiziksel olmaktan çok zihinsel
olarak hasta görünen bireylerin sağaltımına ilgi gösterdi ve bireyin
çocukluk yaşantılarının yetişkin kişiliğini ve davranışını güçlü
biçimde etkilediğine inandı. Sonuç olarak Freud hastalarına
çocukluklarını anlattırdı ve bilgileri vaka tarihçeleri biçiminde
kaydetti. Freud bunlardan ve diğer verilerden insan davranışını ve
gelişimini açıklayan ayrıntılı ve kapsayıcı bir kuram kurdu. Gene
de onun psikanalitik teknikleri duygu ve davranış anormallikleri
gösteren bireylerin tanısında ve sağaltımında terapistlere yardımcı
olacak biçimde tasarlanmıştı. Çok sonra psikanalizciler
Freud’un yöntemlerini ve kuramını reddettiler, yeniden gözden
geçirdiler ya da bunlara eklemeler yaptılar. İçinde Anna Freud’un
ve Erik Erikson’un da bulunduğu bu gruba genellikle Yeni Freudçular
denilir.
Deneysel psikologlar Freud’un yöntemlerini, yeterince bilimsel
olmadığı ve kuramının eldeki verilerin çok ötesine gittiği
biçiminde eleştirdiler. Yine de Freud’un çalışması son derece etkili
oldu ve birçok araştırmacıyı ve öğrenciyi çeken bir psikoloji
dalını başlattı. Psikanalitik psikoloji tıp alanıyla yakın bağlarını
korudu ve bugün bile psikiyatristler temelde tıp doktoru
olarak yetişmektedirler.
Böylece deneysel ve psikanalitik psikoloji çeşitli nedenlerle
birbirlerinden görece ayrı kalmayı sürdürdü. İkinci Dünya Savaşı’ndan
sonra önem kazanan klinik psikoloji bunların birbiriyle çakıştığı bir alan oldu. Klinik psikoloji psikanalitik psikoloji gibi
psikolojik sorunları olan bireylerin tedavisiyle ilgilenir. Kişilik
özellikleri ve uyum belli başlı odak noktasıdır. Çoğu deneysel
psikologlar “zihin”, “güdü”, “kişilik” gibi belirsiz konuları
araştırmayı bilimsellikten uzak bulurken, bazıları da kişiliğin
uyumu ve uyumsuzluğu ile ilgilendiler. Sonuçta, deneysel temelden
gelseler de psikanalitik kuramı ve vakaları incelediler. Böylece
klinik psikoloji psikolojinin büyük bir alanı olarak ortaya
çıktı ve klinik psikologlar kendi kuramlarını, yöntemlerini ve
araştırmalarını oluşturmaya başladılar.
GELİŞİMSEL BAKIŞ AÇISININ ORTAYA ÇIKIŞI
Çocuklukla özel olarak ilgilenen bazı deneysel psikologlar
başlangıçta bir gelişimsel bakış açısı’na sahip değillerdi ya da
çocukluk sırasında ortaya çıkan sırasal, açımsal zeka, kişilik,
davranışsal değişimler ve bu değişimleri etkileyen etkenler gibi
konularla ilgilenmediler. Bunun yerine, çocukların kısa dönemlerdeki
davranış ve yeteneklerinin özel yönlerini araştırdılar.
Örneğin, zeka ile ilgilenen bir deneysel çocuk psikoloğu bir çocuk
örneklem grubuna küçük bir öğrenme ve bellek görevi vererek
çocukların bu görevi nasıl yerine getirdiklerini gözlemleyebilir.
Zekayı ölçmekle ilgilenen bir deneysel çocuk psikoloğu çocukların
düşük, orta, yüksek zekada olup olmadıklarını belirleyen bir
zeka testi yaratabilir. Öte yandan, gelişimsel bakış açısına sahip
çocuk psikologları çocukların büyüdükçe zeka işleyişinin nasıl
değiştiğini ve bu değişimleri etkileyen etkenleri incelemekle
daha fazla ilgilenebilirler. Bir çocuk bir sorunu çözerken altı ay
öncekinden farklı bir yol mu izliyor? Niçin? Ne oldu? Böylece,
“gelişimsel” bakış, uzun bir dönemdeki değişimi içerir ve geçmiş
yaşantıların bireyin şimdiki ve gelecekteki tepkilerine ve yeteneklerine
etkisini vurgular.
