Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan yakın tarihimizin simgelenmiş adlarından üçüdür. Bilindiği gibi bu üç genç “12 Mart” döneminin karanlık günlerinde, 6 Mayıs 1972 sabahı darağacına çıkarıldılar. 12 Mart’ın ”hukuk anlayışı”nın bir göstergesi ve sonucu olan bu infazlar, yıllarca kamuoyunun vicdanını rahatsız etmiş ve etmektedir. Demokrasi kültürünün perspektifinden bakıldığında, yakın tarihimizde verilmiş pekçok karar gibi bu kararın da aşırı siyasallaşmış bir hukuk anlayışının örneklerinden olduğu kabul edilecektir. Bu yapıt, üç gencin darağacında can verişlerinin dördüncü yılı olan 1976’da, 18 gün süren olaylı bir yazı dizisinin ardından kitaplaştırılmıştır. Dizinin yayını süresince hemen her gün ağır cezalık davalar açılmış, toplatma kararları verilmiştir. Kitaplaşan yapıt da ağır baskılara uğramıştır. Bir dönem kuşağının el kitabı olan bu efsanevi yapıtı, yasaklı sürecinin öyküsünü de içeren yeni bir düzenlemeyle sivil tarihimize belgesel bir katkı olarak sunuyoruz.
NİHAT BEHRAM
1946 yılında Kars’ta doğdu. On şiir kitabı yayınlandı. Yayınlanmış yirmi kitabı bulunmaktadır. Çeşitli yapıtları yabancı dillere çevrilmiştir. -Halkın Dostları-, -Militan- ve -Güney- dergilerini çıkaranlar arasındadır. Yazdıklarından ötürü 12 Mart döneminde
2 yıl tutuklu kaldı. 70’li yıllarda bir süre gazetecilik
yaptı. 12 Eylül döneminde Bakanlar Kurulu kararıyla T.C. vatandaşlığından çıkarıldı. Uzun yıllar yurdundan uzakta yaşamak zorunda kalan Behram, 17 yıllık politik sürgünlükten sonra 1996 yılında yurduna dönebildi.
İÇİNDEKİLER
Sunu
Uğruna ölüme gidilen şey kendini karanlıkta bir ışık gibi hissettirir
Bu günler ki
Türkiye’de karanlık bir dönem ve Deniz, Yusuf, Hüseyin’in dışarda son günleri
Deniz Gezmiş, -Mahkeme diye böyle bir yerde bulunmaktan utanç duyuyorum- dedi
Tutanaklar (1)
Ortak savunmalarına -ezenlere karşı verdikleri mücadelelerde ölen tüm ezilenlere selam olsun- diye başladılar
Gecenin Gölgelerinde Ayrılık
N. Ağırnaslı İnönü’ye -Korkarım bu kan gölü onu döktürenlerle birlikte, susanları da boğar- dedi
Üç Dağa Ağıt
6 Mayıs’ın ilk dakikalarında Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in hücreleri açıldı… Zincire vuruldular…
Tutanaklar (2)
Telaşlanmışlar, Deniz’in ayağındaki zinciri açamıyorlardı… Deniz gülümsüyordu.
Kanayan Üzümler
Yusuf odasından alınırken -Deniz’in sesini duydum- diyordu…
Ölüm Nerden ve Nasıl Gelirse…
Yan yana yaşamış, yan yana ölmüşlerdi, ama yan yana gömülmeleri engellendi
Ah, ardı ardına kenetlenen ölüm
Yusuf Aslan son mektubunu Senato’nun idamları onayladığı gün yazmıştı…
Yalnız Değiller…
Sinan’la Hüseyin’in arkadaşlığı kavga içinde başladı, son ana kadar aynı duyguyu taşıdılar…
Yaşamak Adına
Kurtuluş haberlerinin, ölüm haberleriyle birlikte geldiği günlerdi; Ulaş düştü İstanbul’da…
MBG Başkanı Fahri Özdilek infazlara taraftar değil, fakat umutsuzdu…
Bahardı (İİ)
Hüseyin Filistin dönüşünde ağır işkencelerden geçmiş fakat tek sözcük konuşmamıştı…
Yusuf’un kararlılığı ve cesareti polisi şaşkına çevirmişti…
Yusuf’ un yarasına, vurulduktan on bir saat sonra bakıldı.
Bahardı (İ)
-Asma-yı bir eğlence konusu yapmışlardı, hücrede bir işçiyi günlerce sehpaya çıkardılar…
Dövüşe Dövüşe Yürünecek
Bir anda Denizlerin, Yusufların, Hüseyinlerin mezarları insanla kaynaştı… Sıralar halinde, binler, on binler -saygı duruşu-nda bulunuyordu…
1’inci THKO davası ve sonuçlarına ilişkin görüşler
Faşist uygulamaları, tarih kimsenin gözünün yaşına bakmadan değerlendirecektir…
Siyasal yargılamalarda hüküm verenler çoğu kez hem davacı hem de yargıç durumundadırlar
Asıl yargılama; 6 Mayıs 1972 şafak vakti halkın vicdanında yeniden başlamış ve devam etmektedir
Verilen ölüm cezası, uygulayıcılara onur vermeyecek bir biçimde adalet tarihine geçecek acılı bir örnek olacaktır…
Hüküm verilmesine ve cezanın infaz edilmesine rağmen kamuoyunda kabul edilmiyor, tartışılıyorsa o dava kapanmamıştır
12 Mart döneminde hukuk kuralları alabildiğince hiçe sayılmıştır
Ali Elverdi görevinin ne olduğunu AP’den milletvekili olduktan sonra kamuoyuna açıklamıştır…
Askeri görevleri yanında politik görevler de yaptığını söyleyen Elverdi hakkında kovuşturma açılması gerekir
22 kişilik Adalet Komisyonu’nda idama karşı gelen tek üye bendim.
İkisi 25, biri 23 yaşında olan bu üç genç ölümden kurtulamaz mıydı?
12 Mart’ın kendine özgü hukukla bağlantısı olmayan özel bir yeri vardır
İdam hükmüyle sonuçlanan bu davaya yöneltilen eleştiriler gösteriyor ki, kanunun değiştirilmesi bir gerekliliktir
İdamlarla ilgili tarihi bir belge
Yeniden kendi şehrimde
SUNU
Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan yakın tarihimizin simgeleşmiş adlarından üçüdür. Bilindiği gibi bu üç genç -12 Mart Dönemi-nin karanlık günlerinde, 6 Mayıs 1972 sabahı darağacına çıkarıldılar.
12 Mart’ın hukuk anlayışının bir göstergesi ve sonucu olan bu infazlar yıllardır kamuoyunun vicdanını rahatsız etmiş ve etmektedir. 12 Mart darbecileri bu üç gencin muhalif etkinliklerine son vermek, onların birer mitos olma potansiyellerini engellemek amacıyla yaşamları ve son dönemlerine ilişkin her şeyi bir sis perdesi altında tutmaya çalıştılar. İnfaz haberini veren spikerin, -haberi okurken sesi titredi- diye işten uzaklaştırılması, dönemin baskı ve sansürünün boyutları hakkında fikir verir.
1976 yılının Mayıs’ında, üç gencin darağacında canverişlerinin dördüncü yılında, bu sis perdesi -Darağacında Üç Fidan-ın yayımlanmasıyla aralandı. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın yaşamları, son günleri, son sözleri aynı kuşağın şair ve yazarı Nihat Behram’ın kaleminden kamuoyuna yansıdı.
Bu yapıt aynı adla (Darağacında Üç Fidan) belgesel anlatı tarzında on sekiz gün süren bir dizi yazıdan sonra kitaplaştırılmıştır.
Dizinin yayını süresince hemen her gün ağır cezalık dava ve toplatma konusu edildiğini ayrıca bir not olarak düşmeliyiz. Kitaplaşan yapıt ağır baskılara uğradı. Yasaklandı; yedinci basımının kurşun dizgileri baskı makinesinden sökülerek el konuldu.
1980 Darbesi, kitap üstündeki baskıyı daha da koyulaştırdı. Yazarı hakkındaki ağır ceza davaları sıkıyönetim mahkemelerine devredildi.
1980 yılında yurtdışına çıkmak zorunda kalan yazar tam
17 yıl sürecek politik sürgün hayatı yaşadı.
Behram’ın bu yapıtı 1988 yılında -Yürekleri Şafakta Kıvılcımlar-adıyla yeniden yayımlandı. Ama başına yine aynı şeyler geldi: Yasal dayanağa gerek görülmeksizin matbaa ve yayınevi baskınları, el koymalar.
Bu arada uzun süre verilen hukuk mücadelesiyle kitap hakkında beraat kararı çıktı.
