Cumhuriyet Çocuğu, Hekimoğlu İsmail´in, Osmanlı´nın son döneminden Cumhuriyet sonrasına uzanan batılılaşma sürecini anlattığı son romanı. Alim bir dedenin terbiyesinde yetişen Yahya´nın yaşadığı olaylar çerçevesinde Cihan Harbi, İstiklal Harbi, Cumhuriyet ve inkılapların halk üzerindeki etkileri can acıtıcı gerçekler ve çarpıcı sahnelerle anlatılıyor. 1914´ten 1940´lı yıllara uzanan süreçte yaşanan çözülme, dağılma ve kopmlalar; acılar, ölümler, umutlar… Yazar, romanını yeni ve eski kuşağın temsilcileri ve kurumları etrafında yaşanan çatışmalar etrafında kurguluyor. Hekimoğlu İsmail, Minyeli Abdullah´tan sonra yine bir dönem romanıyla okuyucunun karşısına çıkıyor.
***
İÇİNDEKİLER
I.Bölüm
Kaderden Kadere/ 9
Benim Hikâyem/11
Seferberlik/17
Kahır ‘Yılları/24
Göç/29
Yeni BirRüya/37
Sabah Yakın Değil mi?/ 41
Hüzün ‘YineHüzün/46
HepimizAcının Çocuklarıyız/50
Bir Müjdeli Haber: Uzunoluk Hadisesi/ 53
Vatan Namına/ 56
Bir Umut: Cumhuriyet/59
Eve Doğru/ 61
Yeni Bir Ufuk/ 65
Yol Ayrımı/ 69
Yeni Düzen / 71
Düzenin ‘Yeni Yüzü/ 74
II.Bölüm
Maziye Selam Söyle/81
Meğerse Neymiş/86
UmutArayışı/ 88
Baskın/ 90
Iskilipli Atıf Hoca/ 96
Hainler Felah Bulmaz/ 98
Nerden Nereye/104
Ayaklanmalar Yılı/106
Memuriyet /111
Bu da Geçer/116
Yeni Vaaz/121
Yetim ve Öksüz/124
Vatanımın Kaderi/127
Laiklik İlkesi/129
İkaz/131
Zor Yıllar/133
Kur’an Unutulsun mu?/140
Milliyetçilik Taassubu /142
III.Bölüm
Dost Sevinci/151
Avrupa’yı Yakalamak /154
Akif: Haykıran Sesimiz/158
IçimdekiDavet/170
MustafaKemalsiz Günler/178
Korkulan Oluyor/181
Yeni Bir Sayfa/184
Her şey Siyah Beyaz/187
SonAdım İlkAdım/189
I. BÖLÜM
Kaderden Kadere..
Doğduğu kasabadan ayrılırken, bu biçimde geri döneceği aklına gelmezdi.
“Dünya gidişinden habersiz, hareketsiz bu küçük dünyada bir ömür nasıl geçer?” diye sormuştu. Sonra kafasında yeni düşünceler, sonsuz ufuklarla İstanbul’a gitmişti. Memleketi saran çalışma, ilerleme seferberliğinin bir neferi olacaktı. Durup dinlenmeden hizmet edecekti. Düşmanı vatan sınırlarından söküp attıkları gibi tembelliğe, geri kalmışlığa da son verilecek ve vatan battığı ufukta yeniden yükselecekti.
Fakat memleketi kendi ufkunda, ışığını kendi köklerinden emerken değil, sahte bir renk kuyusuna batıp çıkarken buldu. Nice zaman ömrü şaşırmakla, kendini vatanın yeni davasına ait hissede -memekle geçti. Neler oluyordu, nasıl olabiliyordu?!.. Durup durup ‘Bu vatan kurtarılmış değil miydi?’ diye sormuştu.
Şimdi bile cevaplayamıyordu kendini. Neyi nasıl hatırlasa çı-kamıyordu işin içinden. Yine de hatırlamaktan vazgeçmiyordu.
Her şey bir unutmak, unutturulmak fitnesiyle başlamamış mıydı?
Memleketi kuşatan ihanet, cehalet, isyan; bu toprakları vatan kılan davânın ve ruhları bu ülküye bağlayan değerlerin unutulmaya yüz tutmasının bedeli değil miydi?
Bu baş aşağı düşme, bu kaybolmuşluk bir hafıza kaybıyla gelmişti.
Sonra memleketi saran bütün illetler unutmak belasıyla sürmemiş miydi?
Belki de bu yüzden önemli, önemsiz her şeyi hatırlıyor. Bir koku, bir renk, bir ses bütün bir ömrünün hikâyesini canlandırmaya yetiyor…
Yol şimdi dere ile birlikte akmaya durmuştu. Artık en çok çocukluğuna yakındı.
