Daha | Hakan Günday | Birazoku


Siz bu cümleyi okurken, bir yerlerde insanlar, ülkelerindeki savaş, açlık ve yoksulluktan kaçmak için sonu zifiri bir yolculuğa çıkmaya hazırlanıyor. Ancak bu hikâye o kaçak göçmenlerle değil, onları kaçıranlardan biriyle ilgili. Adı Gazâ. Babası bir insan kaçakçısı, Gazâ da onun çırağı. Henüz 9 yaşında. Yani, hayata ve insana dair, öğrenmemesi gereken ne varsa, hepsini öğrenecek yaşta.

“Doğu ile Batı arasındaki fark, Türkiye’dir. Hangisinden hangisini çıkarınca geriye Türkiye kalır, bilmiyorum ama aralarındaki mesafe Türkiye kadar, ondan eminim. Ve biz orada yaşıyorduk. Her gün politikacıların televizyonlara çıkıp jeopolitik öneminden söz ettiği bir ülkede. Önceleri çözemezdim ne anlama geldiğini. Meğer jeopolitik önem, içi kapkaranlık ve farları fal taşı gibi otobüslerin, sırf yol üstünde diye, gecenin ortasında mola verdiği kırık dökük bir binanın ada ve parsel numaralarıyla yapılan çıkar hesapları demekmiş. 1.565 km uzunluğunda koca bir Boğaz Köprüsü anlamına geliyormuş. Ülkede yaşayanların boğazlarının içinden geçen dev bir köprü. Çıplak ayağı Doğu’da, ayakkabılı olanı Batı’da ve üzerinden yasadışı ne varsa geçip giden, yaşlı bir köprü. Kursağımızdan geçiyordu hepsi. Özellikle de, kaçak denilen insanlar… Elimizden geleni yapıyorduk… Boğazımıza takılmasınlar diye. Yutkunup gönderiyorduk hepsini. Nereye gideceklerse oraya… Sınırdan sınıra ticaret… Duvardan duvara…”

***

Babam bir katil olmasaydı, ben doğmayacaktım…

“Sen doğmadan iki sene önce… Bir tekne vardı, hiç unutmam, adı Swing Köpo… Rahim diye bir itin tekne­si… Neyse, yükledik malı… En az 40 kelle var. Biri de has­ta. Nasıl öksürüyor, bir görsen! Bitmiş herif! Kim bilir kaç yaşında, belki yetmiş, belki seksen…”

Babam bir katil olmasaydı, ben de olmayacaktım…

“Neyine gerek lan senin, dedim hatta… Kaçmak, göç­mek? Gideceğin yere gitsen ne olur? Ölmeye mi çekiyorsun bu kadar eziyeti? Neyse… Sonra Rahim dedi, sen de gel, dönüşte iki laf ederiz. Benim de işim yok o zamanlar, da­ha kamyonu almamışım…”

Babam bir katil olmasaydı, annem beni doğururken öl­meyecekti…

“Arada, kaçağa gidenlere bir el atıyorum… Hem işi öğ­reniyorum hem de üç beş yolumu buluyorum… İyi lan, de­dim. Bindik, açıldık işte… Sakız’a varmaya az kala bir fır­tına çıktı! Zaten Swing Köpo’nun kendini götürecek hali yok! Daha ne olduğunu anlamadan, göçtük suya…”

Babam bir katil olmasaydı, asla dokuz yaşıma basma­yacak ve onunla o sofraya oturmayacaktım…

“Bir baktım, herkes bir tarafta, bağıran bağırana… Adam gelmiş çölden, ne bilsin yüzmeyi! Böyle bir görünü­yorlar, sonra yok! Taş gibi batıyor hepsi! Boğulup gidiyorlar… Bir ara Rahim’i gördüm, alnı kan içinde… Vurmuş ka­fayı teknede bir yere… Dalgaları bir gör, duvar gibi! Üstüne üstüne geliyor insanın! Sonra bir baktım, Rahim de yok…” Babam bir katil olmasaydı, ne o bana bu hikâyeyi anla­tacaktı, ne de ben onu dinleyecektim…

“Yüzeceğim de, ne tarafa gideyim, diyorum… Gecenin bir körü! Bayağı bir uğraştım… Ama yok, kafayı suyun üstünde tutmak bile mesele… Bir dalıp bir çıkıyorum… Dedim, oğlum Ahad, hayat buraya kadar! Gittin, gidiyor­sun… Sonra birden, böyle, iki dalga arasında, beyaz bir şey gördüm… Üstünde de bir karaltı var…”