Nihat Behram 1996 yılında 17 yıllık sürgün yaşamından sonra yurda döndü. Yazar kitap ile ilgili 16 yıl önce verilen tutuklama kararlarına dayanılarak gözaltına alındı, ancak beraat kararının kanıtlanması sonucu serbest bırakıldı.
Öyküsünü kısaca anımsattığımız -Darağacında Üç Fidan-yine okurunun karşısında. Belgesel yönüyle yakın tarihimizin bir bölümü hakkında kamuoyunu bilgilendireceğine inandığımız bu kitap, ideolojik tasarımların dışında okura sunulmaktadır. Ülkeler çalkantılı yıllarını, hukuku ve demokrasiyi gözeten, cürümleri, kışkırtmaları, yönlendirmeleri dışlayan sivil tarih belgeciliğiyle değerlendirerek aşarlar. Bu süreçte bizzat belgeler kadar, araştırmacı yazar emeğine dayanan belgesel anlatılar da ışık tutarlar.
Kitabın kendi mücadelesini içeren belgelere dayalı yeni bölümüyle bir yayıncılık hizmeti verdiğimize inanıyoruz.
Okurlar, yakın tarihimizin simgeleşmiş üç adının öyküsünü izleme hakkına sahiplerdir.
Adnan Özer-Hasan Öztoprak
UĞRUNDA ÖLÜME GİDİLEN ŞEY KENDİNİ KARANLIKTA BİR IŞIK GİBİ HİSSETTİRİR…
Öyle bir an vardır ki, bir can, bir duygunun simgesi olur. Bütünleşir o duyguyla. Anlamı derinleşir.
Ölümle ikiye bölünmek istenen bir şeydir bu. Kimisi yaşatmanın saflarında kenetlenir, kimisi öldürmek için pusuya yatar; en karanlık yollarını arar can almanın.
Tarih böyle oluşagelmiştir. Bir bakıma yaşama arzusuyla,
ölümün çarpıştığı yerdir dünya. Toplum yasalarının anlamı da bunun içinde düğümlüdür. Kimisi o düğüm çözülmesin ister; kimisi çözülsün düğüm, toplum ferahlasın diye, can vermeyi göze alır…
Sinsiliğin, çıkarın, acının, açlığın, acımasızlığın, korkaklığın, bencilliğin, açgözlülüğün, kalleşliğin, sömürünün… kolgezdiği bir dünyada her gün binlerce bebek doğmakta. Şefkate, merhamete, doymaya muhtaç; çıkarsız, dürüst bir titreyiş taşıyan çocuklar. Ve onların büyük kesimini açlık beklemektedir; kalleşlikler, acılar, sömürü… Ve içlerinden bazıları düşünmeye başlar. Düşünür ve düşündükçe yiğitlenir, korkusuzlanır, bilinçlenir… Eğilir halkının acılarına. Umut verir.
Halkın umudu bir nehre benzer. Ve o nehri besleyen sular vardır.
İşte ölüm arayıcılar, bu nehrin önü kesilsin. isterler; önü kesilen nehir derinleşir, taşar; kurusun isterler bu nehir, sularını gözbağında bulandırırlar, fakat bakarlar ki, dağ su olur, gözyaşı irileşir, dağlaşır; nehre doğru yuvarlanır. Dağ diplerinde ve dağ diplerini omuzlaya omuzlaya köpürür gider o nehir…
Nice isimsiz yiğitler düşmüştür bu dövüşte. Ne var ki, çoğalan acının da bir taşma anı vardır. Canlanır. Kimisi onun soluğu kesilsin ister, kimisi daha gür yaşasın diye canını canına, sesini sesine katar. O an, umudun hesap anıdır.
Bir yanda halk vardır; bir yanda halkın cevherine kök salmış asalaklar. Bir yanda halkla varolan duygular; bir yandan halkın duygularına kurulan pusu.
İnançları uğruna ölümün eşiğinde bükülmeden duranları, varolalı beri tanır dünyamız. Çünkü bazı ölüler dünyanındır.
Hemen her ülkede yaşandı bu, yaşanıyor, daha kim bilir ne kadar yaşanacak.
Bir zamanlar Sacco ile Vanzetti ölümün karşısında bekletildi. Dünyanın kılmıştı onları, yaşadıkları şey. Amerika’da elektrikli sandalyede can verdiler. Halkın sevgisi üstlerinden eksilmedi. Çoğaldılar.
İspanya’da altı gencin dökülen kanı daha kurumadı. Onları da dünyanın kılmıştı simgeledikleri şey. Kurşuna dizildiler.
Halkın bağlılığı varlıklarında dalgalandı. Milyonlarca basıldı resimleri. Bir ucundan bir ucuna dünyaya uzanıp uyudular.
Bilinir, nice isimsiz ölünün omuzlarında yükseldi Vietnam’da zafer. Ve zaman zaman tümünün adına dikilerek ölümün karşısında bazı isimler, simgesi oldu bu ülkenin. Genç elektrik işçisi Nguyen Van Troi bunlardan biriydi…
Doğduğunda savaş vardı; ülkesi yağmalanıyordu. Ve yağmacılar yerli çeteleri dört bir yanı tutmuştu. Halkı yıllardır
direnmekteydi emperyalizme ve uşaklarına karşı. Nguyen dünyaya baktıkça kendine geldi. Halkın saflarına katıldı.
Amerika Savunma Bakanı McNamara’nın öldürülmesi görevini verdi ona mücadelesi. Girişimi başarısızlığa uğradı. Vietnam’daki azgın sömürgeci güçleri denetlemeye gelen McNamara, ölümden kıl payı kurtuldu. Nguyen yakalanmıştı. İşkencelerden geçirildi. Troi’nun devrimci bilinci, yurtsever duyarlılığı, kararlılığı bir an bile geri basmadı. Üstelik halk düşmanlarının elinden kaçmak, mücadeleye katılmak için her fırsatı değerlendirdi. İki kez ellerinden sıyrıldı. Fakat ayağı kırılmış, başaramamıştı. Yeni bir fırsatta yine kaçacağını söylemekten çekinmedi; bir de eylemlerinin suç değil, halkına bir borcu olduğunu söylüyordu. Bu iki sözden başka tek şey alamadılar ağzından. Kurşuna dizileceği günü beklemeye başladı.
Yakalandığmda yirmi günlük karısı, pamuk işçisi Quyen, umut ışığının sönmemesini dileyen bir duyguyla, acı içinde Saygon sokaklarında dolaşırken, gazete satan çocukların birden parlayan çığlıklarıyla irkilmişti: -Son baskı, yazıyor… bir telefon konuşması bir hayatı kurtarıyor…-
Telefon Venezuellalı gerillalardan geliyordu. Yani dünyanın bir başka ucundan. Gerillalar kaçırdıkları bir Amerikalı albayın hayatına karşılık, Nguyen’in hayatını istiyorlardı.
Yani Nguyen’in kişiliğinde umudu…
Quyen ne Venezuella’yı duymuştu ne de kocasını kurtarmaya çalışanları tanıyordu. Şaşkınlık ve sevinç içinde, yaşlı ve bilgili tanıdık bir işçiye koşarken, Saygon sokakları da bir anda hareketlenmişti. Karanlık altında bir şenlik fısıltısı esiyordu.
Quyen değiş tokuş sırasında giysin diye, kocasının tek giysisini fırçalayıp bohçalarken, kocasından gelen bir mektup, onun her şeyden habersiz olduğunu gösteriyordu. Quyen daha da heyecanlanmıştı. Nguyen mektubunda -idamımdan sonra karıma iyi bakın- diyordu. Quyen sevinçli haberi kocasına iletmek için zindana seğirmiş, orada olağanüstü güvenlik önlemleriyle karşılaşmıştı.
Satılık, kukla Saygon yönetimi Venezuellalı gerillaları aldatmıştı. Nguyen’i saldık deyip kurşuna dizmişlerdi.
Nguyen öldürüldüğünde yirmi yaşındaydı. Onun öldürüldüğü zindan, Saygon yönetiminin en sıkı korunan zindanıydı.
Fakat bir grup devrimci, akla durgunluk veren bir başarıyla, zindana girip, Nguyen’in kurşuna dizildiği direğin dibinde gösteri yaptılar.
Satılık Saygon yönetimi, yeni Nguyenlerle karşı karşıyaydı.
Artık karısı Quyen de devrimin bir neferi olmuştu.