Yolun üzerinde, uzun dallarına tırmandığı, gölgeli çimenliğinde dinlendiği çınar ağacı belirince en eski hatırasını sayıklamaya başladı..
Benim Hikâyem
Beş yaşına kadarki ömrüm bence meçhul… Beş yaşımda bir şarkı tutturmuşum:
Elif üstün e,
Elif esre i,
Elif ötre ü…
Bu böyle devam ederdi; duyanlar “Maşallah” derdi. Babamın duyduğu gurur bana umut aşılardı. Annemin şefkatli bağrı başımı kucakladıkça zihnim açılır, dilim çözülürdü.
Kur’an okumaya geçtiğimde dedem bana hoca elbisesi diktir-mişti. Kocaman adamların küçük bir örneği gibiydim. Arkadaşlarım imrenerek bakardı. Kimisi elbisemin yeni oluşuna, kimisi de hoca görüntüsüne imrenirdi. Bazısı cübbemi, bazısı sarığımı isterdi. Bir cübbemi verirdim, bir sarığımı. Sonra ben cübbemi yeniden giyince hepsi de hayran hayran bakardı.
Yaşıtlarıma göre daha ağırbaşlı bir çocuktum. Beni oyunlarına yakıştıramazlardı. Hoca elbiseleri içinde iyice ulaşılmaz bir yerde duruyordum. Üstelik onların her birinin elbisesi yamalıydı.
Yeni elbiselerimle onlardan farklı görünmek canımı sıkıyordu. Bir gün bu can sıkıntısıyla eve doğru koşmaya başladım. Arkadaşlarım oyun sanmış olmalılar, ardımdan koşmaya durdular. Nasıl olduysa cübbemin eteği tele takıldı, takıldığı yerden uzunca yırtıldı. Hepimiz birden durduk. Onlar üzüldüler yırtığa, ben güldüm, içten içe sevinmiş olmalıyım. Doğruca eve gittim.
Annem, “Dikeyim” dedi.
Ben, “Dikme, yama koyuver” dedim.
“Evladım, yamaya gerek yok, düz bir dikiş geçtim mi, yırtığı belli bile olmaz.”
İlle de yama istedim… Annem bir manâ veremedi. “Çocuk aklı” deyip güldü.
Dedem sakalını sıvazladı.
“Torunuma bir cübbe daha diktireyim, o da mavi olsun.” dedi.
“Hayır, ben yeni istemiyorum.”
“Bu yırtılmış ya.”
“Ben yama istiyorum.”
“Fesubhanallah, niye ille de yama?”
“Çünkü bütün arkadaşlarımın elbiseleri yamalı.”
Dedem gülümsedi, derdimi anladı. Beni ensemden yakalayıp kucağına aldı, saçlarımı okşadı, yanağımı öptü. Kendi kendine mırıldanır gibi:
“Yaratıcı, yarattığı kulları, onlara yazdığı kaderlere uygun biçimde var eder”
Sonra bir esirgeme dileği gibi beni bağrına bastı ve sesini net-leş ti re rek:
“Allah sana hayırlı ömür versin; seni âlim yapsın.” dedi.
Artık namaz surelerini ezberlemeye başlamıştım. Nasıl oluyordu bilmem, ezberlediğim sureleri yüksek sesle okumak bana bir maniyi tekrarlamak gibi zevk verirdi. “Ehad… Samed. yelid.. .yûled… ” “Rabbilâlemîn… Rahmânirrahîm… Yevmiddîn… İyyakenesta-în…” kısa surelerdeki ses uyumu çok hoşuma giderdi. Okumaya doyamazdım. Duyanlar,“Nazar değecek yavrucağa. Maşallah, barekâllah” derdi.
En çok da dedem memnun olurdu. Benim ilk hocamdı. Bana kâmil insan yolunu öğreten, beni bu yola azmettiren; tanıdığım ilk âlim modeli, benim ilk kahramanımdı…
Bir gün, “Madem bu yaşta bu gayret sende var, heba olmasın” dedi ve bana harekesiz yazıyı öğretti. Sonra ilim yolunda bir daha elimi bırakmadı. Ne biliyorsam ondan öğrendim.
Hiç şüphem yoktu, bir âlim olarak yaratılmıştı dedem. Yaratıcı onu bu kadere uygun hasletlerle donatmıştı. Fikrini soran, ilmine müracaat eden, derdine ortak arayan ona gelirdi. Gelip gideni çoktu. İnsanlar ona kimseye göstermedikleri hürmeti gösterirlerdi. Dedem ise herkese karşı son derece nazik ve alçak gönüllüydü.