Deneysel psikologlar temelde bu tür bir bakış açısından yoksun
olduklarından, çocuk araştırması çocukların denek olduğu tekrarlanan
araştırmalardan ibarettir büyük ölçüde. Hemen hemen
bütün veriler kesitsel araştırmalar’dan, yani farklı yaş gruplarının
her birinden alınmış çocuklardan oluşan bir örneklemi bazı
özellikler açısından test eden araştırmalardan elde edilir. Araştırmacılar
bu sonuçlardan, farklı yaşlardan ortalama (tipik) bir
çocuk hakkında çıkarsamalar yaparlar. Sonuçlar, örneğin üç-beş
ve yedi yaşlarındaki çocukların nasıl yaptıkları ya da davrandıkları konusundaki farklılıkları ve benzerlikleri, bu yaşlardaki
tipik davranışı ya da yeteneği oluşturanın ne olduğunu belirlemeyi
sağlar. Deneysel psikologlar boylamsal araştırmaları da
kullanırlar. Kesitsel araştırmaların tersine, bir boylamsal
araştırma aynı çocukları farklı yaşlarda test eder. Örneğin,
bir yaşında test edileni iki yaşında, üç yaşında yeniden test edebilir.
Boylamsal verileri kullanan araştırmacılar elde ettikleri
sonuçları diğer çocuklara genelleştirme derecesinde sınırlıdırlar;
ama bu tür araştırmalar bireylerin gelişimi konusunda bize daha
gerçekçi tablolar sunarlar. Ancak boylamsal araştırmalar uzun
yıllar alabilir ve bu nedenle çok pahalıya mal olurlar. Boylamsal
araştırmada başka sorunlar da vardır: Özgün sorular ya da
varsayımlar eskiyebilir, denekler başka yere taşınabilir, aynı
testleri ala ala teste aşina olurlar, deneyi yapanlar değişebilir.
Bebek yaşamöyküleri boylamsal veri elde etme alanındaki
ilk girişimleri temsil ederler. Bir bebek yaşamöyküsü, bir bebeğin
yaşamın birinci yılındaki davranışının, özelliklerinin ve
yeteneklerinin ayrıntılı gözlemlerinin kaydedilmesidir. Bebek
yaşamöyküleri ilk büyüme ve gelişim hakkında önemli bilgiler
sağlarlar.
Çocuk psikologları, kısmen kesitsel araştırmalarla elde edilen
farklı yaş gruplarındaki değişimlerin çözümlenmesi yoluyla,
kısmen de boylamsal araştırmalarda çocukların farklı yaşlardaki
bireysel değişimlerine ilişkin gözlemlerle gitgide gelişimsel
bir bakış açısı kazandılar. Psikanaliz temeline sahip olan araştırmacılar
da özellikle çocuklarla ilgilendiler ve gelişim psikolojisi
alanına katkıda bulundular; örneğin Anna Freud küçük
çocukları çözümleyecek yöntemler geliştirdi.
Gelişim psikolojisi psikolojinin diğer bütün alanlarından gelen
araştırma ve kuramların bütünleşmesini temsil eder; gerçekte,
bir çocuk psikolojisi uzmanı bütün bunların öğretimini yapabilir.
Tıp, biyoloji, sosyoloji, antropoloji, fizyoloji, genetik ve tarih de
çocukların nasıl geliştiğini anlamamıza çok özlü katkılarda bulunmuştur.
Şu halde, çocuk gelişimi gerçek bir çok-disiplinli alandır.
ÇOCUK GELİŞİMİNDE ARAŞTIRMANIN KULLANILMASI
Çocuk gelişiminde ilk araştırmalar gibi ilk dersler de önce
gelişimin kilometre taşlarının ve normlarının betimlenmesiyle
ya da normatif veriler’le ilgilenmiştir. Normatif veriler terimi ortalamalara ilişkin bilgi anlamındadır. Örneğin araştırmacılar
beş yaşındakilerin geniş bir kesitsel bölümünde ağırlıkları ve
uzunlukları kaydeder, sonra ortalama uzunluğu ve ağırlığı hesap
ederler. Eğer bu çocukların Amerika’daki bütün beş yaşındakilerin
uygun bir örneklemini oluşturduğunu kabul ederlerse, ortalama
Amerikalı beş yaş çocuğunun ağırlığını ve uzunluğunu temsil
eden sonuçlarını yayınlayabilirler. Bu tür verilere dayanılarak
çeşitli yaşlardaki çocuklara ilişkin kalıplaşmış betimlemelere,
örneğin “korkunç ikiler” ve “gürültülü dokuzlar” gibi betimlemelere
ulaşıldı. Normlar bazen, “çocuk ilk sözcüğünü on dört aylıkken
söyler” gibi oldukça özel terimlerle dile getirilirler.
