«Deli Kurt», Osmanlı tarihinde Yıldırım Bayazıd’dan sonra «Şehzadeler Kavgası» diye anılan devrin tarihî bir romanıdır. Bir bakıma göre de «Bozkurtlar»da başlayan Orta Asya’daki hayat kavgasının yeni vatan Anadolu’da devamıdır.
Şehzadeler arasında süren ve tafsilâtı henüz yeterince aydınlanmamış bulunan çarpışmada Yıldırım’ın oğulları hayat ve taht mücadelesinin hem kahramanca, hem şairane, hem de sefîhane bir örneğini vermişler ve birbiri ardınca hayata veda ederek meydanı içlerinden birisine bırakmışlardır. Bunlar arasında en talihsizi ve hayatı en az bilineni İsa Çelebi’dir. Deli Kurt, İsa Çelebi’nin meçhul bir oğlunun dramıdır. Bu dram daha sonraki asırlarda daha büyük bir şiddetle sürüp gidecek ve yüzlerce şehzadenin hayatına mal olacaktır.
Romanda görülen parlak bakışlı, gözlerine bakılamayan kız, hayalî bir tip değildir. Zamanımızda Muğla köylerinden birinde böyle bir kız yaşamıştır ve belki de hâlâ yaşamaktadır. Roman yazarı, bu parlak ve büyülü bakışları beş yüz yıl öncesine götürmekle esere çeşni vermekten başka bir şey yapmamıştır.
Esrarlı Kadın
Üstü örtülü bir kağnı, gecenin karanlığı içinde ağır ağır ilerliyordu. 1403 yılının sonlarıydı ve dondurucu bir rüzgâr ortalığı kasıp kavuruyordu. Genç ve gürbüz bir atlı, kağnının önünden, ardından, yanından giderek, öküzleri idare ediyor, arada sırada kırbacını sırtlarında şaklatıyordu. Kuşkulu bir hali vardı, ikide bir arkasına bakarak gözlerini zifiri karanlığa dikmesi bir şeyden çekindiğini gösteriyordu. Yol bir karış çamurdu ve durmadan sulu kar yağıyordu. Kalın kepeneğine sarılmış olan atlı, bu ağır gidişten huylanıyordu.
At üstünde her zaman hızlı gitmeğe alışmış, diz boyu karda bile, çabuk yürümenin yolunu bulmuş bir insan olarak böyle yavaş gidişten bunaldığı belliydi. Fakat onu asıl bunaltan, gidişin yavaşlığı, gecenin karanlığı ve soğuğu, ömründe ilk defa bir kağnıyı götürüşteki acemiliği değildi. Geriden gelecek birilerinden çekindiği anlaşılıyordu. Kepeneğine sarınmasında kendisini korumaktan çok, aralıksız yağan sulusepken altında yay kirişinin gevşememesine çalışan bir mânâ vardı. Sadağını ve yayını, kepenek altında dikkatle tutuyordu. Bir aralık, geriden sesler işitir gibi oldu. Kağnı tekerleklerinin gıcırtısı iyi dinlemeğe engel olmasın diye arabayı durdurdu. Gerileri dinledi. Ses yoktu. Geniş bir soluk aldı. Aynı zamanda kağnının içinden bir kadın sesi duyuldu: – “Çakır Ağa!”
Atlı, büyük bir saygı ile karşılık verdi:
– “Buyur sultanım!”
– “Neden durduk?”
Çakır bir saniye düşündü. “Ses duyar gibi oldum” demedi. Tehlike ihtimalinden bahsetmek istemediği anlaşılıyordu. Gür sesiyle:
– “Atımın üzengi kayışını düzelttim sultanım.” diye cevap verdi.
Arada bir susma oldu. Sonra içerden tekrar kadının
sesi geldi:
– “Daha çok gidecek miyiz?”
Çakır, gözlerini gökyüzünde dolaştırarak şunları söyledi:
– “Gecenin yarısını geçtik. Gün doğmadan varırız sultanım!”
