Denizin Çağırışı | Kemal Bilbaşar

“Ah o ilçe, o küçük kasaba, beni böylesine zavallı yapan orası değil miydi? Belki mayamda bozukluk vardı. Belki de ben gerçekten hasta yaratılmış bir adamdım. Ama hiç kuşkusuz beni hasta ve zavallı yapmakta o kasabanın büyük günahı vardı. Düşündükçe yalnız benim değil, oraya gelen hükümet doktorunun da, savcının da, jandarma komutanının da az zaman sonra kabuk bağladıklarını ve bu kabuk içinde gizli bir derdin yumağını sardıklarını hatırlıyorum. Demek kasaba da suçluydu. Onun yıkık kalesinin dişleri arasında çok insanın yaşama hevesleri törpülenmişti.”Denizin Çağırışı, Türk edebiyatında, psikolojik yabancılaşmanın konu edildiği ilk roman olması açısından önemli bir yapıt. Yazıldığı dönemde yeterince anlaşılamayan Denizin Çağırışı’nda, bir kasaba öğretmeninin ruhsal sorunlarını, çelişkilerini, onun iç dünyasının derinliklerine inerek, büyük bir incelikle anlatıyor Kemal Bilbaşar.

*

Çıktığın yolda, bugün yelken açıp yapayalnız
Gözlerin arkaya çevrilmeyerek, pervasız
Yürü! Hür maviliğin bittiği son hadde kadar
İnsan âlemde hayal ettiği nisbette yaşar.