Normlar önemlidir, ama hiçbir çocuk tam olarak “normal”
değildir. Her çocuğun kendi gelişim hızı, gereksinmeleri, kişisel
özellikleri vardır ve çocuklar arasındaki farklar çok büyük olabilir.
Bir çocuk uygun bir biçimde gelişmesine karşın tanımlanmış
bir norma tam tamına uymayabilir. “Normal”in bir erim alanı’nı
(range) tanımlayan bir terim olarak algılanması daha doğrudur
(örneğin, “çocuklar genellikle ilk sözcüklerini dokuz ile onüçüncü
aylar arasında söylerler” gibi). Eğer “normal” dar anlamda
tanımlanacak olursa, çocuk gelişimi öğrencileri çocuklardan bu
normlara uymalarını bekleyebilirler. Norma uymayan bir çocukla
karşılaştıklarında yanlış yere kaygılanabilirler -özellikle
bu kendi çocukları ise- ya da çocuğu hemen anormal olarak
etiketleyebilir ve yardıma gereksinmesi olduğunu düşünebilirler.
Normal bir erim alanı (range) olarak görüldüğünde alandan
sapma kaçınılmaz bir sonuç olarak değil, olası bir gelişim sorununun
belirtisi olarak görülebilir. Kısacası, ortalama çocuk bir söylence
ya da ders kitabındaki bir resimdir. Aynı yaşta olan tanıdığın
birçok çocuğu düşün, herbirininin diğerlerinden ne kadar
farklı olduğuna dikkat et.
Normlarla ilgili bir başka soru da, farklı çocuk yetiştirme
uygulamaları, farklı çevreler ve farklı gen birikimleri nedeniyle,
bir kültürdeki “normal”in bir başka kültürde “normal” olmayabileceğidir.
Normlar özel bir zamandaki, özel bir kültürel ortamdaki
tipik çocuğu betimlerler. Farklı çevresel etkenlerle ne
olacağını ya da olabileceğini betimlemezler.
Daha da önemlisi, çocukların çeşitli yaşlarda neye benzediğine ilişkin betimlemeler bize gelişimin nasıl ortaya çıktığını,
yani hangi etkenlerin hangi yollardan gelişimi etkilediğini söylemez.
Kısmen 1960’lardaki insan hakları hareketlerinin sonucu
olarak gelişimin mekanizmaları ve süreçleri araştırmaların önemli
bir odak noktası oldu; bu araştırmalar normatif verileri sorguluyor
ve dikkatle yeniden inceliyordu. Cinsiyet rolü gelişimine
ilişkin araştırmalar buna iyi bir örnektir. Kız ve oğlan çocuklara
ilişkin normatif veriler onlar arasındaki farkları çeşitli kişilik
özelikleri, davranışlar ve yetenekler açısından gösterdi. Bu veriler
ne anlama geliyor? Veriler başka kültürlerdeki kızlardan
ve oğlanlardan toplandığında çoğu zaman farklı cinsiyet rolü
özellikleri ve normları bulunmaktadır. Ayrıca, Birinci Dünya
Savaşı’ndan önce gözlemlenen bazı cinsiyet farklılıkları İkinci
Dünya Savaşı’ndan sonra artık anlamlı değildi. Bundan dolayı
araştırmacılar şunları sormaya başladılar: Bir insan cinsiyet rolünü
hangi süreçlerle kazanır? Hangi etkenler önemlidir ve bunlar
bir kızın dişil olmasında, bir oğlanın eril özellikler geliştirmesinde
nasıl etkileşmektedir? Etkenler ve süreçler bir kez anlaşıldığında
genellikle gelişimi kolaylaştırmak ya da sorunları
önlemek olanaklı olmaktadır.