Dedem kumaş satardı. Çarşı içinde bir dükkânı vardı. Raflar top top rengârenk kumaşlarla doluydu. Orada vakit geçirmeyi çok severdim. Ama dedem top kumaşlardan çok, kütüphanesindeki el yazması kitaplarına ilgi duymamı isterdi. Öyle hissederdim. Kendisi de dükkânda pek oyalanmaz, dükkânı çırağına bırakır eve dönerdi. Onun ticaretiyle Musa Amca ilgilenirdi. Dedeme pek iş kalmazdı. Onun asıl işi ilimdi, meşgalesi irfandı.
Babamın dükkânı ayrıydı; o, şeker, fener, çuval satardı. Dedem, babamın beni dükkâna götürdüğünü öğrense, çırağını yollar beni kendi dükkânına aldırır, fakat orada da oyalanmamı istemezdi. Eve dönerdik. Ticarete meyletmemden korkar gibiydi.
“Bu çocuk içimde çok rikkat uyandırıyor. Çok akıllı, çok gayretli. İlmiyle âmil bir yol gösterici olur inşallah” derdi. Onun üzerime titremesi gibi ben de onu herkesten ayırır öyle severdim. Hep dedemin yanında kalmak isterdim.
İki evimiz vardı. Birinde dedemle halam oturuyordu, diğerinde biz.
Halamın kocası Musa Amca iki yıl askerlik yapmış, bacağından yaralanmış. O yokken halam dedemlere taşınmış. O yıl ninem vefat etmiş. Musa Amca askerden yaralı dönünce de dedem evden ayrılmalarına razı gelmemiş. Halam da, dedemi yalnız bırakmak is te me miş.
Halam çok iyi bir insandı. Sabırlı, şefkatli, bilgili. Bir âlimin kızı olduğu her halinden belli olurdu.
Musa Amca da dedemin yetiştirdiği bir insandı.
Dedem Yemen harbinde iken askerlik arkadaşı Ali Nusret’le sözleşmişler. İkisinden biri şehit olup diğeri sağ salim eve dönerse, diğerinin evladını himaye edecek. Her ikisinin de tek erkek evladı var, iki çocuk da kundakta bırakılmış… Kim sağ kalırsa diğerinin çocuğunun tahsiliyle ilgilenecek.
Dedemin evladı, babam. Ali Nusret Efendi’nin tek evladı da Musa Amca. Ali Nusret Efendi şehit olmuş. Dedeme, sağ salim eve dönmek nasip olmuş. Dedem verdiği sözü unutmamış, askerden döndükten sonra vakti gelince Ali Nusret Efendi’nin vasiyetini ailesine bildirmiş. Sonra Musa Amca’yı alıp medreseye yerleştirmiş.
Kendi evladı gibi. Şefkatini esirgememiş, babasının yokluğunu ona hissettirmemiş. Ve her sene onu anacığına götürmüş. Sonra Musa Amca’nın annesi yeniden evlenince, Musa Amca temelli dedemle kalmak istemiş.
Bilgi, görgü sahibi biriydi Musa Amca. İmamlık yapıyordu. Ama benim gözümde hep askerdi. Halinde hep bir askerin ülküsü, hüznü hissedilirdi. Askerde şehit olamayışına hüzünlenirmiş. Dedem, gazilik payesini över, onu teselli ederdi.
Nedense hayattan çok ölümsüzlüğe, insanlardan çok meleklere, dünyadan ziyade cennete yakıştırırdım onu. Her şeyden çok Allah’a yakındı. Yalnızlığı, tenhayı severdi. Çok ağırbaşlı, az konuşan, ortalıkta az görünen biriydi. Dedem kendini iyi hissetmediği zamanlarda dersimi ona okurdum. Yeşil iri gözleri gözlerime bakınca beni içine alırdı. Yüzüne bakınca evvela gözlerini görürdüm. Gözleriyle dinler, gözleriyle gülerdi. Kumral, gür bir sakalı vardı.
Benimle çok fazla konuşmazdı; ama sevgisini hep hissederdim. Çocuğu olmamıştı, belki de bu yüzden beni sevmesini, ona teselli olmayı isterdim. Onunla yakınlık kurabilmek için sorular sorardım, aklıma ne gelirse. Sabırla cevaplardı. Sanki meramımın farkındaymış gibi dudaklarında gizli bir tebessüm belirip kaybolurdu. Bir kere bile öfkelendiğini, sesini yükselttiğini görmemiştim.
Kendini Allah’a gizleyen bir adamdı. Çocuk aklımla onu herkesten daha iyi anladığımı düşünürdüm. Onun hakkında kimselerin bilmediği sırları ben biliyordum sanki. Bunu o da fark etsin ve benimle dedemle olduğum gibi arkadaş olsun isterdim. Fakat o, herkesten olduğu gibi benden de kendini gizlerdi.
Babamın en iyi arkadaşı Musa Amcaydı.