1

… Beş saat rötarla İzmir’e gece yarısından sonra varmak, demiryolları idaresi için “ahvali adiye”den olabilir, ama benim gibi beş yıl sapa bir yerde kurulmuş küçük bir kasabada kabuğuna çekilerek vesvese ve korkularıyla baş başa yaşamış, bilmediği bir semanın ve tanımadığı bir denizin maviliğinden şifa aramaya çıkmış, karanlıktan korkan bir insan için ne büyük felaket… Gece yarısını geçmiş olmasına rağmen hiç olmazsa arkadaşım pekâlâ beni bekleyebilirdi. Kalben ona da dargındım ve eğer bu büyük şehirde bir başka tanıdığım olsaydı, onun yüzünü bir daha görmek istemezdim. Aslında hiç kimseye darılmaya da hakkım yoktu. Anadilini konuşmayan yabancı bir ülkede değildim ya. Hiç şüphesiz herhangi bir adam, bir otele götürmek nezaketini benden esirgemezdi. Bir yandan da düşünüyordum ki Venedik’te, Marsilya’da, Leningrad ya da Norveç’in herhangi bir fiyordunda, hatta okyanus adalarındaki bir köyde bile olsam, bu şehre karşı duyduğum yabancılık korkusunu duymayacaktım. Çünkü o şehirlere kitapların dikdörtgen kapısından girmiş, bildik semtlerde prenslerden, hamallardan, açlardan ve delilerden pek çok ahbaplar edinmiştim. Oysa gece yarısından sonra, elimde bavul, karanlıklarıyla baş başa kaldığım bu şehrin düğümünü çözebilmek için bir zarfın üzerine yazılı “Konak” adresinden başka bir anahtarım olmadığı gibi, posta pullarını ben gönderdiğim halde mektuplarına sarf edeceği mürekkebin ve kâğıdın parasını hesap etmek yüzünden haberleşme telini her zaman koparan cimri bir okul arkadaşımdan başka insan da tanımıyordum. Bununla beraber o küçük kasabada, gizli bir çağrının çekimiyle içimde yolculuk istekleri çağıldamaya başladığı zaman, İzmir’den başka bir yer bana daha sevimli görünmemişti. Ölmüş bir zamanın masallarıyla hatırladığım ışıklı kıyılarda, “ilahların ayak izleri çoktan silinmiş” ve Aphrodite tapınakları çoktan yıkılmış da olsa, bir masal dünyasının avutucu ve unutturucu renklerini orada bulacağımı umuyordum. … kasabasının kiremitsiz evleri, otsuz ve ağaçsız bir kayalık üzerindeki harap kalesi arkamda tozlu bir hararet içinde erirken dünyanın bütün yaşama istekleri içime dolmuştu. Kılıfını terk eden bir yılan kadar kendimi taze buluyordum. Bu benzetişi beğenmeyebilirsiniz. Ama şunu hemen hatırlatayım ki ben sürüngenler topluluğundan bir adamım. Annemin soda ve sabunla yıpranmış, sıcak suda beyazlanarak buruşmuş ellerinde hiçbir zaman bir tek liradan fazla para görmediğim halde, o daima bolluk içinde yüzen bir kişiyi andırırdı. Yüzünde parlatılmış bir manav elmasının renkleri vardı. Ekmeğimizi çok kez haşhaş tohumuyla karıştırılmış tuza banıp yerken, “Bu lokmayı ne niyetine yiyelim?” diye sorardı. Sonra kahkahalarla gözleri yaşarıncaya dek gülerek kendisi cevap verirdi: “Bugün Rıdvan Beylerin evinde kuzu dolması var. Gel tadına bakalım şunun!” Ramazan günlerinde ve kurban bayramlarında biraz refaha kavuşurduk. Bütün semt fakirlerinin toplandığı yirmi kişilik iftar sofrasında tatlı nasıl şeydir, öğrenirdim. Kurban kesenler bağırsak, işkembe, dalak ve nadiren boyun tarafından biraz et gönderirlerdi. O zaman annem bunlarla bütün aşçılık hünerlerini göstererek kendisinin taktığı acayip isimler taşıyan yemekler yapardı. Şunu da söyleyeyim ki evimizde mutluluk hiç eksik değildi. Yalnız, rahmetli babamın resmini her yıl ölüm gününde sandıktan çıkardığımız gece küçük odamıza karanlık bir hava çökerdi. Annemin kırmızı yanakları o gece sararır gibi olurdu. Babamın hayattayken en çok sevdiği yemek, bütün bir yılın tutumuna mal olsa da o gece mutlaka pişerdi. Babamın niçin kendini öldürdüğü bir sır halinde kalmıştı. Bu intihar hakkında annem de, komşular da bir sebep bulup söyleyemezlerdi. Onlara göre bir eli yağda, bir eli balda olan babam için dünyalık hiçbir sıkıntı ve tasa olmaması gerekirdi. Yalnız bazı bahar aylarında yüzünün sarardığı ve zayıfladığı görülürdü. Bu zayıflama da, iddia edildiğine bakılırsa, uykusuzluktan ileri gelirdi. Çünkü babam o mevsimlerde bir baş ağrısından söz eder, uyuyamazmış. Hasılı bu soru karşısında onu tanıyanlar daima düşünceli bir tavırla ağızlarını büzer ve omuzlarını kaldırırlardı. Ama bence babamın gizli bir derdi vardı, sinirli bir adam olduğu muhakkaktı. Annem onun uykudan ve karanlıktan yakındığını söz arasında birçok zamanlar söylemişti. Odasında lamba yanmadan babamı uyku tutmazmış. Deniz kenarında dolaşmaktan korkarmış. Korkmakta ne kadar haklıymış ki o mavi sularda dünyaya gözünü yummuştu. Büyüdükçe babama benzediğimi söylerlerdi. Doğrusunu isterseniz ona benzemekten memnun olurdum. Hatta ilk çocukluk günlerimde babama yalnız yüz çizgilerimle değil, ruhen de benzemek için uykunun ve karanlığın düşmanı kalmaya kendi kendime söz verirdim. Öğretmen okulundaki öğrenim hayatımda da bu karara sadık kalmışımdır. Gece lambasının altına düşen yatağı bana vermesi için arkadaşlardan birine bir aylık harçlığımı vermişimdir. O zamanlar kız ve erkek öğrenciler arasında “bohçacı kadın” yerine geçen bir anket defterine:

Bu demdir tab’ımın devri melâli
Sever zulmetle ruhum hasbıhali

cevabını veren sıra arkadaşlarımla okuldan çıkıncaya dek dargın kaldım. Karanlığa ve geceye bir şeyler borçlu olmayan şair pek az bulunduğundan, bütün şairleri dünyanın en sevimsiz yaratıkları sayardım. Çocukluğumun bu gülünç kompleksleri bende ikinci bir huy haline geldiği zaman, annem sağ olsaydı, babam hakkında daha çok şeyler sorup öğrenmem kabil olacaktı. Ne yazık ki ben okulu bitirmeden annem hayatını tüketmişti. Aslında benzetişi beğenmemekte haklı olabilirsiniz. Bir yılan gibi kılıf değiştirmek insanlara mahsus bir şey değildir. Eğer bu mümkün olsaydı ilkin ben, artık tümüyle bir soyaçekim meselesi saydığım bu karanlıktan ve uykudan korkma ruh halinden kendimi silkip çıkarmayı başaracak, içimin genç aydınlığında birtakım kara lekeler peydahlanmasına ve o lekelerin günden güne çoğalarak ruhumu sonsuz bir karanlığa mahkûm etmesine izin vermeyecektim. Eğer bir yılanın kılıfını terk etmesi kabilinden bu korkuları soyunabilseydim, günün birinde İzmir’e gece yarısından iki saat sonra gelmeyi bir felaket saymayacak, herkes gibi sağlam adımlarla istasyonun satrançlı parkeleri üzerinde, gölgemi ayaklarımla çiğneyerek yürüyüp gidecektim. Parke taşlarında sönük ampullerle aydınlanan kare kare beyazlıklar, bana karanlık boşluk üzerine gerilmiş bir ağ etkisi yapmayacak, ayaklarımın altında onların sallandığını duymayacaktım.