İlk çocuk incelemeleri türleri içinde yer alan ve bebek yaşamöykülerini
yaratmakta kullanılan gözlem araştırmaları,
Birleşik Devletler’de test vermenin, ölçmenin ve daha deneysel
yöntemlerin ilerlemesiyle azaldı. Bununla birlikte, gözlemsel
yöntemlerin kullanışlılığı yeniden keşfedilmiş ve popülaritesi
1970’lerde artmıştır. Araştırmacılar bebeklerin ve çocukların deneysel
bir ortamda doğal olmayan biçimde tepki gösterebildiğini
ve deneysel koşullarda elde edilen verilerin yanıltıcı olabileceğini
keşfettikleri için, çocuklar hakkındaki verilerin onların
doğal çevreleri’nde elde edilmesi yaygınlık kazandı. Hem
gözlemsel hem deneysel araştırmalar bugün genellikle doğal ortamlarda
yürütülmektedir.
Çocuklarla ilgili geniş bilgi birikimi çocuk gelişimi derslerinde
gitgide tutarlı bir gelişim resmi çizmeye olanak vermektedir.
1930’lardaki çocuk araştırmaları patlaması İkinci Dünya
Savaşı yüzünden gerilediyse de, etkinlik savaştan sonra yeniden
başladı. Alan genişledikçe mesleki dergiler, yüksek lisans programları,
araştırma fonları ve çocuk gelişimine ilgi arttı. Çocuklar
hakkında daha fazla şey bilmek isteyen, böylece rollerini
daha iyi yapabilen sosyal çalışmacılar, öğretmenler, çocuk doktorları ve anababalar sürekli olarak resmi araştırmalar talep ettiler.
Ayrıca, bu gelişme alanın çok-disiplinli doğasına katkıda
bulundu ve alanın çok-disiplinli kalmasını sağladı. Yale Üniversitesi’nde
önemli bir öğretim üyesi olan William Kessen şöyle
özetlemektedir:
… çocuk özde ve ebediyen kültürel bir yaratmadır ve çocuk
tanımının çeşitliliği eksik bir bilimin ortadan kaldırılabilir
hatası değildir. Yalnızca Amerikan çocukları siyasal manevraların
geniş kültürel güçleriyle, uygulamalı ekonomilerle ve
zımni ideolojik bağlanımlarla biçimlenmiş ve belirlenmiş
değildir, çocuk psikolojisi’nin kendisi de ancak donuk bir
biçimde anladığımız ve çoğu zaman bilmediğimiz yönlerde
geniş kültürün gelgit dalgalarıyla hareket eden kendine özgü
bir kültürel yaratmadır (Kessen, 1979, s. 815).
Son olarak, son yirmi yılda gelişim kavramımızda büyük bir
değişim oldu. Eskiden “gelişimi’in doğum ile on sekiz-yirmi bir
yaşlar arasında ortaya çıktığı düşünülüyordu. Şimdi gelişimciler
yetişkinlikte ve yaşlılıkta süren değişimlerle daha fazla ilgilenmeye
başladılar ve insan gelişimi konusunda bir yaşamboyu
gelişim görüşü ortaya çıktı. Şimdi gelişim yaşamboyu süren bir
süreç olarak görülmektedir.
ÖZET
Birinci Bölüm batıdaki çocukluk kavramları hakkında tarihsel
bir açıklama içermekte ve çocuk gelişimi alanının büyümesini
izlemektedir. “Çocukluk” olarak düşündüğümüz şey görece
modern bir batı kavramıdır. Ortaçağda insanların çoğu yetişkinlikteki
işleyişi etkileyebilen yaşamın ilk on sekiz yılı hakkında
çok az bilgiye sahipti. Yetişkinler bir çocuğun gelişimi üzerinde
olumlu olduğu kadar olumsuz etki yapabileceklerinin farkında
değillerdi. Çocuklar yetişkin dünyasına girdikleri beş yaşına kadar
bebek sayılıyorlardı.
1600’de yaşamın farklı ve özel bir bölümü olarak çocukluk
kavramı gelişmeye başladı. 19. yüzyıla gelindiğinde eğitimciler
ve ahlakçılar çocuğun ahlaki gelişiminin ve davranışının güçlü
bir biçimde yönlendirilmesini ve eğitilmesini savundular. Bir
“çocukluk dünyası” yaratıldı ve hala gelişmektedir.