Arıza diyordu bana! Oysa beni dengesiz kılan onun inişli çıkışlı ruh haliydi.
“Gülümsediğini görür gibiyim. Onu hiç kaybetme olur mu?
Gülümsemekten asla vazgeçme…
Gözlerimi kapıyorum ve derin bir nefes alıyorum.
O güzel gülümsemenin bana hayat veren mucizevi ışığı doluyor içime… Acılar kayboluyor sanki.”
İki Aşık ve İmkansız Bir Aşk Hikâyesi
Kaderleri onları hiç ummadıkları anda bir araya getirdi ve beklenmeyen bir girdap onları fırtınalı aşk denizinin içine sürükledi. Bir aşk hem bu kadar gerçek hem bu kadar sırlarla dolu olabilir mi? Bir aşk hem bu kadar yakın hem bu kadar mesafeli yaşanabilir mi? Heyecan, mutluluk, karmaşa, bilinmezlik, sessizlik, kahkaha ve gözyaşı…
Çünkü bir vardı, bir yoktu aşk ve…
Tesadüflerin gizemi onları fırtınasına katarken onlar, korkutucu bir bilinmezliğin içine savruldular!
Kalplere iz bırakacak modern bir aşk masalı…
Unutulmayacak bir ikili delilikler hikayesi…
“…Çünkü oydu her nefesim!
Ve ben nefes aldıkça…
O kokacaktı rüzgarda dalgalanan saçlarım…”
***
ÖNSÖZ
Benim de tıpkı sizin gibi…
Sarhoş düşlerim, sınanmış gerçekliklerim, hayallerim, dualarım, umduklarım ve umup da bulduklarım var…
Benim çok sevdiğim bir hayatım, çok sorduğum kararsızlıklarım, çok sövdüğüm hayal kırıklıklarım var…
Kalbim var, mantığım var hatta bazen bu ikisini koordine edemeyen ruhum var…
Benim bazen durasım bazen oturasım bazen kalkasım bazen konuşasım bazen susasım var ve hatta bazen yazasım bazen bozasım var…
Benim de tıpkı sizin gibi…
Sessiz çığlıklarım, hüzünlü kahkahalarım, sudan çıkmış balık anlarım, tecrübeyle sabit hatalarım var…
Benim susuzluklarım, ıssızlıklarım, neşeli kalabalıklarım, unutulmaz anılarım, saklı mucizelerim, savrulduğum fırtınalarım var…
Benim duymuşluğum, görmüşlüğüm, şaşırmışlığım, sınanmışlığım hatta yaşamışlığım var…
Benim hayatlar içinde hayat beğenesim sonra da onları kalemimle ete kemiğe bürüyesim var.
Yani…
Dinleyin bakın size anlatacaklarım var!
BİRİNCİ BÖLÜM
Kıyıyı gözden kaybetmeye cesaret etmedikçe insan, yeni okyanuslar keşfedemez.
André Gide
1
Her şeyin çok uzun bir zaman içindeki küçücük bir ana bağlı olması komik değil mi?
Her şeyi değiştirebilen kısacık bir an… Bir ömür içindeki küçücük bir kırılma noktası…
Anlık bir bakış, anlık bir dokunuş, bir anlık karşılaşma, ani bir tesadüf ya da bir anlık dikkatsizlik.
Çaresizlik…
Hayatımda her şeyin anlarla yönetildiğini fark ettiğim günden beri böyleyim ben. Şimşek gibi çakan kırılma noktalarının hayatlara yön verip, geri kalan her şeyi şekillendirdiğini kabullendiğim günden beri, sadece anımı yaşamaya çalışıyorum. Anlık olaylardan keyif alıp, anlık üzüntüler duyuyorum. Çünkü upuzun sandığımız hayat bir “an” aslında ve biz o anlara takılıp geçen zamanı onun hissettirdikleriyle yaşıyoruz, hepsi bu!
Ve ben; beni vuran, beni uçurumun kenarından yere bırakan, beni donduran o son anı yaşadığımdan beri, devamını şekillendirmeyi bıraktım gitti…
Ne gerek var?
Anı yaşamaktansa her şeyi uzatıp kafa yormaya, bekleyip umut beslemeye, üzülüp kırılmaya, kızarıp bozarmaya, kırgınlıkları düşünerek vakit harcamaya ne gerek var?
Susup sessizliği dinlediğim o upuzun geceden sonra, kendi sessizliğimden boğulduğum gecelerin girdabında tam da olmam gereken buydu aslında!
Hayata tutunabilmek, içimdeki karmaşayı dindirebilmek ve kaldığım yerden devam edebilmek için kendime anılar yaratmaktan vazgeçtim ve şuursuzluğu seçtim.
Hep böyle miydim sanıyorsunuz?
Değildim, hayır!
Bu kadar umursamaz, bu kadar havai, bu kadar uçuk, hatta zaman zaman bencil ve egoist değildim ben…
Hayat daha yeni başlarken ve her şey çok daha basitken, dünya günlük güneşlik ve herkes yanı başımdayken ben, bu ben değildim.
Aksine; henüz yirmilerimin baçlarındayken daha ağırbaşlı bir Aslı’ydım ben. Daha çok düşünür, daha emin adımlar atmaya çalışırdım. Daha planlı yaşar, daha az kuralları aşardım.
Anlayacağınız büyüdükçe olgunlaşmadım, olgunlaştıkça büyüdüm ve hayatın çok da takılası bir yanı olmadığını fark ettim. Şaşırtıcı, değil mi?
Değil aslında…
Çünkü hayat böyle bir şey işte. Takmaya değmeyecek kadar sıradan… Ağırlığını fark edip önemsediğin an ise yükü üzerine düşecek kadar kudretli!
Durup düşünüyorum ve kısacık, saniyelik olayların bizi yönettiğine aydığım o ilk sefere gidiyorum bazen.
Beni şimdiki ben yapan o ilk bakış…
Düşünüyorum, gülümsüyorum, sersemleşiyorum, panik yaşıyorum, korkuyorum, sakinleşiyorum, tekrar gülümsüyorum ve olduğum ana geri dönüyorum.
Ve ben galiba hayatı; bir tek o anlık bakışı düşünürken takıyorum.
Gerisi hikâye…
Dedim ya, o bakış ve gerisi; gerçekten koca bir hikâye! Çünkü kudretli hayat, sürprizlerle dolu yüzünü ilk kez o gün çıkardı karşıma. O Haziran sabahında…
Bir “an”da!
2
O gün…
Tam 45 dakikadır beklemem söylenen toplantı odasında, uzun dikdörtgen masanın kenarına ilişmiş, iş görüşmesi için sıramın gelmesini bekliyordum. Niçin bütün iş görüşmelerinde aynı stresi yaşadığıma anlam veremeden ve son derece manasız bir gerginlik içinde tamı tamına 45 dakika bekletilmiştim… Küçücük bir kurbanlık koyundum; hissettiğim tam da buydu işte!
Odadaki deri sandalyeler olması gerekenden daha da rahatsızdı. Elimi, kolumu nereye koyacağımı bilmiyordum. Ayak ayak üstüne atmalı mıydım, yoksa cici kız pozlarında mı davranmalıydım? Ellerimi birbirine mi kenetlemeliydim, yoksa serbest bırakıp daha rahat bir tavır mı takınmalıydım? Vücut dili, kontrol etmeye çalıştıkça kesinlikle daha da saçmalayan bir şeydi.
Üniversite biteli bir sene olmuştu ve ben iş görüşmelerine gitmekten bıkmış usanmıştım. Aynı sorular, aynı cevaplar, aynı yapmacık tavırlar ve her seferinde aynı his…
46. dakikaya girdiğimde koca odada küçük bir koyun gibi hissetmekten delirmeye başlamıştım. Ne cüretle beni bu kadar bekletebiliyorlardı ki? Kendilerini ne sanıyorlardı?
Gençtim, toydum ve kanım deli akıyordu. Sabır denilen şeyin ne olduğunu tam olarak öğrenmediğim yaşlarımdı. Bekletilmekten bıkmıştım, sinir katsayım hızla artıyordu ve dakikalar adeta bardağı taşıracak son damla için hızla akıyordu.
50. dakikada sol bacağım yukarı ve aşağı doğru seri hareketlerle sallanma konusunda hız rekoruna doğru ilerliyordu. 51, 52, 53… Beni unutmuş olabilirler miydi? 54, 55…
“Yeter!”
İşte bu sessiz çığlıkla birlikte, içimden ani bir öfke dalgasının yükseldiğini hissettim.
Anlık bir refleksle yerimden kalktım, yanımdaki sandalyeden hızla çantamı çekip aldım ve omzuma astım. Üzerimi şöyle bir düzelttim ve gözü dönmüş hareketlerle toplantı odasının kapısına yöneldim.
Artık gemileri yakmıştım… Hem de öyle uzun uzun düşünmeden ve ne yapacağımı bile bilmeden… Benim gemiler cayır cayır yanıyordu anlayacağınız!
Kapıyı çektim ve ardımdan hızla kapattım. Madem beni adam yerine koymuyorlardı, madem iş görüşmeleri ve her seferinde aynı şeyi yaşamak bana fazlasıyla yetmişti, o zaman birilerine bunun hesabını sormanın zamanı gelmişti.
Toplantı odasını terk eder etmez gözüme ilk olarak, önümde uzanan uzun koridorun sonundaki geniş kapı çarptı. O koca ve heybetli kapı…
Önemli bir yere açıldığı kesindi ve bu tam istediğim şeydi. Oraya gidecek ve karşıma çıkan ilk kişiye hesap soracaktım. Ve olanlardan habersiz bir müdür hatta genel müdür, belki de yönetim kurulu bir şeysi beni dinlemek zorunda kalacaktı. Yani o kapının ardında her kim varsa az sonra çıldırmama tanık olacaktı!
Yürümeye başladım. Adımlarım seri ve kendine güvenliydi. Uzun topuklarımın mermer zemine her çarpışında çıkardığı tok ses, bana olması gerekenden daha da büyük bir güç veriyordu. Adam yerine konulmama hissinden bıkmıştım. Kimsenin kimseyi böyle bekletmeye hakkı yoktu. Artık birinden acısını çıkartmalı ve hesap sormalıydım!
Peki ya o duyguya kapılmasaydım ve o gün öyle hissetmeseydim ne olurdu?
Sabırla bekleyip, görüşmem gereken kişiyle görüşüp oradan ayrılsaydım mesela… Ya da ne bileyim, beklemekten bıktığım noktada sessizce çekip gitseydim…
Ama gitmedim ve o koca, heybetli kapıya doğru hızla ilerledim. Etraf oldukça sakin ve koridor boştu. Ortalarda beni durdurabilecek kimse yoktu. Zaten içten içe, kimsenin de beni durdurmak isteyeceğini sanmıyordum.
Kapının önüne geldiğimde durup, şöyle bir soluklandım, aldığım derin nefesle biraz olsun sakinleşmeye çalıştım ve ikinci kez düşünmeme fırsat vermeden kapıyı hızla açtım.
Kapı, küçük bir ara bölüme açıldı. Sağımda ve tam karşımda iki kapı daha vardı. Tam karşımdaki kapının yanında, büyükçe ve üzeri evrak dolu bir asistan masası duruyordu. Burası kesinlikle önemli birinin odasına açılıyordu, buna artık kesinlikle emindim!
Asistan masasının biraz ilerisinde ise, ona kıyasla daha az dağınık olan iki masa daha vardı ve ikisinin de başında kimse yoktu. İçinde bulunduğum ortamda kesinlikle ani bir tatbikat yapılmış havası vardı. Sanki yangın zili çalmış ve birden herkes ellerindekini bırakıp kaçmıştı.
Bir süre durdum ve etrafı inceledim, söylemek istediğim şeyler beynimden bir bir akıp geçerken cesaretimin kırılmaması için içimdeki öfkeyi beslemeye devam ettim.
Madem her yer boştu ve ortada beni durdurabilecek kimse yoktu, öyleyse içerideki odaya dalmanın tam zamanıydı. İçimden “Haydi” deyip duruyordum. “Şimdi tam zamanı!”
Derin bir nefes daha aldım ve önümdeki kapıya doğru hızla yürümeye başladım…
İşte tam da o an…
Sağdaki kapı açıldı ve karşımda; elinde tuttuğu kocaman çay bardağıyla takım elbiseli bir adam belirdi.
Ani bir refleksle durdum. Ve sanki az sonra geçireceğim sinir krizinden eser yokmuşçasına, büyük bir sakinlikle geçip gitmesini bekledim. Gitmedi…
Tam tersine, soran gözlerle bana baktı fakat hiç konuşmadı. Derken önümdeki çalışma masasına doğru yürürken başını hafifçe önce eğdi ve belli belirsiz bir selam verdi. Sanki konuşmamı bekliyor ama hiçbir şey sormuyordu.
Ortada anormal hiçbir durum yokmuşçasına ve sanki orada bulunuyor olmam gayet normal bir şeymiş gibi önümden geçti ve elindeki bardağı karşımdaki masanın kenarına bıraktı. Ve masada duran evrakın birkaçını alıp hızlıca incelemeye başladı.
Bir süre öylece durdum ve bir şeyler yapmasını bekledim. Yapmadı. Gözlerini elindeki kâğıtlardan ayırmadı.
“Kimse mi beni kale almaz?” Aklımdan ilk geçen şey tam da buydu işte…