Kağnıdaki kadının çok düzgün bir konuşması ve ahenkli bir sesi vardı. Çakır, birkaç saniye bekledi. Yeniden ses
gelmeyince kağnıyı yürüttü; fakat bir defa daha arkasına bakmadan da kendini alamadı…
Bu genç atlının bir eşkıya saldırışından çekinmediği belliydi. Böyle bir kış gününde bu yörelerde eşkıya dolaşmazdı. Onun daha büyük bir tehlikeden endişe ettiği anlaşılıyordu. Bu sonsuz yollarda, gecenin bu vaktinde, kağnıdaki kadınla tek başına giden atlının, karşısına çıkacak veya ardından yetişecek olanlar kaç kişi olursa olsun, onlarla bir ölüm dirim çarpışmasına girmekten çekinmeyeceği de belliydi. Kendisini değil, kağnıdaki kadını düşünüyordu. Arabanın dört ucundaki ikişer arşınlık direklerin yanları ve tepesi kalın keçelerle sımsıkı kapatılmıştı. İçerideki kadın, keçe duvarlı küçücük bir odada oturuyor ve bu odaya dışardan kar ve soğuk sızamıyordu. Kağnının döşemesine kalın şilteler konmuş, üzerine halılar yerleştirilmişti. Kadın, sırtında ve yanlarında yastıklar olduğu halde bu soğuk gecede meçhulden gelip, meçhule doğru gidiyordu. Omuzlarında ve dizlerinde de yün örtüler vardı.
Bu şekilde üç kişinin sıkışık olarak oturabileceği kağnı odasının kalanını bir iki sandıkla bir iki yiyecek torbası dolduruyordu. Zaman ilerledikçe rüzgâr artıyordu. Biraz önceki sulusepken şimdi kuşbaşı kar olmuştu. Öğleden beri aralıksız yürüyen öküzlerde yorgunluk belirtileri başlamıştı. Çakır, ömründe ilk defa bir kağnı yürütüyor, öküz yediyordu. Hayvanlar yavaşladıkça yahut ona yavaşladılar gibi geldikçe kamçısını indiriyor, hattâ bazan atının üstünden onları tekmeliyordu. Fakat öküzler bildiklerinden şaşmıyor, ezelî ve ebedî ağırlıklarıyla battal battal yol almakta devam ediyordu. Çakır’ın gözleri, bir aralık ileride hafif bir ışık görür gibi oldu. Hattâ bu ışık, hareket de ediyor gibi geldi. O zaman kepeneğinin altındaki yayına el attı. Sadağından bir ok çekerek gözlerini ışığa dikti. Işık kaybolmuştu.
Sonra tekrar, fakat bu sefer başka bir noktadan gözüktü. Çakır, kaşları çatılarak bakıyordu. Işık tekrar yok oldu. Üçüncü seferinde bir değil, birçok ışık birden peyda oldu. Biri ikisi parlarken ötekiler sönüyor, bazan hepsi birden parlıyor, sonra birlikte kayboluyor, tekrar yanıyorlardı. Çakır, gülümsedi. Anlamıştı; karşıda ışık falan yoktu. Uykusuzluktan gözüne ışıklar gözüküyordu. Uykusuz ve yorgun savaş günlerinde de birkaç defa böyle olduğunu hatırladı. Şimdi de yorgun ve uykusuzdu. Bir gün önce hiç uyumamıştı. Bu ikinci gece de sabaha yaklaşıyordu.
Yorgunluk ve kağnıdaki kadını düşünmekten doğan üzüntünün ağırlığı ile bir türlü hızlı yürümeyen öküzlerin verdiği öfke kendisini bitirmişti. İşte şimdi deminki ışıklardan eser yoktu. Bütün ovayı kar bürümüştü. Sonsuz bir beyazlığın içinden gidiyorlardı. Yol iz kaybolmuştu ama yolu şaşırmalarına imkân yoktu. Karış karış bildiği bu yerlerde yolu kendisi şaşırsa bile, atı şaşırmazdı. Bu düşünceyle can yoldaşı olan sevgili atının ıslak yelesini okşadı.
Havada henüz bir ağarma olmadığı halde Çakır, sabahın yaklaştığını anladı. Biraz önce, yanından geçtikleri bir tümsekle üstündeki üç ağaç da köye varmak üzere olduklarını bildiriyordu. Kağnıdaki kadına bu müjdeyi vermek aklından geçtiyse de hemen bundan caydı. Uyumuş olabilirdi. Yahut kendi seslenmesinden heyecanlanabilirdi. Çakır, şimdi öküzlerin daha yavaş yürümelerine müsaade ediyordu. Çünkü yavaş hareket edilirse tekerlekler gıcırdamıyordu. Çakır’ın köye gürültüsüzce varmak istediği anlaşılıyordu. Herhalde üç bin, bilemedin dört bin adım sonra, varmak istedikleri yere erişeceklerdi. Sona yaklaşmakta olanların sabırsızlığı Çakır’ın da yüreğini sarmağa başlamıştı. İçinden bine kadar saymağa karar verdi… Saydı.
Bir bin daha… Fakat bu sefer beş yüze gelmeden sayıyı şaşırdı. Beyni düşüncelerle dolup taşıyordu. Göğe ve ufuklara baktı. Belli belirsiz bir ağartı başlamıştı. Birden canlandı ve gülümsedi. Çevik bir hareketle atından atladı. Arabanın önüne geçti.
Bir eliyle öküzlerin boynuzlarından tuttu: Şimdi onları daha ağır yürütüyor, hiç ses çıkarmamasına çalışıyordu. At, kendi kendine ve uysal adımlarlasahibini takibediyordu. Bu sırada, kağnıdaki kadın, yavaşça seslendi:
– “Geldik mi Çakır Ağa?”
Çakır gözleri bir köy evine çevrilmiş olduğu halde cevap verdi:
– “Geldik sultanım!”
Bu “sultanım” kelimesi gayet yavaş söylenmişti.
Önünde durdukları ev tek başına, köyün en kıyısındaki
evdi. En yakın evden bile elli adım uzaktaydı. Asıl köy
daha biraz ileride başlıyordu. Kırk evlik bir köydü.
Çakır, kağnıyı kapıya kadar yaklaştırarak durdurdu. Çevresine şöyle bir baktıktan sonra kapıyı tıkırdattı.
Bekledi.
Bütün köyde derin bir sessizlik vardı. Sabırsızlıkla yeniden ve daha kuvvetle vurdu; dinledi. İçeride bir kıpırdama vardı. Bir daha vurdu. Yürüyen birinin ayak sesleri
yaklaştı ve bir kadın sesi duyuldu:
– “Kim o?”
Çakır, ağzını kapıya yaklaştırarak cevap verdi:
– “Aç ana, benim…”
– “Çakır! Sen misin?”
– “Evet…”
Kapı açıldı ve orta yaşlı bir kadın, hayretle genç adama
baktıktan sonra kağnıyı görerek sordu:
– “Konuk mu var Çakır? Bu zamanda neye geldin?”
Çakır, elini dudaklarına götürerek, sus işareti verdikten sonra yavaşça:
– “Işığı yakıp yardıma gel…” dedi.
Kadın, eve girerken kendisi de kağnıya yaklaşarak arkadaki keçe perdeyi araladı. Sırtındaki kepeneğini çıkararak
karların üzerine attıktan sonra kağnıdaki sandıklardan birini kavrayarak kepeneğin üzerine oturttu:
– “Eve girelim sultanım!” dedi.
İçerideki kadın, yavaş hareketlerle şiltenin üzerinden keçe perdeye kadar yaklaştı. Çakır, elini uzatmıştı: – “Sandığa basarsanız sultanım…” dedi. Sandığı bir merdiven gibi kullanan kadın ağır ve ihtiyatlı hareketlerle, Çakır’ın elinden tutmuş olduğu halde indi. Üç dört adımda kapıdan girdi. Yaktığı mumu tutarak ortalığı aydınlatan ev sahibinin kılavuzluğu ile yürüyüp sedire oturdu. Gülümseyen bir yüzle: “Hoşgeldin konuk” diyen ev sahibine: “Hoş bulduk bacım.” cevabını verdikten sonra kimsenin duymayacağı kadar yavaş bir sesle: “Allaha hamdolsun.” diye söylendi.
Çakır, bu sırada büyük bir çabuklukla iş görüyordu: İlk önce kağnıdaki sandıklarla torbaları sedirin yanına taşıdı. Sonra öküzlerle atını ahıra çekti. Bu evde Satı Kadın, iki yaşındaki oğlu ile birlikte oturuyordu. Çakır’ın sütanası olan ve onun tarafından sahici bir ana kadar sevilen Satı Kadın komşu Türkmen oymağından bu köye otuz yıl önce gelin gelmişti. Şimdi kırk beş yaşında, sağlam, dinç ve iyi yürekli bir kadındı. Büyük oğlu Niğbolu Savaşında, kocası da Ankara Savaşında şehit olmuşlardı. İki kızını evlendirip gurbete göndermiş, bu evde iki yaşındaki küçük oğlu Evren’le yalnız kalmıştı. Bir dileği Evren’i “Sipahi” yapmaktı. Kocası ve büyük oğlu Azap olarak orduya gitmişler, Azap olarak ölmüşlerdi. Ama sipahilik başkaydı. Bu bakımdan sütoğlu Çakır’a bayılırdı.
Satı Kadın bunları düşünürken Çakır’ın sesini duydu: – “Ana! Yiyeceğimiz vardı ama iki gündür sıcak bir yemeğe hasret kaldık. Bize bir tarhana çorbası yapar mısın?” Çakır bu sıcak yemeği kendisi için değil, konuk için istiyordu. O itiraz etmesin diye böyle konuşuyordu. Kadın zaten ocağı yakmağa hazırlanıyordu. Kucağında odunlar ve çıra vardı. Çakır, yaklaşarak yavaşça:
– “Ana, hem işini gör, hem de biraz beni dinle,” dedikten sonra yavaşça bir şeyler fısıldadı. Satı Kadın’ın gözleri
açılmıştı:
– “Ne diyorsun Çakır?” diye mırıldandı.
Çakır yine yavaşça bir şeyler söyledikten sonra:
– “Ana! Bana Kur’an üzerine and ver.” dedi ve koynundan bir Kur’an çıkardı.
Sütana, onu alıp öperek başına koydu. Evin en uzak köşesine, konuğun gözünden tamamıyla saklı bir yerine gittiler. Kadın, Kur’an’a el basarak yemin etti.
Çakır, yeniden bir şeyler söyledi ve:
– “İşte bunun için kalamam. Çorbayı dahi içemeyeceğim. Köy uyanmadan gitmeliyim.” dedi.
Birlikte konuğun yanına döndüler. Çakır, saygılı bir durum almıştı:
– “Sultanım!” dedi. “Bana izin ver. Her şeyin gizli kalması için hemen gitmem lâzım. Anamın ağzı sıkıdır.
Güvenilecek kadındır. Kur’an’a el basarak da and verdi.
Her emrini yerine getirecektir. Ben ilk fırsatta yine geleceğim. Allahaısmarladık…”
Allahaısmarladık…” Bunları söyleyerek ilerledi. “Sultanım” diye söz ettiği kadının eteğini öptü ve “Bir emrin var mı?” diye sordu. Mumun titrek ışığında yüzü solgun görünen ve asık bir çehre taşıyan bu güzel ve çok genç kadın, yanındaki deri torbanın içinden küçük bir kese çıkararak uzattı: – “Bunu al Çakır Ağa! Lâzım olur!” dedi. “İyiliğini ve sadakatini unutamam. Allah yardımcın olsun. Üzerimizdeki büyük hakkını helâl et.” Bu sözler o kadar büyük bir vakar ve hüzün içinde söylenmişti ki Satı Kadın’ın gözleri yaşardı. Çakır da üzgündü. Uzatılan keseyi alarak onun arzusunu yerine getirdi. “Helâl olsun!” dedi. Tekrar eteğini öperek sütanasına döndü. Onun da elini öptükten sonra hızla evden çıktı.
Çakır, evden çıkarken yalnız küçük bir yiyecek torbası almıştı. Çabuk adımlarla ahıra yürüdü. Deminden beri biraz samanla oyalanmış olan atına bir avuç arpa verdikten sonra dışarı çekti. Sipahi atı öyle bol yem yiyemezdi. Gün ağarıyor, lapa lapa kar yağıyordu. Bir sıçrayışta atına atladı. Geldiği yola yöneldi, uzaklaştı. Biraz sonra sonsuz ovada kayboldu.
Balâ Hatun
Çakır’ın, gizlice sütanasının evine getirdiği genç kadın, bir tehlikeyi önlemek için böyle saklanıyordu: Amasya Beği Şadgeldi Paşa’nın küçük yeğeni olan Balâ Hatun, Yıldırım Bayazıd’ın oğullarından İsa Beğ’in haremiydi. Sel gibi kahraman kanının aktığı, Türkün Türkü kırdığı o korkunç Ankara meydan savaşından sonra Yıldırım Bayazıd tutsak düşüp kendi canına kıyınca, oğulları, Osmanoğullarının göreneğine uyarak beğlik dâvasına kalkmışlar, birbirlerine karşı gelmişlerdi. Büyük şehzade Süleyman Beğ Edirne’de, ortanca şehzade İsa Beğ Bursa’daydı. Osmanlı ülkesinde Bursa ve Edirne; iki başkent olduğu için devletin başına ancak bu şehirleri elde etmekle geçilebilirdi. İsa Beğ böyle düşünüyordu. Ancak şu var ki kendisi, ağasını tanımadığı gibi küçük kardeşleri de kendisini tanımamışlardı. Çaresiz vuruşacaklardı.
İsa Çelebi de öyle yapmış, vuruşmuştu. Fakat talih kendisine hiç yâr olmuyordu. Sipahisi pek az olduğu gibi, babasının en değerli devlet adamlarından hayatta olanlar da kardeşlerinin yanında kalmışlardı. Bir iki çarpışmanın yenilmeyle bitmesi, hemen tek başına denilecek şekilde dağdan dağa kaçışlar İsa Beğ’de bir kaygı yaratmıştı. Talihin kendisine güler yüz göstermeyeceğini bir önsezi ile anlıyordu. Nihayet emanetini verir, ebedî sükûna kavuşurdu. Bir Osmanoğlu olarak bundan hiç de çekinmiyordu. Onu düşündüren şey başkaydı: Büyük bir aşkla sevdiği Balâ Hatun üç dört ay sonra dünyaya bir çocuk getirecekti.
Bu çocuk erkek olur ve kendisi de dâvayı kaybederse kardeşleri bu çocuğu sağ bırakmazlardı. Bu, değişmez, merhametsiz bir kanundu. İsa Beğ, işte bu doğmamış çocuğu ve onun öldürülmesiyle sevgili evdeşi Balâ Hatun’un duyacağı korkunç kederi düşünüyordu. Onu saklamalı, emniyete almalıydı. Bunu yaparsa hem daha kıyasıya döğüşebilecek, hem de ölürse gözü arkada kalmayacaktı. İsa Beğ, günün birinde padişah olması muhtemel bir şehzade olduğu için siyasî ve tedbirli düşünmeğe daha çocukluğundan beri alışıktı. Balâ Hatun’u öyle birisine emanet etmeliydi ki hem ağzı sıkı, hem gözü pek olmalı, üstelik de dikkati, kendi üzerine çekmeyecek durumda bulunmalıydı. Kendi adamları arasında bu kıratta ancak Çakır vardı.