Kabahat gene arkadaşımda idi. Eğer onun gelmeyeceğini bilmiş olsaydım, kalabalık dağılmazdan önce, onurumu ayaklar altına alarak yolculardan birinin yardımını isteyecek, ayaklarımın hasta olduğundan söz açacak, belki de koluna yaslanarak itile kakıla dışarı çıkabilecektim. Ne yazık ortalarda bir hamal bile yoktu. Doğrusu buranın hamallarına da kalbim kırılmıştı. Gece yarısını iki saat geçmiş olması para kazanmaya engel miydi? Bu kerte karnı tok hamallara, bir daha açlıklarından öleceklerini bilsem bir bavul bile taşıtmamaya karar veriyordum. Ama eğer onlardan birisi bu kararı verdiğim an karşıma çıksaydı, “Merhaba arkadaş!” diye teklifsizce koluna girerdim. Ben küçük bir kasabadan gelmiş demokrat bir adamdım. Onun koluna girmekle belki de ona bazı hazlar kazandıracaktım: Yarın hamal kahvesinde, “Akşam bir efendi ile kol kola gezdik!” diye övünecek, belki daha ileri giderek benim rakı paramı ödediğini ve umumhanede aynı kadınla sabahladığımızı söyleyecekti. Heyhat! İstasyonun dumanla kararmış çatıları altında bavulumla benden başka kimse yoktu. Uzaktan, kırmızı bir fenerle bir hat bekçisi geçti. Onu çağırıp yardımını rica edebilirdim. Ama geceleyin traverslerin yağdan siyahlaşmış taşları üzerinde, kırmızı ışığını önüne katarak dolaşmaktan korkmayan bekçi, beni gördüğü halde başını çevirmişti. Bana metelik vermeyen bu adam karşısında küçüldüğümü hissederek ona sesimi işittiremeyeceğimden korktum; ışıklı parkeler üzerinde, bir sarhoş gibi de olsa yürümeye karar verdim. Sendeleye sendeleye istasyonun dış kapısı önündeki büyük direğin altına geldiğim zaman, artık daha fazla yürüyecek iktidarım olmadığını anladım. İçim bir balon gibi boşalırken her yanımdan korku teri sızıyordu. Bavulumu yere bıraktım ve titrek ellerle terimi silmeye çalıştım. Bu geniş meydanlıkta ne baş döndürücü bir sessiz­lik vardı. Karşıdaki kahvelerin bütün camekânlarında meydanlığın elektrikleri garip parıltılar yapıyordu. Sema kapalı idi. Yeryüzü, gökyüzü, karanlığın kucağında erimişler; lambalar, hayal meyal fark edilen evler ve hepsinden çok ben, boşluktaymışız gibi sallanıyorduk. Bir köpek sesi işitemeyecek kadar dünyada yalnız olmanın ruha doldurduğu karanlık boşluğu bir kez daha tüm acılığıyla bu direğin altında duydum. Bunun için şehrin hamallarına ve beni beklemeyen arkadaşıma gücenmeye yerden göğe kadar hakkım vardı. Şu anda o, ihtimal çıplak bacağını yorganının üzerine atarak bütün vücudunu güvenle bıraktığı yatakta rahat bir uyku çekmekte idi. Ben bir direğin dibinde, sırtımda soğuk terler, bilmediğim bir şehrin karşısında titrerken onun bu kadar sakin yatabilmesi ne büyük hissizlikti. İhtimal yarın beni gördüğü zaman istasyona gelinceye kadar oradan ayrılmış olduğumu yeminlerle temin edecek, yahut hasta olduğunu söyleyecekti: ansızın depreşen bir gecelik bir mide rahatsızlığı… ve ben onun bu yanlarını bildiğim halde yapma bir üzüntü gösterecek, hatta rahatsızlığının geçmiş olmasından dolayı mutluluk duyduğumu hararetle anlatacaktım. Ne var ki bir otel yolu soracak kimseye rastlasaydım, gene de arkadaşımı bağışlayabilirdim. Otel sahiplerinin istasyonlara gönderdiği, başlarında otel adresleri yazılı şapkalarıyla “en rahat otel”i nezaketle tavsiye eden ama gerektiğinde bir tek müşteri için hamallar gibi barbarca dövüşen otel çığırtkanlarından nefret ederim. Ne var ki onlardan birini bulsaydım, isterse yatağın yıkanmamış yapağısından çıkan korkuyla sabahleyin baş ağrısından öleyim, gene onun “en rahat otel” sözüne inanarak peşi sıra gitmeye razı olacaktım. Otele geldiğimiz zaman da az önce titremekte olduğumu unutacak, otel defterine adresimi yazacak ve sonra bavulumu eline ala­rak bana yol gösteren hizmetçiye yirmi beş kuruş bahşiş vermeden önce, huyumu kendisine anlatacaktım. Ayaklarımı on beş dakika soğuk suda tutmadan ve iki bardak süt içmeden yatamazdım. Sabahları kapıyı vurmadan girmenin sinirlerimi bozacağını, bana kahvaltı için yüz gram kaymak ve iki dilim çavdar ekmeği getirmeleri gerektiğini anlatacaktım. O önümde aşırı bir eğilişle selam verip giderken onu tekrar çağıracak, bir şey söylemek ister gibi bir tavır takınacak, sonra tekrar bir şey olmadığını, gitmekte serbest olduğunu bildirecektim. Şüphesiz o beni artık… ilçesinden gelmiş zavallı bir adam sanmayacaktı ve otel kâtibine, nasılsa kendi otellerine uğramış kibar bir zengin beyden söz açacaktı. Ah o ilçe, o küçük kasaba, beni böylesine zavallı yapan orası değil miydi? Belki mayamda bozukluk vardı. Belki de ben gerçekten hasta yaratılmış bir adamdım. Ama hiç kuşkusuz beni hasta ve zavallı yapmakta o kasabanın büyük günahı vardı. Düşündükçe yalnız benim değil oraya gelen hükümet doktorunun da, savcının da, jandarma komutanının da az zaman sonra kabuk bağladıklarını ve bu kabuk içinde gizli bir derdin yumağını sardıklarını hatırlıyorum. Demek kasaba da suçluydu. Onun yıkık kalesinin dişleri arasında çok insanın yaşama hevesleri törpülenmişti. Oraya geldikleri zaman onlar da benim yaşımdaydılar, gelecekten umutla söz ediyorlardı. Doktor sıtmadan kırılan bu kasabada sivrisinek bırakmayacağına, savcı ve jandarma komutanı el ele vererek bütün çapulculukların önünü alacaklarına, kanunu ve nizamı her şeyden üstün tutacaklarına inanıyorlardı. Ne oldu sonra? Hükümet doktoru teşhisi iyi koyduğunu sanıyordu. Sıtmayla savaşmak için pirinç tarlalarından işe başlamakla hata ettiğini nereden bilecekti? Yazdı… Sayfalar dolusu, gören bir göz ve ağlayan bir yürekle yazdı. Nafile… Pirinç ekimine de, sivrisineklerin uçmasına da engel olamadı. Bir şikâyetin kasaba sınırındaki çeltik bataklıklarında saplanıp kalmaması için, il genel meclisi üyelerinden Osman Nuri’nin çeltik fabrikasındaki dizel motorundan daha güçlü olmak gerektiğini nereden bilsindi. Yukarıdakiler, bütün tahriratlara, “Kâfi miktarda kinin gönderilmiştir!” diye karşılık veriyorlardı. Daha ne lazımdı? Bunun manasını anladıktan sonra deli oldu. Küfürnameler yazdı. İstifaya kalktı. Tazminat istediler. O zaman hükümet doktoru boynunu eğdi. Bununla beraber bir zaman da kasabanın lokantasında rakı masası başında hükümeti eleştirdi. Günün birinde bundan da vazgeçti. Alaylı gözlerden kurtulmak için evine kapandı. Görünmez oldu. Gündüzleri sağlık memurları kinin dağıtırken o baş ağrısını bahane ederek dispanserin bir karyolasında yüzükoyun yatıyordu. Jandarma komutanı ile savcının hikâyeleri de buna benzer. Kanunun “yazılı bir metin” olduğunu anlamak için kayısı bağlarında yapılan cümbüşlerde hazır bulunmak gerektiğini okulda kimse onlara öğretmemişti. Jandarma komutanı, o bağların çeşnisine alışır gibi oldu ise de savcı oraya bir türlü ayak uyduramadı. Bir kitap merakıdır sardırdı. Sonraları savcının, arada sırada doktorun evinden sallanarak çıktığını da görmeye başladım. Ya benim programlarım? Hey zavallı projeler! “Beyaz zambaklar memleketi” benim kasabamı kıskanacaktı. Ve bu üstünlük benim eserim olacaktı. Okulun yıkık duvarına bir taş koyduramayan zavallı tüysüz delikanlının mumdan cenneti, mumya suratlı milli eğitim memurunun ve topal kaymakamın uğursuz ellerinde nasıl da eriyivermişti. Onlara her başvuruşumda sorumluluk, tahsisat ve “çizmeden yukarısı” karşıma dikiliyordu. Çocukların yetişmesinden ziyade sınıf geçmenin esas olduğunu okulda bize öğretmemişler. Bu dersi de sınav odasında, babası zengin bir öğrenci için iltimas istemeye gelen kaymakamın nutkundan öğrenecekmişim… Kısacası, benim etrafımda bir salyangoz kabuğu pıhtılaştı. Kale dibindeki han odasında, beş numaralı lambanın alevinde her gece eski benliğimin bir parçasını pervanelerle birlikte yaktım ve bu kabuk içine sığabildim. Beş yıl neleri kucağına almazmış meğer…

2

Ben bu anıları eşeleyerek korkuya karşı koymaya çalışırken, sol taraftan bir araba gürültüsü işitip sevinçten titredim. Biraz sonra fenerlerinde sarı ışıklar ürperen faytonun siluetini fark ettim. Hemen yolunu kestim. Arabacı söverek dizginlere asıldı, gecenin bu saatinde hortlak gibi hayvanların önüne çıktığım için Tanrı’nın bin türlü belasını üzerime savuran bir beddua okudu. Bütün lanetler üzerime olsun, ama beni gecenin üçünde, demiryolu idaresinin bıraktığı gibi sokakta bırakmamasını, arabasına almasını rica edecek durumda idim. Oysa bu küfrün hesabını yarın kendisinden soracak kadar ileri gittim. Eğer bu şehirde bir belediye varsa, arabacıların bu kadar cesur olmamaları gerektiğini söyledim. Arabacıların müşteriye nasıl davranmaları lazım geldiği konusunda ona ders vermeye kalktım. Nihayet arabaya binmek hakkım olduğunu, çünkü demiryolu idaresinin yolcularını saat ikide şehre indirirken belediyenin ve polisin görev başında olduğuna güvendiğini iddia ettim. Arabacı, müşteri üzerine müşteri almak âdetinde olmadığını küfürlerle belirterek kırbacını şaklattı.

….

Benzer İçerikler

Amin Maalouf – Doğunun Limanları (Roman Özeti)

yakutlu

Umut – Hayat Akan Bir Sudur | Ayşe Kulin

yakutlu

Kimsin Sen? | Miyase Sertbarut

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy