On yedi yaşındaki Çağlar İyice konuşuyor. Kız kardeşi Çiğdem’i, onu meşhur etme ümitlerini, belediye başkanı dayısını, yakın arkadaşı Mikrop Cengiz’i, taşra muhabbetlerini, depresyonun eşiğindeki annesini, eski sevgilisini, hiç unutamadığı dedesini, hatırlarken kahrettiği babasını anlatıyor. Deliduman, dermansız ve güdük bir ilçeden haykırmaya başlıyor, İstanbul’a uzanıyor. Çocukluğumuzun, hatıralarımızın ve bütün sokaklarımızın üzerinden dangır dungur geçen imar ve para iştahına lanet! Riyakâr dünyaya, Allahsız sermayeye, martılara, küçük bir kızın kalbini kıranlara isyan ediyor. Barikatların arkasında, soluk soluğa, yapayalnız, erken kaybeden bir delidumanın öfkesini çemkiriyor. Emrah Serbes, zamanın ruhunu, Gezi’nin isyancılarını, hürriyetleri için öksürenleri, yerinde duramayanları, küfredenleri, ağlamayı unutmak için yumruğunu sıkanları resmediyor. Deliduman, büyük zamanın ve her zaman kenarda kalanların romanı.
***
BİR
2013 yazında, büyük şehirlerde başlayıp kısa süre içinde küçük ilçemiz Kıyıdere’yi de etkisi altına alan toplumsal hadiselerin nedenini merak ediyorsanız eğer, 2012 yazının bok gibi geçmesini bir yana bırakırsak, size öncelikle kız kardeşimin güzelliğini ve bazı meziyetlerini anlatmam gerekir. Çünkü kız kardeşimin güzelliğini ve bazı meziyetlerini bilmeden, o yaz, yıllardır hiçbir şey yapamamanın ruhu yakan acısını nasıl yendiğimizi ve kopkoyu bir karamsarlıktan umuda birdenbire nasıl geçiverdiğimizi asla anlayamazsınız.
Kız kardeşim Çiğdem iyice dokuz yaşındadır, Evliya Çelebi ilköğretim Okulu 3-A sınıfında okur, derslerinde açık ara birincidir ve el yazısı inci gibidir. Benimkine benzemez, Sümerolog falan olmanız gerekmez ne yazdığını anlamak için. Ayrıca sınıflarında açık ara birinci giden öğrenciler gibi içe kapanık ve bencil değildir, hayli sosyaldir. Sadece arkadaşlarınca da değil, yeryûzündeki bütün canlılarca çok sevilir, mesela yolda kediler köpekler gördüğünde onu, yanından geçerken durup hayranlıkla bir daha bakarlar. Bir seferinde hiç unutmam, Migros’un açık otoparkında kabuğuna kapanmış bir kaplumbağa görmüşlük, o kederli kaplumbağa bile kız kardeşimi görünce kabuğundan çıkmış, başını takdir edercesine öne arkaya sallamıştı. Bu özelliklerine ek olarak kız kardeşim, yaşma göre selvi boylu sayılır, neşelidir ve enerjiktir. Aynı zamanda da ağırbaşlıdır. Yaşı ile örtûşmeyen sevimsiz bir ağırbaşlılık da değildir bu, çocukça saflığını muhafaza eden bir ağırbaşlılıktır. Bir yerlere gideceği zaman dimdik yürür, oklava gibi zannetmeyin, gayet zarif ve asaletlidir yürüyüşü, onu otuz metre öteden görseniz, işte asil bir kadın yaklaşıyor,’ dersiniz. Kadınlarda asaletin yaşı olmayacağını farz ederek söylüyorum bunu.
Kız kardeşimi bir tamsanız var ya, gülüşüyle, bakışıyla, sesiyle ve sessizlikleriyle öyle bir büyü yaratır ki üzerinizde; yanaklarını, alnını, saçlarını ve boynunu bir milyon sefer de öpseniz doyamazsınız. Her öpüşünüzde kokusunu içinize çekmenize rağmen. Ona baktıkça kardeş olduğumuza inanmakla bile güçlük çekiyorum bazen, sırf bu yüzden gözlerimin dolduğu oluyor. ‘Sen de biraz abarttın,’ diyeceksiniz. Evet, abarttım. Çünkü bu dünyada o kadar çok mankafa var ki abartmayınca hiçbir şeyi anlamıyorlar. Kız kardeşimin güzelliğinin ve bazı meziyetlerinin ise bir an önce anlaşılması gerekiyor.
Kız kardeşimin başlıca meziyetleri arasında, salonun ortasında bacaklarını yüz seksen derece açıp oturmak ve insan denen canlının en doğal duruş biçimi buymuş gibi rahat tavırlarla gözlerinizin içine bakmak gelir. Ayrıca hentbol topunu ayağında yüz elli sefer sektirebilir. Bunları bile gölgede bırakan en doğaüstü meziyeti ise moonwalk’tur.
Geçen kış sadece tekniğini göstermiştim ona, ‘Ayağının birini yere tam bas, diğerini burnunun ucuyla bas, sonra iki ayağının konumlarını benzer biçimde değiştirerek geriye yürü, elini kolunu da koordineli biçimde hareket ettirmeyi unutma,’ demiştim. Kız kardeşim safi yetenek olduğundan tekniği aldı yürüdü, fizik kurallarına meydan okurcasına kaymaya başladı evin parkelerinde. Akabinde ldefix’ten sipariş ettiğimiz Moonwalker filminden ve Youtube’taki videolardan faydalanarak bununla uyumlu dans figürlerini geliştirmeye başladık. Bir ay içinde görenlerin hayranlıkla karşıladığı beş dakikalık bir performansa çevirdik olayı. Bununla da yetinmedik, o güne kadar sadece kot pantolon paçalarını yaptırmak için uğradığımız Merkez Terzi Orhan’a beyaz takım elbise diktirdik, on beş gün boyunca çarşı pazar dolaşıp eli boş döndükten sonra GittiGidiyor’dan beyaz kravat bulduk, Markafoni’den mavi gömlek sipariş ettik, KIPA Alışveriş Merkezi’ndeki bütün mağazaları gezip en bol tokalı, en cafcaflı deri kemeri aldık, dedemin eski beyaz şapkalarından birine siyah şerit çektik, kız kardeşimin beline uzanan güzelim kestane saçlarını sıkı sıkı topuz yapıp o şapkanın içine sığdırdık ve 18 Mayıs 2013 Cumartesi günü saat 14.00 sularında, Uludağ Ûniversitesi’nin konferans salonunun kulisinde, 21. Michael Jackson olarak sahne sıramızı beklemeye başladık.
O kadar çok Michael Jackson’ı bir arada görünce insanın ister istemez siniri bozuluyor. Bizden sonra bile sahneye çıkacak altı Michael Jackson vardı. Kız kardeşim gibi büyük yetenekler değildi tabii hiçbiri, takım elbiseyi şapkaya uyduran gelmişti. Diğer Michael Jackson’la ra baktıkça ‘Keşke daha özgün bir şeyler öğretseydim kız kardeşime’ diye kendi kendimi yiyordum.
Bana da dayım olacak it öğretmişti bu moonwalk denen naneyi. Kim bilir ona da kim öğretmişti yüz yıl evvel. Ben moonvvalk yapmaya başladığım zamanlar, kimsenin moonwalkerlık gibi bir merakı yoktu. 80’li 90’lı yıllara damgasını vurmuş, Michael Jackson’ın kariyerindeki ve özel hayatındaki sıkıntılarla beraber 20001i yılların ortalarına doğru unutulur gibi olmuştu, ben de o zaman başlamıştım işte. Ama ne zaman ki Michael Jackson 2009 yılında öldü, bir zamanlar ona, vitiligo hastası değilmiş gibi, ‘Siyahlığından utandığı için rengini açtırmış’ diyenler, kendisi de her daim çocuk ruhlu olduğundan çocuklara yürekten bağlı değilmiş gibi ‘Çocuklara çükünü gösteriyormuş affedersiniz’ diyenler, her türlü iftirayı atanlar, birden çark edip ‘Efsanemiz öldü arkadaşlar efsanemiz gitti dostlar* diye öyle bir yaygara kopardılar ki, ondan sonra da ister istemez yeni bir moonwalk furyası başladı. Ben tabii, sınıf arkadaşlarından görüp özenen kız kardeşime moonwalk öğretirken bir gün işin bu noktaya varacağını tahmin etmemiştim. ‘Michael Jackson klasiktir, hiçbir zaman hiçbir ortamda modası geçmez,’ diye düşünmüştüm. Mademki özenmiş, o da öğrensin istemiştim.
Velhasıl, şu anda adını bile anmak istemediğim, bölüm başına 375 euro verseler dahi bir bölümünü seyretmeyeceğim yetenek yarışmalarından birinin seçmelerine katılmak için bekliyorduk orada. Dediğim gibi, o kadar çok Michael Jackson vardı ki, onları diğer yeteneklerden, bütün o sihirbazlardan, hesap makinelerinden, cam yiyenlerden, tuğla kıranlardan, lobut atıp tutanlardan, ateş yutanlardan, break dans gruplarından falan ayırarak seyretmeye karar vermişlerdi. O tipleri de uzaktan uzağa gördükçe, ‘ne işimiz var burada’ duygusu iyice tavan yapmaya başlamıştı bende. Kız kardeşimi elinden tutup havaya ateş açarak uzaklaşmak istiyordum oradan. Tabii bu ruh halimi de ona çaktırmamaya çalışıyordum. O güne kadar kız kardeşimin performansını seyreden konu komşu, hısım akraba, dost arkadaş kim varsa, sanki yaşadıkları o canlı performans deneyimine bir türlü inanamamışlar da, inanmaları için İllâki bir kez de televizyonda seyretmeleri gerekiyormuş gibi, her Allah’ın günü, kız kardeşimi nerede görseler, ‘Mutlaka katılmalısın, katılmalısın, katılmalısın dedim anlıyor musun mutlaka katılmalısın! diye ısrar ettikleri için oradaydık. Kız kardeşim de onların ısrarlarına daha fazla dayanamayıp katılmak istemişti yarışmaya. Eğer kız kardeşim, işleri güçleri televizyon seyrelmek olan bu pasifist manyakların gazına gelip bu kadar istemeseydi orada bulunmayı, böyle bir rezaletin parçası olmasına asla müsaade etmezdim.
Sırtımızı kulisin siyah paravanına yaslamış beklerken “Çağlar,” dedi kız kardeşim. Çünkü bana her zaman, ‘Çağlar’ der, hiçbir zaman ‘ağbi’ dedirtmedim kendime. İşte, “Çağlar,” dedi yine, “acaba,” dedi, “dansa başlamadan önce. gözlerimi her zamanki gibi kapalı tutmasam da açık mı bıraksam?”
“Neden?”
“Biraz bulanık görüyorum da… Galiba heyecandan. Gözlerim açık olsa da ayaklanma baksam, zaten şapka öne eğik durduğundan gözlerim gözükmüyor başta.”
“Gözlerinin gözükmediğini biliyorum aşkım,” dedim. “Ama her zamanki yöntemden asla vazgeçme. Gözlerinin kapalı durmasının nedeni konsantrasyon içindir. Bütün dünyanın seni seyretmeye hazırlandığını ve birazdan o küçük insanlara büyük bir mesaj vereceğini rahatça düşünebilirsin böylece. Gözlerini açtığın zaman da Mayki’nin ruhunu tam kalbinde hissedersin ayrıca.”
“Haklısın Çağlar,” deyip gülümsemeye çalıştı ama hâlâ tedirgin olduğu da kaygılı bakışlarından ve stresle ayağını sallamasından belliydi. Yaldızlarla kaplı deri eldivenlerinin üstünden, sahibinden.com’da 84 TL’ye vardı bir tane, biz aldık, ellerini tuttum, narin parmaklarını okşadım cesaret vermek için. İşin en zor, en meşakkatli kısmını hallettikten sonra, böyle küçük detaylarda bocalamak, vazgeçecek gibi olmak, bütün büyük yeteneklerin ortak özelliğidir. Mesela, bizim dâhi bir arkadaş vardı yedinci sınıftayken, böyle TÜBİTAK’ın düzenlediği okullar arası bir proje yarışmasında mı ne dereceye girmişti, ertesi yıl Amerika’ya gönderdiler. bu ülkeye fazla diye, işte o herif, o maloğlumal, çekirdeklerini ayıklayamadıgı için karpuz yiyemezdi. Sen on kiloluk karpuzu pazardan taşı getir, kes önüne koy, itoğlu it çekirdeklerini ayıklayamasın. Ama o bir dâhi. Belki de şu an profesör olmuştur Amerika’da, karpuz çekirdeği ayıklama makinesi yapmıştır, Alabama’daki evinin sofrasına koyup başına oturmuştur, çok mutludur, bizi düşünüyordur, yedinci sınıftaki arkadaşlarını, bilemezsin, asla yargılama!
Kız kardeşimin ellerini tutmuş cesaret veriyordum ona. Biz öyle el ele tutuşmuşken, sahneden en son inen Michael Jackson göründü kulisin ucunda. Ağır adımlarla yaklaştı, bir sandalyeye oturup şapkasını dizlerinin üstüne koydu. Şakaklarından çenesine doğru süzülen ter damlalarını dikkatle inceledim. Gözlerinde yabani bir pırıltı vardı, o pırıltının neden kaynaklandığını çözemiyordum bir türlü ama gözlerimi de o çocuktan ayıramıyordum. İnsana en sıradan şeylerin bile anlam yüklü geldiği zamanlardan biriydi. Sahneden gelen müzik, kimi zaman yükselip kimi zaman alçalıyor, kimi zamansa ağır bir sessizliğe bırakıyordu yerini. Öyle anlarda da kulisin göremediğimiz karanlıklardan kısa, kesik bir kahkaha duyuluyor, ama kim atmış o kahkahayı, neden atmış, bilemiyorduk. Bazen de bir heyecan dalgası kaplıyordu ortalığı, siyah tişörtlerinin önünde, katıldığımız programının adı ve logosu bulunan iki-üç görevli, kulisin bir tarafından gelip diğer tarafına koşturuyorlardı. Neden koşturuyorlardı, neyin hazırlığıydı bu? Herkes merakla onlara bakıyor, ama o siyah tişörtlülerden hiçbiri, ufacık da olsa bir bilgi verme zahmetine girişmiyordu. İşte o anlarda ben bile heyecandan, telaştan ve bekleme geriliminden ötürü çevremdekiler! biraz bulanık görmeye başlıyordum. Kim bilir kız kardeşim ne haldeydi, kim bilir onun o küçük, temiz kalbi nasıl çarpıyordu?
Baktım, kız kardeşim heyecandan daha fazla yerinde duramayacak, dayım olacak ite dedim ki, çünkü o da bizimle birlikteydi o gün, “Dayı,” dedim. “Git de bir bak bakalım kaçıncı Mayki’yi almışlar? Bize ne zaman sıra gelir bir sor.” Dayım olacak it, o esnada yere eğilmiş, kız kardeşim için Fatih Kundura’da özel olarak yaptırdığımız siyah beyaz ayakkabıları, iş yapıyor gibi görünmek için, nereden bulduğu belli olmayan bir bezle siliyordu. Ben tabii o günlerde, dayım olacak ilin o kadar it bir insan olduğunu bilmiyordum. Bir takım kusurları, kepazelikleri olduğunu elbet biliyordum ama o kadar it bir insan olduğunu bilmiyordum. Bunlar başka, itlik başkadır; demek ki dayım olacak itin ne kadar it bir insan olduğunu bütünüyle anlayabileceğimiz şartlar henüz ortaya çıkmamıştı o zaman.
“Tamam, ben bir bakayım o zaman,” diyerek gitti. Umursamaz adımlarla kulisin derinliklerine yol alırken arkasından baktım. Bahsetmeden edemeyeceğim şimdi, biliyorum yine tepemin tası alacak, onun portresini çizmeye çalışırken yaptığım enerji sarfiyatına yazık olacak, ama ne yapalım, başladık bir kere, en iyisi tarafsız bir gözle anlatmaya çalışmak onu: Dayım iti olan insan, bizim Kıyıdere’nin belediye başkanıdır. Bizim oralardaki herkes de sever sayar kendisini. Tabii yüzeysel bir sevgi saygıdır bu, içyüzünü bilseler insan içine çıkamaz. Gerçi içyüzü bilinse kim insan içine çıkabilir ki, o da ayrı bir mesele. Dayımın fırça bıyıkları geçen ay çıkmaya başlamış gibi gayet sevimli durur. Güneş gözlüğü de her daim ceketinin ön cebindedir. Belediye başkanı olduğundan beri lakım giyip kravat takmak zorunda hissediyor kendini ama kravatı hep biraz yana kayıktır. Her sabah bağlamasına rağmen, benim okullar açılırken bir sefer bağlatıp bütün sene taktığım kravata benzer. Onu yolda görseniz mesela, aklınıza gelecek en son şey bir ilçede belediye başkanlığı yaptığı olur. İnsanlar seçimle değil de tiple iş başına getirilse kesin kaybederdi.
Zaten 2009 yerel seçimlerinde, Dedemi Kanser Eden Parti’ye gidip adaylık için başvurduğunda da istemediler onu, kendi adamları varmış. Bunun üzerine ilçenin tanınmış simalarından, sikkafalılarla dolu bir heyet. Dedemi Kanser Eden Parti’nin yetkilileriyle görüşmeye gitti, “Yapmayın etmeyin, bizim Altan’ı aday gösterin,” dediler. “Bu adamın hem merkezde hem de köylerde herkesle ahbaplığı dostluğu vardır, hısımlığı akrabalığı, selamı sabahı, çayı çorbası, hoşgeldini beşgittini, senedi sepeti, alacağı vereceği, girdisi çıktısı, eski kırığı yeni platoniği vardır, aday göstermezseniz başka yerden aday olur, sizin oyunuz da düşer. Ya Kime Vereceksiniz Mecbur Bize Partisi aradan sıyrılıp belediyeyi alır Allah muhafaza,’ dediler, yine de dinletemediler. Öbür adayın hakikaten sağlam yerden tanıdıkları varmış. Ama sonra ne oldu, dayım gitti, Kimsenin İplemediği Atların Partisi diye bir parti buldu kendine, oradan aday oldu, seçim sürecinde de bütün ilçede zilini çalmadığı tek ev, tokalaşıp çayını içmediği tek esnaf, başını okşamadığı tek çocuk, pisi pisilemediği tek kedi, kuçu kuçulamadığı tek köpek kalmadı; bütün köylere, köylerdeki kahvelere, evlere, ahırlara, mandıralara kadar gitti, kendisini tanıyanlara bir kez daha hatırlattı, tanımayanlara uzun uzun anlattı, ‘Bana inanmıyorsanız gidin şunlara şunlara şunlara da sorun’ diye güvence verdi, özelle bizim Kıyıdere’de nefes alan ne kadar canlı varsa hepsinin ağzından girdi burnundan çıktı, türlü lürlü yalakalıklar yaptı, herkesi bıktırdı, bezdirdi, şu seçimler bitsin de bir sussun artık diye ‘ya sabır’ çektirtti arkasından, 35 oy farkla da kazandı seçimi, hem de sabaha karşı, 20 oy farkla kazandığı ilk sayıma itiraz edildiği için, ikinci sayımda.
İnanmayan varsa Yüksek Seçim Kurulu’nun internet sitesinden Kıyıdere İlçesi 2009 yerel seçim sonuçlarına bakabilir. Kimsenin İplemediği Atlar’ın Genel Merkezi ndekiler de inanamamıştı çünkü ilk anda bu seçim zaferine, Hakikaten mi kazandık?’ diye kaç sefer cepten aramışlardı dayımı, ben açıp ‘Valla billa kazandık,’ demiştim, zira dayım cenaze işleriyle uğraşıyordu o ara. Seçimi kazandığı sabah dedem ölmüştü. Bir yanda sevinç, diğer yanda keder, hayatının en karmaşık sabahıdır herhalde. Çok da öğretici olmuştur muhtemelen. Diyelim ki Honda Civic’le Lamborghini Aventador’u geçmişsin, götün tavan yapmış özgüvenden, ama bu dünya gelip geçicidir, hepimiz dört kolluyla gideceğiz sonunda diye tevekküle dalmışsın o atmosferde.
Neyse işte seçimlerden sonra, Kimsenin iplemediği Atlar’da eziklenmekten bıkan bir grup at kafası, Dedemi Kanser Eden Parti’ye transfer olurken dayıma, “Sen de gel,” dediler. Dayım da, yok ben istemiyorum, yan cebime koyun ayakları çekti. Dedemi Kanser Eden Parti’nin Merkez İlçe Başkanı da, “Gel,” çağırışı yaptı ama aynı havalan korudu. Genel merkezden birileri arasın diye bekliyordu aslında, seçimden önce, ‘Seni tanımıyoruz yürü git lan,’ demişler ya buna, gururu kırılmış, onlar arasın tribi yapıyor. Aradan bir sene geçti, kimse aramadı, dayım da artık, ‘Aramayacaklar mı acaba?’ diye kudurmak üzereyken, binlerinin aklına geldi herhalde, sonuçta koskoca ilçeden bahsediyoruz, çağırdılar bunu. Ben hayatımda böyle bir sevinç ve böyle bir sevincini gizleme gayreti görmedim. Haberi aldığı gün, hiçbir şey olmamış gibi, “Yann Ankara’ya gidiyorum Çağlar,” dedi. “Babamı Kanser Eden Parti’nin Genel Merkezi’nden çağınyorlar, dertleri nedir acaba?” Ertesi sabah altıda, sanki her gün genel merkezlere gidermiş gibi kendinden emin bir edayla gitti Ankara’ya. Aynı gün içinde, Meclis’teki grup toplantısında da yakasına o paninin rozetini taktırdı, yirmi sekiz yeni transferle beraber, toplu sünnet törenindeymiş gibi.
Rahmetli dedem ben çocukken derdi ki hep, “Çağlar,” derdi. “Artık kocaman adam oldun. Şu tasu tarağını siktiğimin dünyasında sakın ha, yosmalar içinde kepaze olma…