Bugün siyasal nitelikteki cinayetler, dünyada alabildiğine yaygındır. Ölüm kimi zaman ansızın gelir. Kimi zaman ölümle yargılanır, beklenir ve sonunda bir duvarın dibine, elektrikli sandalyeye ya da darağacına doğru yürünür…
25 Temmuz 1968’de Vedat Demircioğlu’nun öldürülmesiyle, Türkiye’de de hızlanmaya başlayan siyasal cinayetlerin sayısı bugün yüzlerin üstüne ulaşmıştır. Yani sekiz yıldır, yaşları yirmi beşe değmeyen bir kuşak ölümle susturulmaya çalışılıyor.
6 Mayıs 1972’de idam hükmü giyip darağacında can verdiklerinde, Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in yaşları toplamı, o güne dek ölen arkadaşlarının sayısının altındaydı.
Vedat öldürüldüğü gün Deniz, Üniversite Merkez Binası’ndan Sultanahmet’e doğru yürüyen kalabalığın önündeydi.
Kavgasına adını kanıyla yazdırdığı ilk yıllardı. Yediği taşlardan sarsılacak kadar ince, genç; geri dönmeyecek kadar gözüpekti…
Günlerin ölüm haberleriyle geldiği bir dönemdi. Yaşadığı kısacık hayatında, en yakın arkadaşlarının bir bir düşüşüne tanık oluyor, bu onu derinden etkiliyordu. Kavgasına ölüm haberleri içinde hazırladı kendisini.
Üçü de inançlarının yolunu kendi görüşleri doğrultusunda belirginleştirdikleri ve bir araya geldikleri zaman, bir gün ölebilecekleri olasılığını biliyorlar ve bunu hiç sorun etmiyorlardı. Birlikte birçok kez ölüme gidip geldiler. Baştan beri aileleri ve yakınlarını, bir gün başlarına gelebilecek olana karşı hazırlamaya çalışıyorlardı.
Köyüne geldiği bir gün üstüne örttüğü yorganın kısa gelmesi karşısında, anasının eğilip Hüseyin’i öperek -Üzülme oğlum, yarın yorganını uzatırım- dediğini anlatıyor babası.
Hüseyin, -Benim için böyle bir zahmete girmeyin, belki bu, eve son gelişimdir- demişti…
Yusuf, daha dışarda olduğu günlerde, babasına yazdığı bir mektupta kendisini unutmaya çalışmalarını istiyordu.
Duygulu, gözüpek, şakacı kişiliğle Deniz, ilk arkadaş ölümünün acısını tattığı 25 Temmuz 1968’den dört yıl sonra; cesareti, dayanıklılığı ve kararlılığıyla hareket içinde belirginleşen Yusuf ve ağırbaşlılığı, az öz konuşuşu, bilgisiyle belirginleşen Hüseyin’le birlikte 6 Mayıs 1972’de darağacına doğru yürüdü…
Cumhuriyet tarihinde solun, infazı can karşılığı olan ilk hüküm giyişiydi bu. Onlar darağacının gölgesinde aylarca bekletildiler.
Son tutuklanışlarıyla başlayan serüvenleri, hareket içinde değişik bir gerilim oluşturdu. Arkadaşları için Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in kurtarılması kendi hayatlarından daha fazla önem kazanmıştı. Çünkü onların kurtarılmalarındaki anlam, sıradan bir görünümün dışına taşmıştı. Varlıklarından çok, simgeledikleri şey öne fırlamıştı.
Ölümlerini bekledikleri günlerde, dışarıda kendileri için can verenleri duyuyorlar, bu durum onları son derece etkiliyordu. Deniz, saatlerce arkadaşlarının resimlerine bakıyor;
Yusuf, büyük bir buruklukla hücresinde sabırsızlanıyor; Hüseyin
-hareketin kendilerinin kurtarılması biçiminde odaklanmaması-gereğini arkadaşlarına iletmeye çalışıyordu.
Bir an vardır, uğruna ölüme gidilir. Kendi inançları doğrultusunda Deniz, Hüseyin ve Yusuf bunu yaşadı. İnançlarının siyasal yorumu; bıraktıkları mirasın genişlemesine ve derinlemesine değerlendirilmesi tarihin sorunudur. Ne var ki onların son tutuklanmalarıyla başlayan ve asılmalarıyla sonuçlanan bir yargılanmanın üstünden kolayca geçilemiyor.
Evet, onlara biçilen hüküm infaz edildi, fakat varolan yasalar karşısında suçları, hükümle uyum halinde
miydi?
Onların inandıkları yolun değerlendirilmesi, ne kadar tarihin sorunuysa, onların yargılanış biçiminin değerlendirilmesi de, o kadar bugünün sorunudur…
ÖLÜLERİMİZ…
Her sabah
her sabah
o kusursuz acının kollarında
o kusursuz acının kollarında öpüştüğüm gökyüzü artık
çırpınan yüreğimi yatıştırmıyor. Ve onun
koparıp dizginlerini
uçarcasına boylu boyunca
sakınmasız çarpışı
heyecanlandırıyor beni.
Bir serçe kümesinin konması karşıki dala belki hiçbir şeydir,
ama sevgilimin mektubunda bir kuş resmi beni coşkulandırabilir.
Milyarla yıldız arasında tanırım onu çünkü seyredince güzelleşir sevginin ışıltısı binlerce gözüm var binlerce şafak halindeyim anlamak istediğim şeyin karşısında, çünkü anlamak zorundayım;
her sevinç kolayca ele geçmez
insan her acının sahibi değildir,
gökyüzü ve nehirler olmasa toprak da anlaşılmaz
ve hayatın kararı kesin:
son ana kadar onuru koruyanlar yaşayacak
söylenecek son söz kahramanca olmalıdır.
Vurgunum inceliğinim senin eyy
yapraklarda bir kuş hafifliğinde sürüp giden titreyiş vurgunum
bir nehri besleyen suların uyumuna, taşlara hırsla vuruşuna dalganın
Ölüm seni yanıltmasın…
Nasıl ki yığılır yüzüne gecenin karanlığı gözlerinle bir başına kalırsın ölüm öylesine gözuçlarında, savun, kavuştur yüreğini minicik bir çiçeğin bile kökleri yaşamak hırsıyla uykusuzdur.
Ölüleriniz…
İşte Stevan Flipoviç.
Bir kahraman.
Faşistler sarmış çevresini.
Sehpada.
Boynunda ip.
Ve o son nefesiyle dalayıp ciğerini
bir bıçak gibi vuruyor kelimeleri dişleri arasından
haykırıyor : -Kahrolsun faşizm; Yaşasın mücadelemiz.-
Stevan Flipoviç onurun bekçisi direnmenin…
Ölüm seni yanıltmasın… bir bir düşün yaşayanları, alnını korkusuzca kaldır kimin yanındasın yerin neresi
ve senin en çaresiz anında tek silahın nedir?
Ölüm seni yanıltmasın…
Usanma hayata yaraşan sesi aramaktan her kuşun palazlandığı bir yuva vardır, her dal güneşin ve rüzgarın avuçlarında kendi hevesince boyanır; çünkü yaşaması gerekiyor bir şeylerin bir şeylerin bir şeylerin: senin olan
Bak: kollarını bağlıyorlar
son defa bakıyor dünyaya Nguyen Van Troi
birazdan göğsünü parçalayacaklar
ama kan onu geriletmiyor
başlıyor şarkısına:
-Yaşasın Ho Chi Minh; Yaşasın Vietnam…-
Damarlarım damarlarına bağlı yaralarından çünkü öldürülmek istenen benim de sevincimdir Nguyen onun siperi…
Bir buğday tanesi midir aynı titreyişle
toprağa düşer düşmez kıpırdayan o şarkı… bir buğday tanesi mi?
Ölülerimiz…
Sesleri dünyamız kadar bilge.
Birazdan kalkacaklarmış gibi uzanıp bir sipere koyulaşan..
Ölülerimiz…
Bakışları
uçmaya hazırlanan bir kartal kadar çevik,
vurgunum
gizleyemem.
Sen bağrımı amansızca zorlayan siyahlık unutma
öldürmekten daha kuvvetlidir ölebilmek N. Behram
BU GÜNLER Kİ…
İşte yüzleri ne kadar net dostun da, düşmanın da
Ve ilk kalkışı tozların doğacak fırtınada denizi coşturan dalganın ilk çalkanışı
Oy, sancıyla kavrulan ten bir canı ortak taşımadaki deryalı nabız oy, mert bir buluşmanın gözlerde parlayışı hesapsız hurdasız iletilen heyecan
Ve kusursuz çırpınışlarla hayata bağlanışın ilk atakları düpedüz, çarpa çarpa güneşin ve toprağın dostluğuyla, çoğalan vahşetin zulmüne, iğrençliğine karşı halka adanışın ilk atakları
Artık
pürüzsüz bakışımızdaki hüzün kaybedişten değil, acıyla da olsa bayırlardaki yuvalarından sıyrılarak uçan yavru kuşlarda coşkunun yaralarla bezenişidir Onların kalbini öpüyoruz ağlayışlarda
N. Behram 1971
TÜRKİYE’DE KARANLIK BİR DÖNEM VE DENİZ, YUSUF, HÜSEYİN’İN DIŞARDA SON GÜNLERİ
12 Mart’la başlayan dönem Türkiye’nin üstündeki karartıyı daha da yoğunlaştırmıştı. Sözde -söz özgürlüğü, düşünce özgürlüğü- denen şey, artık sözde bile değildi. Özellikle
1967-68’lerden sonra giderek yaygınlaşan toplumsal, ekonomik ve siyasal huzursuzluk, 12 Mart’la birlikte, tek taraflı olarak,
bu kez sıkıyönetim uygulamalarıyla sürdürülmeye başlandı.
Yıl be yıl sıçramalarla gelen bu gerginlik, mücadele biçimlerinde de karşılıklı olarak çok çeşitli boyutlara varmıştı. Artık tutuklanmalar, öldürülmeler, işkenceler her günün haberleri arasındaydı. Sıkıyönetimin kendi içindeki ilk acemiliği sonunda, birçok Sıkıyönetim Mahkemesi, önceden (ve bilinen yöntemlerle) bnlunan suçluları, yargılamaya başladı. Bu mahkemelerden bir çoğu, sanıkları -ölüm istemi-yle yargılıyordu. Ölümle yargılanmak da sıradan bir yargılama biçimi olmuştu. Türkiye’deki, siyasal yargılama tarihinde ender uygulanmış maddeler, bu dönemde günlük istekler arasındaydı.
Yüzlerce sanığın ölümle yargılanışına tanık olundu. Bunlardan üçünün, Deniz, Yusuf ve Hüseyin’e verilen hüküm infaz edildi.
Çeşitli siyasal suçlardan aranan Deniz Gezmiş,
16.3.1971’de Gemerek’te yakalanmış. 18.3.1971’de tutuklanma kararı verilmişti. 5.4.1971’de tutuklanma kararı verilen,
Yusuf Aslan da Deniz’le birlikteyken Şarkışla’da yakalanmıştı. 23.3.1971 tarihinde Pınarbaşı’nda
yakalanan Hüseyin İnan 24.3.1971 tarihinde tutuklanmıştı.
Bu son tutuklanışlarıydı üçünün de. Daha önce, özellikle Deniz başta olmak üzere, birçok kez tutuklanmışlardı. Hele
1968-71 döneminde; içinde Deniz olsun olmasın, her hareketten sonra Deniz hakkında arama, tutuklama kararı verilirdi.
Üçü de çeşitli cezavelerinde kalmışlardı daha önceleri; işkencelerden geçirilmişlerdi. Hüseyin’e, Filistin dönüşü yakalandığı Diyarbakır’da çok ağır işkenceler uygulanmıştı. Yine de istenilen ifadeler alınamamıştı.
Bu son tutuklanışlarıydı. Bu tutuklanışlarıyla başlayan serüvenleri, ölümleriyle sonuçlandı. Tutuklanma öncesinde bunu üçü de biliyordu. Artık hareketleri bir başka boyuta varmıştı. Öğrenci hareketi olmanın üstünde bir anlam taşıyordu.
12 Mart Muhtırasıyla birlikte eylemleri de yoğunluk kazandı. Bir süre sonra Ankara’dan ayrıldılar. Şarkışla’ya doğru yola çıktılar. Elazığ yöresinde bir köprüde kendileriyle birlikte Ankara’dan ayrılan Sinan’la buluşacaklardı, Nurhak Dağları’ndaki barınaklarına gideceklerdi. Şarkışla’da bir kuşku üzerine çevrildiler. İsteseler ellerindeki otomatik silahlarla kendilerini çevirenlerden bir anda sıyrılabilirlerdi.
O güne dek silahlarını öldürmek için ateşlememişlerdi…
Öldürme duygusu onları her zaman tedirgin etmişti. Özellikle
en yakın arkadaşları Sinan, bu konuda alabildiğine titiz davranırdı…
Dört Amerikalıyı esir alıp kaçırdıklarında Sinan da, Deniz de, Yusuf da ellerindeki tutsakları öldürmek zorunda kalabileceklerini düşünmek bile istemiyorlardı… Sinan, böyle
bir olasılık aklına düşmesin diye sürekli uzak duruyor, konuşmalara
katılmıyordu. Deniz, -bunlar nesnel olarak ölümü
haketseler de, öznel olarak suçsuz insanlar- diye düşünüyordu.
Amerikalıları esir aldıklarının ertesi günü, içlerinden birinin gizlice karısına yazdığı mektubu yakaladılar. Amerikalı karısına, -artık görüşmeyeceğiz- diye yazmıştı. Deniz mektubu okurken oldukça hüzünlenmişti. Mektubu yakalatan Amerikalı çavuşsa, çok korkmuş, Deniz’e -karısının hamile olduğunu- söylüyordu. Deniz -üzülme görüşürsünüz- diye avutmuştu onu.
İşte aynı duygu Şarkışla’da Deniz’in içini kaplamıştı.
Çevrilmişlerdi ve kaçmaları gerekiyordu. Yeri ve göğü ateşleyip döndüler. Döndüklerinde ilk kurşunu Yusuf yedi arkadan.
Deniz, düşen Yusufa koştu. Bakıştılar; Yusuf; Deniz kaçsın istedi; o Yusuf’u kaçırmak istedi. Hayatları saniyelerle çevriliydi. Bakıştılar ve Deniz sıyrılıp kaçtı…
Deniz seğirtirken içinden bir yanı kopmuş gibi duyuyordu Yusuf’u. Önünde araba duran bir kapıyı çaldı. Kapıyı açan kadına kocasını çağırmasını söyledi. Kadın ansızın kapıyı örtünce, silahını kilide doğru çalıştırdı.. Deniz’in hiç istemediği bir şey olmuş, kapının öbür yanındaki kadın yaralanmıştı.
Kocası geldi. Arabaya bindiler. Deniz arabanın yönünü,
Yusuf’un kendinden koparıldığı yana çevirdi. Orada bir iki tur attı. Ve dışarı doğru -Yusuf, Yusuf- diye seslendi. Kendi sesi ve motor gürültüsü dışında bir ses alamıyordu. -Yusuf’u öldürdüler- diye geçirdi içinden. Yüzündeki çizgiler gerildi.
Metin ve kararlı olması gerektiğini mırıldandı kendi kendine.
Metin ve kararlı olmak onun ilk gençliğinden beri en temel niteliğiydi.
Arabasını aldığı Assubay İbrahim Fırıncı’ya, Şarkışla dışına çıkmasını söyledi. Gemerek’e doğru yöneldiler, Assubay’a karısının yaralanmasından duyduğu üzüntüyü belirtip, tedavisi için para verdi. -Şu beş yüz lirayla tedavi ettirin.
Korkmayın bankanın parası değil, harçlığımdan veriyorum.
Bu 10 lira da bana yeter- demişti.
Yolda iki kez barikatla karşılaştılar. Silahına sarılıp ikisinden de sıyrıldı. Öldürmek amacıyla ateşlemedi silahını.
Çevredekilerin ayakları dibine ve başları üstüne doğru yön veriyordu kurşunlara. Deniz keskin nişancıydı. Koşarken uzakta küçük bir hedefi ilk atışta vurabilirdi.
Gemerek’e yaklaştıklarında bir benzin istasyonu çevresinde yolun kesilmiş olduğunu gördü. Belediye hoparlöründen bir ses sürekli ortalığı çınlatıyordu. Deniz’in Gemerek yönünde geldiğini duyuruyor, herkesi -bu kanun kaçağının-yakalanması için seferber olmağa çağırıyordu.
Deniz bundan sonraki anısını hücresinde Niyazi Ağırnaslı’ya şöyle anlatmıştı:
-Uzaktan, bir benzin istasyonunun yakınında yolun kesildiğini görünce direksiyonu tarlalara doğru kır dedim. Biraz sonra aradabadan indim, kaçmaya başladım. Bu arada, etraftan sesler, anonslar geliyordu.
Bir kalabalık dörder beşer kişilik gruplar halinde bana doğru sokuluyordu. Elimdeki makineliyle etrafa, yere, havaya doğru ateş açtım. Kalabalık kaçıştı. İçlerinden bir sivil kaçamadı. Onu yakaladım. Kimsin ne istiyorsun benden? diye sordum. Ayaklarıma kapandı.
Beni çocuklarıma bağışla yiğidim, diye yalvarıyordu. Omuzuna ayağımla vurdum. Kalk çabuk defol yanımdan dedim. Belediye başkanıymış. Kalktı ve kaçmaya başladı… –
Deniz bir süre tarlalara doğru yön aldı. Seğirtti ve önüne gelen bir çukura girdi. Silahında iki mermisi kalmıştı. -Biri kendime, biri hedefe- diye geçirdi içinden. Gözü gökyüzüne takıldı. Kısacık genç ömrü bir geldi, bir gitti gözü önüne. Mermilerden kendine ayırdığını kalbine sıkmayı geçirdi içinden. Bir an ince bir duyguyla sarsıldı.
-Kalbe girecek bir mermi… Kalbinden giren bir mermiyle intihar… –
Sanki soyut bir şeyler vardı kalbe sıkılan mermiyle ölmede. Deniz bunu düşünürken duygulanıyordu. Ölümü kalbinden olsun istemiyordu. Kendini beynine saplanacak bir kurşunla öldürmek daha somuttu. Düşünceleri beyni ve kalbi arasında gidip gelirken, yakınlaşan seslerle irkilip doğruldu. Yukarı baktı. Yukarda yalnızca gökyüzü görünüyordu. O anda vazgeçti kendini vurmaktan -İşkence acıları unutulur- diye geçirdi içinden. Yaşamaya olan inancı baskın geldi.
-Teslim ol- diye bağırıyorlardı.
-Sonunda ölüm de olsa konuşmam,- diye mırıldandı; -işkence acıları unutulur, dik yaşamak iz bırakır hayatta… –
Bu onun son yakalanışıydı.
Yakalayanların tümünden uzundu boyu. Büyük bir telaş içindeydiler. Yere bıraktığı silahını kaptılar hemen. Deniz Yusuf’u geçirdi aklından. Bir yandan onu öldü sanıyor, bir yandan yaşıyor olması umudunu taşıyordu içinde. Gemerek’ten Kayseri’ye, oradan da Ankara’ya getirildi. Devrin İçişleri Bakanı’nın karşısına çıkarıldı. Onun sorularına gereken yanıtı verdi. Tutuklanıp Merkez Cezaevi’nde hücreye konuldu. Avukatı Niyazi Ağırnaslı uzun bir uğraştan sonra onunla görüşmeyi başardı. Deniz görüşme yerine getirildiğinde ilk sözü -Yusuf sağ mı?- oldu.
Yusuf vurulup düştüğü buzlamış yerde, iki saate yakın uzandı durdu. Öylece beklettiler. Sonra götürmek için aldılar. Yarı baygındı. Bir yandan vuruyorlardı. Darbeler indikçe ayılıyor, sonra yine kendinden geçiyordu. Bir binaya getirip
yatırdılar. -Kimsin?- diyorlardı. Yusuf’un, yarı baygın gözlerinden, Deniz’in görüntüsü geçiyordu. -Belki yakalanmamıştır, ismimi söylememeliyim…- diye kendine diş geçiriyordu.
Odaya getirilen fotoğraflar arasında onu tanıdılar. -Bu Yusuf Aslan- diye bağırırlarken, seslerinde hem gizli bir korku, hem gizli bir sevinç vardı. O sırada odaya giren biri Gemerek’te Deniz’in yakalandığı haberini getirdi.
Görevliler Yusuf’u soymuşlardı. Yaralı vücudundan hala kan sızmaktaydı. Akıp götürüyordu gücünü.
Yusuf uzun süre çıplak kaldı. Bu çıplaklık keskin soğuk altında bir de zatürree bulaştırdı ona. Ve komaya girdi.
Hüseyin, Deniz ve Yusuf’tan iki gün sonra, Ankara’dan ayrılacaktı. Denizler’in Sinan’la buluşup, Nurhak Dağları’ndaki barınaklarına varmalarından sonra, Hüseyin onlara katılacaktı.
Deniz ve Yusuf’un Şarkışla’da çevrildiklerini, Deniz’in Gemerek’te, Yusuf’un Şarkışla’da vurularak yakalandığını Ankara’da, saklandığı yerde öğrendi. Onların yakalanmış olması Hüseyin’i çok etkiledi. Hüseyin’in çok sakin bir kişiliği vardı. Bir olay karşısında ilk tepkisi nedir, kolay kolay anlaşılmazdı. Deniz’in heyecanlı ve coşkulu oluşuna karşılık, Hüseyin daha çok sakin ve düşünceliydi. Fakat Denizler’in yakalanması karşısındaki etkilenişi, bakışlarında birden kendini göstermişti. Yine de kararlı sakinliğini yitirmemişti. Konuşmalarıyla, çevresinde umudu sarsılmaya yüz tutabilecekleri yatıştırıyordu. Ağzından ilk çıkan söz bir panik havasında olmanın tam tersine yatıştırıcı ve toparlayıcıydı.
Sadece Yusuf’un sağlığı hakkında kaygılanıyordu. Ona yaralıyken işkence yapabileceklerini düşünüyordu. Fakat Yusuf’un çok dayanıklı olduğunu söylüyordu. Onun daha önceki bir yakalanışında ağır işkenceler altında suçu, bulunan silahı kabullenmeyip, istedikleri ifadeyi vermediği için, serbest bırakıldığını düşünüyordu. Bu kez de konuşmayacağına inanıyordu.
Denizler’in yakalandığı ilk andan itibaren onları kurtarabilmenin yollarını düşünmeye başladı. Yakalanma olayı Hüseyin’in Ankara’dan ayrılışını geciktirdi. Ankara’da bir yurtta kalıyordu. Denizler’in yakalanışından bir hafta sonra Ankara’dan ayrıldı. M. Nakipoğlu ile birlikte Pınarbaşı’na geldi.
Gece yarısı, dayısının evine dayandı. Uzun bir yoldan geliyordu. Saatlerce yürümüşlerdi daha önce. Son derece yorgundular.
Bir odaya çekilip uyudular.
Sabaha karşı vurulan kapının gürültüsüyle uyandı Hüseyin.
Bir an tedirgin davrandı. Sonra dedesinin sesini duydu.
Kapıyı açtı. Karşısında dedesi duruyordu. İlerde, arkasında bir iki görevli vardı. Hüseyin birden irkilip içeri girmek istedi.
Dedesi ona çevrenin çok sıkı sarıldığını, kurtulamıyacağını, kaçmaya çalışırsa vurulacağını, müsademenin köylüye zarar vereceğini söylüyor, teslim olmasını istiyordu. Hüseyin dedesine aradan
çekilmesini, kurtulabileceğini söyledi. Dedesi
yalvarır bir sesle ona öldürüleceğini, teslim olmasını öğütlüyordu.
Hüseyin düşündü, düşündü ve teslim oldu. Görevliler hemen atılıp onu bağladılar.
Dışarı çıktığında dayısı, üç-dört görevli ve dedesinden başka kimseyi göremedi. Çok sonra dayısının, onu öldürülecek korkusuyla gidip -evimde- diye ihbar ettiğini, babasından öğ rendi.
Hüseyin kendisini ihbar ettikleri halde, hiçbir zaman dedesi ve dayısına intikam duygusu gütmedi. Hatta onlara acıdı da. Ve arkadaşlarına onları hain saymamalarını, bir gün onların da her şeyi anlayacağını söyledi. İçerlediği tek şey çok az sayıda; üç-dört kişinin kendini teslim almasıydı. -Kurtulabilirdim- diyordu. Yakalanmasında onu inciten tek şey buydu.
Deniz, Yusuf, Hüseyin yakalanmış ve tutuklanmışlardı.
Yusuf hastanede, Deniz ve Hüseyin cezaevinde hücrelerinde mahkeme günlerini beklemeye başladılar…
DENİZ GEZMİŞ -MAHKEME DİYE BÖYLE BİR YERDE BULUNMAKTAN UTANÇ DUYUYORUM- DEDİ
-Deniz Gezmiş Davası- diye anılan 1’inci THKO duruşmalarına 16.7.1971’de Altındağ Veteriner Okulu binasında başlanmış; 9.10.1971’de, yani iki ay on gün sonra karara bağlanmıştı. Mahkemenin vardığı sonuç, yirmi beş sanıktan on sekizinin ölümle cezalandırılışıydı.
Askeri Yargıtay 2’inci Dairesi’nce üçü -asli fail- sayılmış ve haklarındaki hüküm onanmış, diğerleri hakkındaki karar bozulmuştu.
1 No’lu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi, Yargıtay’ın kararına uymadı ve ilk hükmünü tekrarladı. Daha sonra dava dosyası, Askeri Yargıtay Daireler Kurulu’nda incelendi. Ve 2’inci Daire’nin kararı onandı. Yasalar gereği bu kez mahkeme zorunlu olarak Yargıtay Daireler Kurulu’nun kararına uydu.
Sanıkların avukatları, temyiz etti. Sonuçta karar As. Yargıtay 2’inci Dairesi’nce onandı.
İş meclise kalmıştı. Meclis, Yargıtay’ın, dolayısıyla mahkemenin son kararını onayladı. Aynı günlerde İsmet İnönü, görüşmelerde usule aykırılık olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi’nde -kararı iptal- davası açtı. Anayasa Mahkemesi kararı usul yönünden bozdu.
T.B.M.M. ikinci kez görüşmelerinde -infaz- kararı onandı.
Ve Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay da onaylayınca, karar hemen Resmi Gazete’de yayınlandı.
Denizgilin hakkında görülen davanın kronolojik sıralaması kısaca böyle.
Davanın gerek kendi içinde, gerek dışında, dönemin yapısına bağlı olarak bir başka görünüşü daha vardı. Denizler yakalanıp ilkin Ankara’ya getirilmişler, daha sonra Kayseri’ye götürülüp ayrı ayrı hücrelere kapatılmışlardı. Gerek bu duruma, gerekse uygulamalarla ilişkin olarak avukatları (Şakir Keçeli ve Halit Çelenk) 3 Nisan 1971’de bir dilekçeyle itirazda bulundular.
Ne bu itiraz, ne de uygulamalara ilişkin diğer itiraz ve girişimler hiçbir sonuç vermedi. Hatta öyle durumlar oldu ki, adeta mahkemeye resmen -ölüm hükmü-, -telkin ve tavsiye-ediliyordu.
27 Eylül 1971’de Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’nın yayınladığı 49 No’lu bildiri bunun bir kanıtıydı. Yine avukatlar 29 Eylül 1971’de Nihat Erim’e uyarı telgrafı çektiler. Bir tutuklu olan Yusuf Aslan’ın yaralı yatağında zincire vurulması, sanıkların mahkeme salonunda dövülmeleri gibi olaylar karşısında da gerekli merciler, avukatların ve sanık yakınlarının başvurmaları karşısında her zamanki gibi suskunluğu seçtiler.
21 ve 22 Ekim 1971 günlerinde Türkiye radyoları, İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı’nın 26 sayılı bildirisini tekrarlıyordu.
Davanın sürmekte olduğu bir sırada yayınlanan bu bildiride -verilmiş kararların infaz işlemine başlanacağı şu günler-deniliyordu. Mahkeme haberlerine sansür uygulanıyordu.
Oysa davayı ters yönde etki altında bırakacak her türlü haber ve yayın sağ basında yer alıyordu.
Gerek avukatların, gerek sanık yakınlarının bu işlemelere karşı çırpınışlarının bir sonuç vermemesi bir yana, avukatlara da sanıkmış gözüyle bakılmış ve hatta savunmalarında geçen bir sözcüğün suç olduğu gerekçesiyle davanın onbir avukatı hakkında T.C.K 266’ıncı maddesi gereğince dava açılıp,
Ankara 3 No’lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nce üçer ay hapse mahkum edilmişlerdi.
16.7.1971’de başlayan 1’inci THKO davasının mahkeme başkanlığında Tuğgeneral Ali Elverdi, duruşma hakimliğinde Yarbay Ahmet Tetik, üye hakimliğinde Binbaşı Mehmet Turan, iddia makamında ise Binbaşı Keramettin Çelebi ve Yüzbaşı Baki Tuğ bulunuyordu.
1’inci THKO Davası’nın avukatlarından Zeki Oruç Erel, o günle ilgili anılarını şöyle anlatıyor.
-16 Temmuz 1971 günü Askeri Veteriner Okulu’nun çevresinde, avlusunda elleri makineli tüfekli pek çok komando askeri; verilecek komutla her an ateş etmeğe hazır bir durumda bekliyorlar.
Topçu yedek subay olarak bulunuduğum askerlikten yeni döndüğümden; askerin ve başındakilerin ruh halini ezbere biliyorum. Binanın içindeki önlemler; dışarıya kıyaslanmıyacak ölçüde. Kesinlikle söyleyebilirim ki; hiçbir askeri birlikte
birinci derecede alarm verilmeden bir bina bu denli korunmaya kalkılamaz.
Üstümüz, başımız, çantamız, kısaca her yerimiz aranarak, dış kapıdan gidiyoruz. Sanki sanık müdafiileri değil, tutuklanıp cezaevine yeni konulan sanıklarız. Şüphesiz o zaman, bu işlemin -doğal bir önlem- olduğunu düşünüyoruz.
En kötümserimiz; bunu, olsa olsa işgüzarlık olarak değerlendiriyor. Sıkıyönetim Mahkemeleri’nin avukatlar için bile bir cezaevi, oradaki tüm görevlilerin ise; birer gardiyan olduğu konusunda, hiçbirimizin bir bilgisi, görgüsü ve deneyi yok daha.
18 Temmuz 1971 günü saat 9.00’da; binbir güçlükle -dinleyici-lik olanağına kavuşmuş yargılananların yakınları, 18 kişinin idam istemiyle görülecek bir davayı izlemek üzere gelmiş yerli ve yabancı basın mensupları, başkanlığını, bugün artık kim olduğu bilinen Ali Elverdi, duruşma yargıçlığını Alb. Ahmet Tetik, üye yargıçlığını Yb. Mehmet Turan’ın yaptığı mahkeme heyeti, yargılanacakları savunacak çok sayıda avukat; duruşma salonunda, sessiz, yerlerini almış bekliyorlar; henüz salona getirilememiş yargılanacak olanlar.
Bekleyiş 10 dakika sürdü, 20 dakika sürdü, yarım saat sürdü; gelen yok.
Duruşma usulünü bilenler için belki garip olacak. Fakat, gerçekten; savcı hazır, basın hazır, mahkeme heyeti hazır, avukatlar, dinleyiciler hazır. Ama, yargılanacaklar tüm bu -hazır-lara karşın, tam 45 dakikadan beri salonda yoklar. Kısaca; herkes yerini almış 45 dakikadır onları beklemekte.
Nihayet saat 10’a doğru, çok uzaklardan! Nasıl bir radyonun sesi kulağın duyabileceği en düşük düzeyde açılırsa, ancak
o kadar duyabilecek bir ses tonunda, devrimci marşlar duymağa başladı -hazır-lar.
Giderek sesler yakınlaştı, gürleşti, netleşti; sözcükleri bile açık ve kesin olarak seçebiliyoruz artık… Beklenenlerin geldiğinden hiç kimsenin şüphesi yok; şüphe, yalnızca duruşma salonuna nasıl gireceklerinde.
Girişi anlatamam. Böyle bir olayı anlatmada, -duygusal bir kişi olmamak- için ne kadar çaba harcasam, içtenlikle belirtmek isterim ki gerçekten anlatamam.
Biraz önce aşağıda bir gürültü kıyamet koptu; belli ki iyice bir arbede var. Sonradan öğrendiğimize göre; sıkıyönetimin, otomatik silahlı görevliler tarafından, her birinin sağ eli diğerinin sol eline, boşta kalan sağ ve sol eller de iki ayrı komando askerine kelepçelenen ve böylece ikişer ikişer askeri ambulanslara konulan Deniz, Yusuf, Hüseyin ve arkadaşları ambulanslardan inip, yukarı çıkarlarken, elleri kolları zincirli kelepçeli durumda, -vatan kahramanları- tarafından dipçiklenip, susmaları buyrulmuş. İşte demin sözünü ettiğim, gürültü, patırtı ve kıyamet bu yüzden kopmuş…
Tutuklunun mahkemeye -bağımsız- olarak alınması yasa hükmündendir. Biz avukatlar, salonun giriş kapısına göre sağ dipde olduğumuzdan, kelepçelerin çözülmesini göremedik. Fakat, anahtar seslerinden bunu anlıyor ve ayrıca yasa hükmünü bilmemizin yardımıyla, kesinlikle seziyorduk.
Gepgenç, hayatlarının baharında, pervasız; bizleri heyecandan, mahkemeyi teşkil edenleri ne yapacaklarını bilememekten karmakarışık eden bir havada girdiler içeriye. -Su-durulunca, askeri yargılama usulüne göre, mahkemeye güvenleri olup olmadığı soruldu. Buraya bir parantez açmak istiyorum:
Savunma yöntemine uygun olduğu sanıldığından, benim de dahil olduğum avukatlarca; anayasaya aykırılığı ne kadar açık bile olsa, sanıkların mahkemeye karşı, peşinen ters bir tutum almamaları istenmişti.
Duruşma yargıcı soruyordu:
-Mahkemeye itimadınız var mı?-
Cemil oğlu, 1947 doğumlu, Erzurum Ilıca Mahallesi, Öznü köyü nüfusunda kayıtlı, Hukuk Fakültesi son sınıf öğrencisi Deniz Gezmiş:
-Mahkemeye asla güvenim yoktur. Mahkeme diye böyle bir yerde bulunmaktan utanç duyuyorum.-
Duruşma yargıcı soruyordu:
-Mahkemeye itimadınız var mı?-
Beşir oğlu, 1947 doğumlu, Çekerek ilçesi Kuşsaray köyü nüfusuna kayıtlı Ankara ODTÜ fizik bölümü 2’inci sınıf öğrencisi Yusuf Aslan.
-Mahkemeye güvenim yoktur.-
Duruşma yargıcı soruyordu;
-Mahkemeye itimadınız var mı?-
Hıdır oğlu 1949 doğumlu Kayseri Sarız ilçesi, Bahçeli Mahallesi Nüfusuna kayıtlı ODTÜ’den ayrılma Hüseyin İnan:
-Mahkemeye güvenim yoktur. Sıkıyönetim Mahkemeleri’ni yargı organı olarak kabul etmiyorum.-
Ve Hüseyin mahkeme ve dava konusundaki düşüncelerini sorgusunda, açıklamaya devam ediyor:
-… 50 yılın bütün hesabını 20 gençten soruyorlar. Bununla da kalmayarak, daha ileri gidiyorlar; üç ayda eşi görülmemiş zamların, vergilerin, hayat pahalılığının ve reformları engelleyen parti ve bakanların üstüne örtü çekilerek, dikkatler bizim üzerimize toplanıp, biz, bu 20 genç topun ağzına sürülüyoruz. İddianameyi okuduğum zaman, cezanın suça değil, suçun cezaya uydurulmaya çalışıldığını gördüm. Cezamızı; biraz önce bahsettiğim pazarlık tayin edecektir. Böyle bir pazarlığın bize reva göreceği cezayı bağımsız yargı organlarından çıkarmak zor olduğu için, Sıkıyönetim Mahkemeleri’ne çıkartılıyoruz.
Haklı olarak belirtiyorum; iddia makamını muhatap olarak almıyorum ve mahkemeyi bağımsız yargı organı olarak kabul etmiyorum. Karanlık günler yaşadığımız Erim iktidarı döneminde sözlerimizin halktan gizleneceğini biliyorum. Fakat, hürriyetlerimizin alındığı bu ortamda, konuşma fırsatı bulmak dahi önemlidir. Cezamızın başka organlar tarafından verileceğini de çok iyi biliyorum.
Cumhuriyet tarihinde ilk defa 20 genç idam talebiyle yargılanıyor.
… Erim iktidarı 3 aylık politikası ile; sanayiciler ve büyük tüccarlar hariç, Türkiye halkını; açlığın ve sefaletin eşiğine getirmiştir. Bu tehlikeli uygulamayı örtbas etmek için 20 genci topun ağzına sürmek yetmeyecektir!
Tarih, asıl suçluları affetmeyecektir!
Asıl suçlular kurtulsa dahi onları koruyanlar tarih önünde er geç hesap vereceklerdir.
Bu mahkemenin sonucu adli bir skandal olabilir. Fakat, mahkemenin sonucu ne olursa olsun dediklerimiz gerçekleşecektir!
… Ta ki vatanı Amerika’ya satanlar ve gericilerin sonu gelene kadar, bu kavga biz olmasak da devam edecektir!
Yurtsever analar var oldukça devam edecektir! Kısaca; anaların rahmine el atılamıyacağına göre, mutlaka devam edecek ve başarılacaktır!-
Bu gerilim içinde başlayan duruşmalar, sonuna dek aynı gerilimde sürdü. Hem de ölümün eşiğinde, geri bakmadan durabilmenin duyarlığıyla…
TUTANAKLAR (İ)
Sen kalbini savunurken düşmana uluorta bağrından alkış benzeri bir gürültüyle yükselerek şehri beyaz bir örtüyle kaplıyor içindeki duygular
Sen kalbini savunurken
habire göğsünde yumruklanan dünya
nemli duvarlarında hücrelerin
Bilemem hatıralar mı artık seni
karanlık bir sokakta unutulmuş sessiz gözyaşları mı gizler
Akarsular kadar berraksın oysa adımların
kayalıklar kadar görkemli senin N. Behram 1971
ORTAK SAVUNMALARlNA -EZENLERE KARŞI VERDİKLERİ MÜCADELELERDE ÖLEN TÜM EZİLENLERE SELAM OLSUN- DİYE BAŞLADILAR…
İddianameye şöyle girmişti savcı:
-1968 yılı Türkiyesi’ndeki kıpırdanışlar gözle görünür bir durum arzettiği halde, gaflet, korku, kurnazlık ve ihtiras içerisinde bekleniyor, sükunetle karşılanıyor, devamında fayda umuluyor, samimi ve gerçekçi bakışlarla karşılanıyordu. O günlerden bu güne gelindi; basiretliler geleceği gördüler, gizli yöneticiler kayboldular, kurnazlar lüzumlu dersi hafif geçiştirerek aldılar, gafiller uyandılar, korkaklar hala yerlerinde muhterisler umduklarını bulamadılar: Türk milleti uyanıktı…-
Savcı iddianamesi sonunda yirmi bir sanık hakkında 146//1’den ölüm cezası istiyordu.
Deniz, Yusuf ve avukatları 16.7.71’de mahkemeye güvensizliklerini bildirmişler ve bu istek reddedilmişti.
Davanın avukatları yaptıkları savunmada, Türkiye’nin yapısı, siyasal, toplumsal, ekonomik bunalımın nedenlerini uzun uzun anlatmışlar, sanıkların suçlarıyla istenilen ceza arasındaki oransızlığı belirtmişlerdi. Avukatların savunmalarında suç bulunmuş ve haklarında dava açılmıştı.
Deniz Gezmiş ve arkadaşları ortak bir savunma hazırlamışlardı. Savunmalarına şöyle başlamışlardı:
-… İçinde bulunduğumuz şartlar, geniş bir savunma yapmamızı ve şahıslarımızda zincire vurulmak istenen bilimi ve
Amacımız, aleyhimize verilecek cezayı önlemekten çok, doğruluğuna inandığımız doğa ve toplum kanunlarının, insanlık tarihine nasıl yön verdiğini açıklamaktır.
Toplumların tarihi, ezenler ve ezilenler arasındaki mücadelelerin tarihidir. Çağımıza kadar bu mücadelelerde ezilenler daima yenilmişlerdi. Fakat 20’inci yy. tarihimiz, ezenlerin barbarlığına ve bütün baskılarına rağmen ezilenlerin kurtuluşuna sahne olmaktadır.
Günümüzde ezenleri temsil eden ve çıkarı uğruna yoksul ulusl
arı boyunduruğu altında tutan EMPERYALİZM’dir. İnsanlık tarihi gericiliğin, barbarlığın ve vahşetin son kalesi olan emperyalizmin de sonunu müjdeliyor.
Bütün ezilen uluslar, emperyalizme her gün darbe üstüne darbe vuruyorlar. Asırlardır ezenlere karşı mücadelelerde hayatlarını feda edenlerin çabaları boşa gitmemiştir. Dünyamız zafer türkülerini söylemek üzeredir…
Ezenlere karşı verdikleri mücadelelerde, ölen tüm ezilenlere selam olsun…
Dünyanın ve Ortadoğu’nun en eski devletlerinden biri olan Türkiye, hala kalkınamamış olup, yarı bağımlı durumdadır.
Bir avuç sermaye çevresi Amerikan doları uğruna ulusumuza ihanet etmiş ve bağımsızlığımızı yabancılara ticaret konusu yapmışlardır. Yurdumuzun bağımsızlığı için giriştiğimiz bu kavgada Kurtuluş Savaşı’mızda şehit olanların onurlarını ve ulusumuzun kaderini korumaya kararlı olduğumuzu bildiriyoruz.
Kurtuluş Savaşı’mızın tüm şehitlerine selam olsun.
Çağımıza damgasını vuran en güçlü silah bağımsızlık ve kurtuluş savaşlarıdır.
Emperyalizme karşı verdikleri mücadelelerinde başlarını eğmeden kahramanca savaşan tüm ezilen uluslara selam olsun.
İşçiler, köylüler, öğrenciler ve tüm yurtseverler gericilere kahramanca karşı koymuşlar ve bu uğurda birçokları şehit olmuştur.
Emperyalizme ve onun emrindeki uşaklara karşı verdiğimiz kutsal bağımsızlık kavgamızın şehitlerine selam olsun… –
Ve Denizler uzun savunmalarını şu sözlerle tamamladılar: -Sayın Savcı,
1- Amerikan emperyalizmi gayri millidir.
2- Ona ortaklık edenler ulusumuza ihanet etmişlerdir.
3- Emperyalizme karşı mücadele suç değildir, silahlı mücadele ise anayasayı ihlal değildir.
4- Gayri milli olan emperyalizm ve ortaklarının sömürüsü, anayasaya aykırıdır.
Buna göre iki şey var:
1- Eğer belli bir hata sonucu, iddianame ve mütalayı hazırladınızsa, dikkatli olunuz; idamını istediğiniz kişiler kasaplık
koyun değildir ve siz savcısınız…
2- Yok eğer yaptığınızın bilincindeyseniz; yolunuz açık olsun.-
Denizler’in savunmalarını tamamlamaları ve hüküm günüyle ilgili anılarını Avukat Zeki Oruç Erel şöyle anlatıyor:
-Savunmaların sonuna gelmiştik.
Müşterek savunmayı, arkadaşları adına, Deniz, Yusuf,
Atilla Keskin ve Hüseyin okumuşlardı. Savunmanın son bölümünü, zaman zaman yazılı metne bakarak, fakat, genellikle mealen yapan Hüseyin, mahkeme heyetinde, gerçek anlamda tam bir etki yaratmıştı. O kadar bilimsel ve içten konuşmuştu ki; duruşma yargıcı Ahmet Tetik renkten renge giriyor, üye Mehmet Turan da oldukça etkilenmiş görünüyordu.
Ancak çok dikkatli bir gözlemle anlaşılabilecek, içe dönük paniğine rağmen, Mahkeme Başkanı Ali Elverdi hiç renk vermemeğe çalışıyordu.
Mahkemenin bu görünümüne bakan biz avukatların büyük çoğunluğu, hiçbir idam kararı çıkmayacağını ummaya başlamıştık.
Deniz’i yakalandıktan sonra, Ankara Adliyesi’ne getirilişinde görmüş ve ilk defa Ankara Cezaevi’nde tanışmıştım.
Yusuf’la ilk karşılaşmam, ancak mahkeme salonunda olmuştu.
Hüseyin’i ise, daha 1965 yılından, öğrenciliğinden, çok yakından tanıyordum. Bu bakımdan onunla yakınlığımız –ama, sadece bu nedenle– biraz daha fazla idi. Bende daha yıllarca önce çok zeki, bilgili, tutarlı ve kararlı bir insan izlenimi bıraktığını açıkca belirtmek isterim.
Savunmalar bitip, dava karara kaldığı günlerden birinde Av. Halit Çelenk ve Av. Niyazi Ağırnaslı ile birlikte, görüşmek üzere, Mamak Askeri Cezaevi’ne gitmiştik. Cezaevi Müdürü M. K. Saldıraner ve birkaç subay, assubay ve erin nezaretinde, cezaevi müdürünün odasında; Yusuf, Hüseyin ve Deniz’le görüşüyorduk. Genellikle herkes birbiriyle konuşmasına rağmen; Deniz, Halit Çelenk’in, Yusuf, Niyazi Ağırnaslı’nın;
Hüseyin de benim yanımda oturuyordu. Hüseyin bana:
-Sence karar ne yönde çıkabilir?- diye sordu. Ben:
-Her türlü olabilir. Bu sorunun en iyi cevabı duruşmanın başında sen, kendin verdin; Sıkıyönetim Mahkemeleri yargı organı değildir, bu mahkemenin sonucu adli bir skandal olabilir dedin. Bu sözünün doğruluğunu, ben de, aynen kabul ediyorum. Yargı organı olmayan yerden her şey çıkabilir.-
Ama, Hüseyin böyle üstü kapalı, genel anlam taşıyan cevaplarla yetinecek kişilerden değildi. Benden, gerçek kişisel düşüncemin ne olduğunu kesin bir şekilde, tekrar sordu. Ben de:
-Bunlar, benim görüşüme göre; halkın üzerinde baskı ve terör yaratmak amacıyla sizin davada ve diğer davalarda yargılananlardan toplam 10-15 kişiyi yok etmek isteyebilirler. Örneğin, sizin davayla ilgili olarak, önce mahkemeden 8-10 idam kararı çıkarmak, bunun bir kısmını Askeri Yargıtay’da onamak ve sonra da halka dönüp; -ne yapalım, kurtara kurtara ancak bu kadar kurtarabildik- demek istiyebilirler,-dedim. Bu sözlerim üzerine, o kendine özgü duruşuyla bakıp:
-Gerçekten böyle iğrenç bir taktiğe başvurabilirler,- dedi…
9 Ekim 1971 günü gelip çattı. Bugün hüküm verilecekti.
Askeri Veteriner Okulu’un çevresinde, avlusunda ve içinde her zamankinden çok daha fazla önlem alınmış; sadece tank, top getirmemişler, o kadar. Askeri ambulanslar orada; park yerine çekilip konulmuş. Demek, haklarında hüküm verilecekler getirilmişler.
Artık olağan duruma gelen, üstümüzün başımızın, çanta ve evraklarımızın aranıp taranmasından sonra, dış kapıdan giriyoruz. Binanın girişinden başlayıp, merdivenlere, koridorlarda süren ve duruşma salonunda -sanıklar bölme-sinde son bulan, onlarca komando erinin yan yana ve karşı karşıya dizilmesiyle meydana getirilmiş; yani insandan meydana getirilmiş ince, patika gibi bir yol var. -Patika-dan geçip, duruşma salonuna giriyoruz. Yusuf, Deniz, Hüseyin ve arkadaşları salonda gene yok. Halbuki, aşağıda ambulansları görmüştük. Savunduğumuz kişilerin, birbirinden ayrı ayrı, mahkemenin çalıştığı binanın bitişiğindeki ana tamir depolarının çeşitli yerlerine konulmuş olabileceğini, aklımızın kenarından bile geçiremiyoruz o anda.
Mahkeme salonunda, hepimizin dikkatini derhal çeken; ama cevabını bir türlü bulamadığımız, büyük bir gariplik var. Tahta parmaklıklarla çevrili; yargılananların tümünü rahatça alan, içinde her zaman 20-25 iskemlenin bulunduğu -sanıklar bölümü- iyice küçültülmüş. Oraya, bugün, sadece 3 iskemle koymuşlar. Halbuki hakkında hüküm verilecek en az 20 kişi var.
Bir türlü yanıtını bulamağımız garipliğin nedenini, biraz
sonra, orada bulunan herkes gibi, biz de öğreneceğiz.
Komando erlerinden oluşan -patika yol-un içinden, önce Deniz’le Yusuf’u getirdiler. Arkadaşlarının nerede olduğunu bilmedikleri belli. Hatta bize bakıp, gözleriyle soruyorlar.
Biz de bilmediğimizi belirten hareketlerle cevap veriyoruz.
Duruşma Yargıcı Ahmet Tetik:
-Anayasayı tebdil, tağyir ve ilgaya… T.C.K.’nın 146//1’inci maddesine… Ölüm cezasına… Tahfife mahal olmadığına…
Deniz; hiç beklemeden, dimdik, yumruğu sıkılı, kolu havada bağırıyor.
-YAŞASIN BAĞIMSIZ TÜRKİYE-
Yusuf, aynı şekilde:
-YAŞASIN BAĞIMSIZ TÜRKİYE-
Sonra Hüseyin, Atilla ve diğerleri..
Ama görevliler, gençlere son sözleri söyleme fırsatı vermemeye, hepimizin gözleri önünde duruşma salonunda, sıkılı yumruğu havaya kalkan her birinin üzerine çullanıp, yakapaça dışarı atmaya başladılar… –
Haklarındaki hükmü dinlemeye salona ilk giren Deniz’le Yusuf, dışarı çıkınca birbirlerine -vatan sağ olsun- diyerek sarılmış ve sonra kelepçelenip götürülmüşlerdi.
Artık celseler bitmişti. Beklemeye başladılar. Dışarda arkadaşları, yakınları, avukatları onları kurtarmak için çırpınıyordu.
Günler ilerledikçe beklemenin gerilimi de çok geniş alanlarda derinleşti. İnançlarından hiçbir ödün vermeden beklediler.
GECENİN GÖLGELERİNDE AYRILIK Karlı dal uçlarında kımıldayan ay mı kabuğunun altında çığlık çığlığa ışıldıyor tomurcuklar yıldızlar mı dökülüyor gökten kırlara
Geceyle
sel sularında çalkanan yapraklar kaybolur artık görünmez omzuna serpilmiş benekler
bayırlardan aşağlara doğru derinleşen karanlık rüzgarla ıslık çalar kayalıklar boyunca
Çiğdem telleriyle bezenmiş yastığın ıslak uykuna renkler topluyor dalgın dolaşan kelebekler. motor ve