İstanbul’un “hayalbazı” Dedektif Bol Bel geri döndü!
Aşkın Güngör’ün on binlerce çocuğa ulaşan “Dedektif Bol Bel’in Serüvenleri”, dördüncü kitap Gizemli Kule ile okurlarını tehlikeli sularda yüzdürüyor, doludizgin bir maceraya sürüklüyor.
Yeni serüveninde geçmişiyle hesaplaşmak, ezelî ve ebedî rakipleriyle tekrardan yüzleşmek zorunda kalan Bol Bel, bu kez İstanbul Boğazı’nın tam ortasında aniden beliren bir kulenin esrar perdesini aralıyor.
Serinin belki de en karanlık halkası olarak tanımlanabilecek Gizemli Kule; mizahın gücünden yardım alarak, korku unsurlarını çocuksu, hatta eğlenceli kılmayı başarıyor ve bu farklılığıyla bir dedektiflik hikâyesinden çok daha fazlasını vadediyor.
Top gibi göbeği, yaz kış üzerinden hiç çıkarmadığı turuncu şapkası ve pardösüsüyle Fillibaba yolunun çocuk ruhlu “yakışıklı” dedektifi Bol Bel gayet sıra dışı bir güne uyanıyor. Gökyüzünde ateş çemberleri açılıyor ve insanlar yeryüzüne birer meteor gibi düşüyor. İstanbul Boğazı’nın tam ortasında, sonsuzluğa uzanan gizemli bir kule beliriyor. Üstelik tüm bu kargaşa yetmezmiş gibi bir de Bol Bel’in kapısına dek gelen ve madalyonunda “ŞEY” yazan bir kara kedi ortaya çıkıyor. Anlayacağınız, acar dedektifimiz yine çetin ceviz bir vakayla karşı karşıya kalıyor. Hem de yanında kimliğini gizleyen bir ajan, peşinde ise onu adalete teslim etmeye ant içmiş bir komiserin gölgesi eşliğinde…
Önyargıları kırma, iletişim kurma ve hayaller üzerine kurulu serinin bu kitabında, Bol Bel’i Bol Bel yapan şeylerin gerçekliğine tanıklık ediyor, sadece ama sadece çocuklar için çalışan dostumuzun ruhunun güzelliklerini, inceliklerini keşfediyoruz.
Bol Bel’in hayranlık uyandıran sihir evrenini çok daha yakından tanıma fırsatı sunan Gizemli Kule, genişleyen kurgusu ve yaşam döngüsünü sorgulayan metniyle düşündürmeyi de ihmal etmiyor.
SIRA DIŞI BİR GÜN
Dedektif Bol Bel hayatındaki en sıra dışı serüvenlerden birini yaşayacağı günün sabahı telefon sesiyle uyandı. Arayan kişi, uzun yıllar önce tanıştığı polis, Sevgildek Dileklek’ti. Hoşbeşten sonra, “Haberi duydun mu Dedektif?” diye sordu kadın. “Pek çok habev duyuyovum ama sen hangisinden söz ediyovsun?” dedi Bol Bel. “Ayuvah’tan söz ediyorum tabii ki.” Bol Bel kalakaldı. Ayuvah, kendini Asla Yakalanmayan Usta Ve Akıllı Hırsız diye tanıtan, bu sözlerin baş harflerini ad olarak kullanan bir suçluydu. Rastlantı eseri bir antikacıda bulduğu Boyut Anahtarı’nı kullanarak şehrin neredeyse tamamını soymuş, neyse ki Bol Bel kurnazca bir planla onu yakalamayı başarmıştı. Sevgildek Dileklek’le de o olay sırasında tanışmışlardı zaten. Tüm bunları bir çırpıda hatırlayan Bol Bel, “Ne olmuş Ayuvah’a?” diye sordu. “Hapisten mi kaçtı yoksa?” “Tam aksine. Ölmüş.”
“Ölmüş mü? Nasıl?” “Yaşlılıktan tabii ki.” Bol Bel, “Öyle tabii,” diye düşündü. Ayuvah’ı neredeyse on yıl önce yakalamıştı, adam o zaman bile altmış yaşının üzerindeydi. “Şu işe bakar mısın!” dedi Sevgildek. “Gözün bir türlü doymasın, tüm şehri soyup soğana çevir, sonra da hapiste yokluk içinde öl.” Ayuvah yakalanınca 108 dairesi, 824 adet son model arabası, ülkenin çeşitli yerlerinde 48 apartmanı ve bazı ülkelerin tüm varlığıyla ölçüşecek miktarda parası olduğu tespit edilmişti. Tüm bu servete karşın gözü doymamış, hırsızlık yapmayı hiç bırakmamıştı. Böylesi bir açgözlülüğü Bol Bel’in anlaması mümkün değildi. İç çekerek, “Gevçekten acıklı biv duvum,” diye mırıldandı.
“Aman neyse, onu boş verelim,” dedi Sevgildek Dileklek. “Kendinden bahset biraz. Neler yapıyorsun görüşmeyeli?” Bol Bel anlattı, Sevgildek dinledi; o anlattı, bizimki dinledi. Konuşmaları bitince, Bol Bel koca göbeğini sımsıkı saran sarı gömleğini ve yaz kış üstünden çıkarmadığı turuncu pardösüsüyle aynı renkteki şapkasını kuşanıp kendini tenha sokaklara attı. Günlerden cumartesiydi, hafta sonunun evde pineklemek anlamına gelmediğini iyi bilen çocuklar çok geçmeden dışarı çıkarlardı. Onlardan birkaçıyla söyleşmek, hatta fırsat bulursa oyunlar oynamak Bol Bel’e iyi gelecekti. Ne de olsa enerjisini çocuklardan alan kişilerdendi o.
Onların sevinciyle mutlu oluyor, yüzlerindeki gülücükleri görünce o da gülümsüyordu. Bürosunun olduğu Fillibaba Yolu’na bir an önce gitmek için otobüs durağına yöneldi. Sokaklar gibi durak da tenhaydı. Yüzünde kocaman bir sırıtışla gökyüzüne bakan orta yaşlardaki bir adamdan başka kimse yoktu. Bol Bel onun yanına gelip başını kaldırdı, adamın gözlerini diktiği noktaya baktı. Sadece beyaz bulutlar gördü. Olağandışı bir şey yoktu. “Ne kadar güzel, değil mi?” dedi adam o anda. Bol Bel anlamadan baktı. “Nediv güzel olan? Bulutlav mı?” “Aşağı düşerken bir bulut yedim,” dedi adam. “O kadar güzeldi ki…” Bol Bel birkaç adım geriye çekilip çaktırmadan süzdü onu.
Söylediği saçma söze karşın gayet olağan görünümlü biriydi. Siyah saçları sağa doğru özenle taranmıştı. Top sakalı daha o sabah kesilmiş gibi biçimliydi. Ekose desenli kırmızı gömleği, toprak rengi pantolonu ve kahverengi ayakkabılarıyla şehrin hayhuyuna karışan alelade biri gibiydi. Peki ya şu tuhaf sözler? “Belki de sadece şaka yapmıştıv,” diye düşündü Bol Bel. Sırf konuyu değiştirmek için sordu: “Affedevsiniz, saatiniz kaç?” Adam bileğindeki saate hızlıca bakıp, “Yediyi beş geçiyor,” dedikten sonra başını yine göğe çevirdi. “Sağ olun,” dedi Bol Bel. “Beş geçtiği için mi?” “Efendim?”
“Saat yediyi beş geçtiği için mi sağ olayım?”
“Hayıv canım, niye öyle olsun?”
“Ne bileyim, sağ ol dediniz de…”
“Saat için dedim.”
“Niye? Size vermedim ki saati.”
“Yani, söylediğiniz için dedim.”
“Ne söylediğim için?”
“Saatin kaçı geçtiğini.”
“Kaçı geçiyormuş?”
“E işte yediyi beş geçiyov dediniz ya!”
“Geçiyov mu dedim?”
“Hayıv, siz geçiyov demediniz, geçiyov dediniz, yani şöyle ki…”
“Dedim mi, demedim mi?”
“Dediniz ama geçiyov demediniz de… Üf! Anlayın işte! V
havfini söyleyemiyovum ben!”
“Ama söylediniz işte. Çok rahat bir şekilde V dediğinizi
duydum.”
“Üf! Hayıv! V devken, V’yi kastetmiyovum! Yani…”
“Niye yan yana gitmiyorlar?”
“Kimlev?”
“Saat ile geçtiği.”
Bol Bel gözlerini kısıp onu uzun uzun süzdü. Şu tuhaf
konuşmaları yaparlarken başını bir an bile indirmeyip gökyüzünü seyreden adam hâlâ aynı durumdaydı.
“Tamamen keçilevi kaçıvmış,” diye düşündü Bol Bel. Hemen sonra diğer olasılık geldi aklına: “Belki de TV’levdeki şaka pvogvamlavından bivine malzeme oluyovumduv.”
Sonunda en doğru yanıtı yine adamdan alacağını düşünerek sordu: “Benimle dalga geçmiyovsunuz, değil mi?” “Dalga mı geçmiş?” dedi adam, gözlerini kocaman açarak. Bol Bel bu kez de, “Neyi dalga mı geçmiş?” deme gafletinde bulundu. “Saati tabii ki. Başka neyi olacak? Yoksa ben az önce, ‘Saat yediyi dalga geçiyor,’ mu dedim size?” “Yooo.” “Ama öyle dediniz.” “Ne dedim?” “ ‘Saat dalgayı geçiyor,’ dediniz.” “Sizi anlamıyovum. Bu biv gizli kameva şakası falansa…” “Şamera kakası mı?” Bol Bel kollarını göğsünde kavuşturarak dik dik baktı. “Yok yok,” dedi. “Kesinlikle eminim ki benimle dalga geçmek için saati sovmamı fıvsat bildiniz.” “Ah! Ah! Ah! İlahi!” dedi adam keyifle. Nihayet başını indirmiş, Bol Bel’e bakmaya başlamıştı. “Şu hale bakın, çizgi romanlardaki kötü adamlar gibi güldürdünüz beni.” “Sizi güldüvebildiğime sevindim,” dedi Bol Bel, çok da umursamadan. Bir yandan da yolun ilerilerine bakıyor, “Otobüs biv an önce gelsin de binip buvadan gideyim,” diye düşünüyordu. “Bulutlar ateş kadar lezzetli değil ama daha beyazlar ve dünyaya tekrar gelince insanda kaplumbağa kertenkelesi kaşınması gibi bir his uyandırıyorlar,” dedi adam.
Artık onun keçileri kaçırdığına iyice emin olan Bol Bel, “Hı hı,” demekle yetindi. “Ateş öyle güzel ki…” “Anlıyovum.” “Yandınız mı siz hiç? Bence haşlamanız çok leziz olurdu.” Bol Bel sessizce homurdandı. Adamın saçmalamalarının iyice sinir bozucu bir hal aldığını geçirdi aklından.
“En iyisi diğev duvağa kadav yüvümek,” diye düşündü. “Otobüsü ovada beklevim.” Ama bunu yapmasına gerek kalmadı. Kollarını iki yana hızla açtıktan sonra boşluğu kucaklamak istercesine aynı süratle kapatan adam, “HEYYOO!” diye bağırdı. “ATEŞ BENİ ÇAĞIRIYOR! YANMAK ÖYLE GÜZEL Kİ!” Sonra da otobüsün nihayet göründüğü yöne doğru koşmaya başladı. “Çok yazık,” diye mırıldandı Bol Bel, onun ardından bakarken. “Kim bilir nelev yaşadı zavallıcık ki böyle tozuttu.” Otobüse bindiğinde adamın bağırışını hâlâ duyabiliyordu: “CEHENNEMDE TATİL GERÇEKTEN HARİKA!” Bol Bel bir kez daha, “Çok yazık,” diyerek boş otobüsteki koltuklardan birine oturdu.
GEREKLİ BİRKAÇ HATIRLATMA
Fillibaba Yolu, İstanbul’un Anadolu yakasında yer alan çok dik bir yokuştur. Öylesine diktir ki onu adımlamak istemeyen pek çok postacı istifa etmiş, pek çok kedi ve köpek başka semtlere göçmüştür. Araç sürücüleri bile bu dik yokuştan uzak durmaya gayret eder. “Ne zaman o yokuşu çıksam arabamdaki benzin yarı yarıya azalıyor,” deyip alternatif yollara yönelirler. Bu nedenledir ki Fillibaba Yolu, otobüslerin güzergâhında da değildir. Yolcularını yokuşun başlangıcındaki durakta indirip yola devam ederler. İşte, durakta bir otobüs daha durdu, kapıları açıldı ve ta ta ta taaam, Dedektif Bol Bel aşağı indi. Şuna bakın, nasıl da düşünceli görünüyor.
Karşılaştığı adamı yol boyunca aklından çıkaramadı, hâlâ onu düşünüyor. Biraz pişmanlık duyduğunu da söylemek gerek, çünkü adamla hiç ilgilenmedi. Sonrasında da şöyle bir olasılık belirdi zihninde: “Ya lanetli biv hayal gücü nesnesi yüzünden o hale geldiyse zavallıcık?” Ne de olsa sadece çocuklar için çalışan bir dedektif olarak bilinse de Bol Bel’in başka bir görevi daha var: O bir Hayalbaz. “Hayalbaz da nedir?” dediğinizi duyar gibiyim. Aslında önceki serüvenlerinde Bol Bel’in bu özelliğinden defalarca söz ettik ama Hayalbaz ifadesini ilk kez kullanıyorum. Hey, benim kabahatim değil bu. Hayalbazlar çok gizli çalışır,kimliklerinin orada burada açıklanmasını istemezler.
Ama artık size güvenebileceğimi biliyorum. Ne de olsa şu ana dek üç Bol Bel serüvenine tanık olduğunuz halde ağzınızı sıkı tutmayı başardınız. Demek ki daha da büyük sırları paylaşmaya hazırsınız. O halde kitabı kendinize biraz daha yaklaştırın ve fısıltıyla anlatacağım şu şeyleri can kulağıyla dinleyin: Hayalbazlar yeryüzündeki tüm hayal gücü nesnelerini kayıt altına almakla görevlendirilmiş kişilerdir. Tarihin her döneminde var olmuş, görevlerini bütün medeniyetlerde gizlilik içinde sürdürmüşlerdir: ilk çağlardaki krallıklarda, Roma ve eski Yunan uygarlıklarında, Selçuklularda, Göktürklerde, Osmanlılarda ve günümüz modern toplumlarında…
Her şehrin bir Hayalbaz’ı vardır. Bol Bel de İstanbul’da ortaya çıkan hayal gücü nesnelerinden sorumlu olan Hayalbaz’dır ve davalarıyla ilgilenmediği zamanlarda o nesnelerin peşine düşer. Bugüne dek yardım ettiği çocuklardan aldıkları da dâhil binlercesini muhafazalarına başarıyla yerleştirmiştir. Bol Bel okurlarının çok iyi bildiği gibi, “Hayal Gücü Nesneleri” birtakım doğaüstü güçlere sahip eşyalar için kullanılan genel tanımdır. Neler yoktur ki aralarında: bir kapıdan geçip dünyanın başka herhangi bir yerine gitmenizi sağlayan Boyut Anahtarı; kitlesel bir hipnotize etme gereci denebilecek Gerçek Bükücü İksir; başlarına bir kez sürdüklerinde, kellerin gür saçlara kavuşmasını sağlayan Şimşir Tarak; ne kadar yersen ye…