Henüz çok gençti ama sadakatin ve fedakârlığın örneği bir yiğitti; fakat tanınmış değildi. Karasi Sancağında tımarlı bir sipahiydi. Ankara Savaşındaki binlerce bilinmedik kahramandan birisi de oydu. Havadaki mevhum noktaları bile vuran keskin nişancı Çağataylılara karşı kalkanı ile kendisini koruduğu gibi, savaşın harman edildiği kanlı bir yerinde de bir defa kılıcıyla İsa Beğ’i kurtarmıştı.
Hele Aksak Temür Beğ’in, Türkistan’a dönüşünden sonra Yıldırım’ın oğulları birbirine düştüğü zamanki kavgalar… İşte Çakır ne özü mert olduğunu bu sırada ortaya dökmüştü. Yıldırım Bayazıd’ın oğlu Mehmed Beğ’le yapılan o talihsiz vuruşmada Çakır olmasaydı belki de İsa Beğ şimdi yaşamayacaktı.
Onun, bir tahta köprü başında durarak Mehmed Çelebi askerleriyle tek başına bir vuruşması vardı ki destanlara geçse yeriydi. İsa Beğ, yaralı, yorgun atı ile Çakır’ın kazandırdığı zaman sayesinde uzaklaşıp kurtulabilmiş, Çakırda, kendisini suya atarak akıntının yardımıyla selâmete ulaşmıştı. Çakır, güvenilir bir adamdı.
Çarpışmaların durulduğu, Mehmed Beğ ordusunun çekildiği günlerin birinde İsa Beğ, Çakır’ı yanına çağırmış, mahzun bir yüzle şöyle demişti: – “Çakır! Şimdilik tehlikeden uzak gibi görünüyoruz. Fakat, benim içime doğuyor: Sonum iyi olmayacak. Kendimi değil, hatunumu düşünüyorum. Yüklüdür. Birkaç ay sonra bir çocuğumuz doğacak. Osmanlı’nın töresini biliyorsun. Benim başıma bir şey gelir, sonra da bu çocuk erkek doğarsa onu yaşatmazlar. O zaman Balâ Hatun perişan olur. Bunu önlemek lâzım. Bu da Balâ Hatun’un hiç kimsenin bilmediği bir yere saklanmasıyla olur! Benim böyle bir yerim yok.
Osmanoğlu olduğum için nereye gitsem tanınırım. Acaba sen onu emniyetli bir yere saklayamaz mısın? Senin tımarının bulunduğu köyde bir ev sağlıyamaz mıyız? Çakır, biraz düşünmüş, sonra: “Bu bakımdan benim köyüm o kadar emniyetli sayılmaz, beğ!” demişti. “Çünkü ben de köyün tımarlısı olduğum için orada tanınırım. Fakat sütanamın köyü oldukça sapadır. Evi köyün kıyısında, kendisi de Türkmen’ dir. Biraz sıkıştı mı, aşirete sığınırlar.
Hem de sütanam ağzı sıkı kadındır. Balâ Hatun’u oraya götürelim.” İsa Beğ biraz düşünmüş, sonra bu teklifi kabul etmişti. İkisi başbaşa verip Balâ Hatun’u nasıl kaçırıp saklayacaklarını tasarlamışlardı. Bu işi ikisinden başka kimse bilmeyecekti. İsa Beğ, dikkati başka yere çekmek için bir askerî yürüyüş gösterisi yapacak, kendi buyruğundaki yerlere bu şekilde fermanlar, buyrultular gönderecekti.
…