Babam bir katil olmasaydı, onun bir katil olduğunu hiç öğrenmeyecektim…

“Bir baktım, o hasta herif… Hani o bitik herif vardı ya… Bulmuş bir cansimidi, tutunmuş gidiyor… Nasıl yüzdüm, bilmiyorum… Ama sonunda vardım adamın yanına… Tut­tum simidi, çektim elinden… Baktı bana… Uzandı böyle… ittim ben de… Boğazından tutup… Sonra da bir dalga gel­di götürdü zaten…”

Ama babam bir katildi ve hepsi oldu…

O gece babam öyle ağır ağır anlattı ki hikâyesini, du­daklarının arasından kesik kesik çıkan o sessizlikler gi­bi karıştı aramıza kelimeleri. Hatta bu yüzden hafızama çivilenmeyip de vidalandılar. Döne döne saplandılar aklı­ma. Ya da aklımdan geriye ne kaldıysa ona… Şimdi dü­şünüyorum da, babam bir katil olmasaydı eğer, babam da olamayacaktı belki. Çünkü bana sadece bir katil babalık edebilirdi. Onu da zaman gösterdi…

Bir daha hiç bahsetmedi cinayetinden. Gerek de yoktu zaten. Kaç kez itiraf edilir ki aynı günah aynı insana? Bir kez duysan, yeter. Sofradan yavaşça kalkıp yatağa gitmek ve uzansan bile gözlerinin dimdik ayakta kalması için… Neden şimdi, diye düşündüğümü hatırlıyorum o gece. Neden şimdi anlattı? Kendine mi yoksa bana mı an­lattı? Belki de dokuz yaşındaki oğluna verip verebileceği tek hayat dersi buydu. Elindeki tek hayati bilgi. Tek ger­çek hayat derai: Hayatta kal! O dersten çıkardığım der­si de hatırlıyorum: Ama hayatta nasıl kaldığını kimseye anlatma… Kimse anlatmasın nereden geldiğini, diye ağ­ladığımı hatırlıyorum. Kimse anlatmasın aldığı nefesle­ri kimlerden çaldığını. Dokuz yaşındaydım. Bilemezdim… Nasıl hayatta kalındığını anlatmak için hayatta kalındı­ğını… Sonra bir ara, babamın o yaşlı adamı boğazından tutup ittiği anı hayal ettiğimi hatırlıyorum. Babamda­ki âdemelmasından o adamda da vardır, diye düşündüğü­mü… Ve o yumru babamın eline gelmiş midir, diye sessiz­ce kendime sorduğumu… Babamın avucunda bir iz bırak­mış mıdır o yaşlı adamın âdemelması? Yanağımı okşadı­ğında bana da bulaşır mı? Sonra da uyuduğumu hatırlıyo­rum. Sonra da uyandığımı… Sonra da, bana hazırladığı o kahvaltıyı ve o tokadı ve o emri.

Bir dilim ekmek…

“Ne anladın dün anlattıklarımdan?”

“Ya sen ölecekmişsin ya da o adam…”

İki dilim peynir…

“Aferin… Söyle bakalım… Sen olsan ne yapardın?” “Belki o cansimidi ikinize de yeterdi…”

Bir tokat…

“Ye hadi, bakma suratıma öyle! Sil o gözlerini de…” “Peki baba.”

Bir yumurta…

“Ben olmasam sen de yoktun, anlıyor musun?”

“Evet baba.”

Üç zeytin…

“İyi… Bunu hiç unutma! Şimdi söyle, sen olsan ne ya­pardın?

“Ben de senin gibi yapardım baba.”

Biraz tereyağı…

“Ben bu hayatta ne yaptıysam, hepsi senin için.”

“Sağ ol baba.”

Bir emir…

“Madem artık bu işin nasıl bir hayat kavgası olduğunu öğrendin, bugün aen de benimle geleceksin!”

“Olur baba.”

Meğer babam bir çırak arıyormuş kendine. Eti de, ke­miği de, iliği de ona ait bir çırak. Kazancını bir yabancıy­la paylaşmamak için, suç ortağı olmak istiyormuş oğluyla.

“Geleceksin!” dedi, gittim. Ben o yaz, karnemi alır al­maz, bir insan kaçakçısı oldum. Dokuz yaşında… Pek far­kı yoktu aslında, bir insan kaçakçısının oğlu olmaktan…

Şimdi düşünüyorum da, belki de sarhoştu o hikâyeyi anlattığında. Sonra da anlata anlata ayılınca, anlamıştı artık çok geç olduğunu… Belki de kötülüğü ağır basan bir vicdan topalıydı babam, hepsi bu. Belki de kendi babası yüzünden böyle olmuştu. O da kendi babası yüzünden… O da kendi babası yüzünden… O da kendi babası yüzünden… Sonuçta hepimiz, hayatta kalanların çocukları değil miydik? Savaşlar, depremler, kuraklıklar, katliamlar, salgın­lar, işgaller, kavgalar ve felaketlerden sağ çıkanların ço­cukları… Dolandırıcıların, hırsızların, katillerin, yalan­cıların, muhbirlerin, hainlerin, batan bir gemiden ilk ka­çanların ve de başkalarının ellerindeki cansimitlerini sö­küp alanların çocukları… Sağ kalmayı bilmiş olanların… Sağ kalmak için her şeyi, ama her şeyi göze almış olan­ların… Bugün hayattaysak eğer, soyağacımızdan birileri “Ya o ya ben!” dediği için değil miydi? Belki de kötülü­ğün ağır basması bile değildi bu. Doğal olandı… Sadece bi­ze çirkin geliyordu, o kadar… Ama doğada çirkinlik diye bir şey yoktu… Güzellik de… Gökkuşağı sadece gökkuşağıydı ve hiçbir doğa bilimleri kitabında altından geçilebi­leceğine ilişkin bir bilgi yoktu.

Sonuçta, beni de bu hayata iki ceset taşıdı: Biri yaşa­ma, diğeri yaşatma isteği… Birini babam, diğerini annem istedi… Ve yaşadım ben de… Başka çarem var mıydı? Mut­laka… Ama kim bilir, belki de hayat fiziği böyle işliyor ve bir yerlerde şöyle yazıyordur:

Hayat Fiziğine Giriş:

Her doğum, en az iki ölüm eder. Biri yaşamak, diğeri ya­şatmak isteğine bağlı, iki ölüm.

Ancak hayata gelenin, hayatta kalması için, o ölümler sa­yesinde nefes aldığından habersiz alarak yaşaması gerekir.

Aksi takdirde, söz konusu kişi bir savaştan ibaret olur ve her gün içinden ölü çıkar.

Evet, belki benim adım Gazâ…

Ama hiçbir zaman intihar etmeyi düşünmedim.

Sadece bir ara… Hissettim.

Şimdi kendime bir hikâye anlatacağım ve artık sadece buna inanacağım. Çünkü ne zaman dönüp baksam geçmi­şe, görüyorum ki yine değişmiş. Ya bir coğrafya eksilmiş ya da bir tarih eklenmiş. Hiçbir şey yerinde durmuyor bu hayatta. Hiçbiri memnun değil yerinden. Belki de hiçbir şeyin yeri yok aslında. Onun için sığmıyorlar, bıraktığın çukurlara. Halbuki sırf onlar için, boylarını ölçüp de ona göre kazmışsın. Ama hiçbir halta yaramıyor! Hepsi de gö­zünü kırpmanı bekliyor. Kaçıp gitmek için. Ya da yer de­ğiştirip seni delirtmek için. Özellikle de geçmişin,..

Ve artık zamanı geldi… Hatırladığım ne varsa, hepsini bir defada anlatıp mühürlemenin. Çünkü bu son! Bir da­ha dönüp bakmayacağım geçmişe. Aynada bile suratına bakmayacağım. Anlata anlata yiyip bitireceğim onu. Son­ra da bir kürdanla dişlerimden kazıyıp tabanlarımla çiğ­neyeceğim. “Şimdi”den ibaret kalmanın tek yolu bu… Yok­sa içinde yaşadığım bu beden, zamanı durdurmak için her şeyi yapar! Çünkü her şeyin farkında: Öleceğinin de, çü­rüyeceğinin de… Kim söylediyse bunu ona, hangi orospu çocuğu, bu beden biliyor geberip gideceğini! Hatta sırf bu yüzden, kudurmuş bir köpek gibi çenesini hayata kenetle­mek için, aynı hataları bana tekrar tekrar yaptırıyor. Tek­rar tekrar! Bir anlığına da olsa beni o deja vu’lerle geçmi­şe götürüp zaman kazanmak için…

Ama artık bitti!

Ne zaman ki hikayemi anlatıp susacağım, artık sadece yeni hatalar yapacağım! Zamanı dörtnala koşturacak ka­dar yabancı hatalar! Duvar saatlerini mıknatısa tutulmuş pusulaya çevirecek kadar bilinmeyen hatalar! Daha Önce kimsenin yapmadığı, adını bile duymadığı hatalar! Kayıp bir kıtanın ya da dünya dışı bir hayatın keşfi kadar muh­teşem ve tanımlanamayan hatalar! Makineler yapan ma­kineleri yapan insanları yapan makineleri yapan insanlar kadar olağanüstü hatalar! Tanrı’nın icadı kadar dev hata­lar! Tanrı’dan sonraki en büyük icat olan karakter kadar öngörülemeyen hatalar! Yeni doğmuş bir bebeğin ilk hata­sı kadar büyülü, doğmak kadar ölümcül bir hata yapmak! Tek isteğim bu… Belki biraz da morfin sülfat.

Doğu ile Batı arasındaki fark, Türkiye’dir. Hangisinden hangisini çıkarınca geriye Türkiye kalır, bilmiyorum ama aralarındaki mesafe Türkiye kadar, ondan eminim. Ve biz orada yaşıyorduk. Her gün politikacıların televizyon­lara çıkıp jeopolitik öneminden söz ettiği bir ülkede. Ön­celeri çözemezdim ne anlama geldiğini. Meğer jeopolitik önem, içi kapkaranlık ve farları fal taşı gibi otobüslerin, sırf yol üstünde diye, gecenin ortasında mola verdiği kırık dökük bir binanın ada ve parsel numaralarıyla yapılan çı­kar hesapları demekmiş. 1.565 km uzunluğunda koca bir Boğaz Köprüsü anlamına geliyormuş. Ülkede yaşayanla­rın boğazlarının içinden geçen dev bir köprü. Çıplak ayağı Doğu’da, ayakkabılı olanı Batı’da ve üzerinden yasadışı ne varsa geçip giden, yaşlı bir köprü. Kursağımızdan geçiyor­du hepsi. Özellikle de kaçak denilen insanlar… Elimizden geleni yapıyorduk… Boğazımıza takılmasınlar diye. Yut­kunup gönderiyorduk hepsini. Nereye gideceklerse oraya… Sınırdan sınıra ticaret… Duvardan duvara… Tabii dünya­nın geri kalanı da boş durmuyor ve bir an önce doğduk­ları yerden çıkıp ölecekleri yere koşmaları için onlara her türlü çaresizliği sunuyordu. Çaresizliğin bütün çeşitlerini. Her boy ve ende ve ağırlıkta ve yaşta çaresizlik… Biz de bu toprakların enlem ve boylamlarının gereğini yerine geti­riyorduk sadece. Cehennemden kaçanları cennete taşıyor­ duk. Ben ikisine de inanmıyordum. Ama o insanlar her şe­ye inanıyordu. Hem de neredeyse doğuştan! Ne de olsa şöy­le düşünüyorlardı: Eğer savaştan sağ çıkıtsa bile açlıktan ölünen bir cehennem varsa bu dünyada, elbet bir cennet de vardır. Ama yanılıyorlardı. Hepsi de kandırılmıştı. Cehen­nemin varlığı cennetinkine kanıt değildi! Ama onları anla­yabiliyordum. Böyle öğrenmişlerdi. Hatta sadece onlar de­ğil, herkes… Bütün dünya nüfusuna ezberletilmiş olan, va­rak çerçeveli ve gösterişli bir tablo vardı. Ve o tabloda, iyi­ler kötülerle ve cennet cehennemle savaşıyordu. Oysa böy­le bir savaş yoktu ve hiç olmamıştı, iyiyle kötünün kıya­met gününe kadar sürecek olan ölüm kalım savaşı, insan­lığın yediği en büyük kazıktı. Toplum düzeninin en kes­tirmeden sağlanması ve otoritenin daima ayakta kalması için atılması gerekmiş olan bir kazık. Çünkü her insanın, aynı anda, hem iyi hem de kötü olduğu gerçeği kabul edi­lirse, hayranlık duyulup peşinden ölüme gidilen kim var­sa, yani gelmiş geçmiş bütün liderlerin kimliğinde lekelen­meler başlayacaktı. Kafalar karışacak, düşünceler çarpı­şacak ve kimse kimse için hayatını feda etmeyecekti. Ama öyle olmadı ve mutlak iyiyle mutlak kötünün savaşı insan­ları birbirine kırdırmanın en basit yolu haline geldi. “Sizler iyi olanlarsınız!” diyenler “Gidin, benim için geberin!” demek istiyor, “Sizler cennete gidecek olanlarsınız!” diyen­ler de “Geberttikleriniz de cehenneme gidecek!” demek is­tiyordu. Dolayısıyla cennet ve cehennem, iyilik ve kötülük, insan denilen varlığı ortasından ikiye yardı ve bir tarafını diğeriyle kanlı bıçaklı hale getirip bir aptala dönüştürdü. Böylece, geçmişin müthiş tezgâhtarları, kutsal zıtlık teori­siyle ambalajladıkları ömür boyu garantili itaatkârlığı öz­gür insanlara satmayı becerebildi, itaatkâr itleri itaatkâr itlere kırdırmaktı bütün hikâye! Ne karanlık ışığa düş­mandı, ne de tersi. Ve tek bir gerçek zıtlık vardı, o da…

Benzer İçerikler

Uçan Fare ile Hayalet Hayri – 2 Karla Karışık Olaylar | Beyza Akyüz

yakutlu

Başkalarının Ülkesi | Leila Slimani

yakutlu

Yağmurdan Önce | Ercan Akbay

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy