Fatih Sultan Mehmed, Midilli’yi fethedeli uzun yıllar olmamıştı. Türkleri kendilerine en büyük tehdit olarak gören Rodos Şövalyeleri mazlumlara zulmetmeye devam ediyordu. İşte bu şövalyelerin önderliğinde, zenginliğin ve gücün merkezi Akdeniz’i ele geçirmeye ant içmiş yeni bir Haçlı ittifakı Türk varlığını mavi sulardan silmeye kararlıydı.
Fatih’in yiğit askerlerinden Yakup Ağa’nın ele avuca sığmayan yaman oğlu Hızır, bu ittifaka karşı vatanını müdafaa etmek istiyordu, ama nasıl? İşlenmeyi bekleyen cevher misali, Hızır’ın ona yol gösterecek bir rehbere ihtiyacı vardı. Bu cevheri işleyecek olansa kim olduğu ve nereden geldiği bilinmeyen gizemli Derviş’ti. Ulvi bir amaç peşinde, tarihi değiştirecek bir sırra vakıftı… Ve bu sırrı sahibine aktaracağı günü beklemekteydi.
Peki… Hızır ile Derviş’in yolları nasıl kesişecek? Hızır, sırrın sahibi olmaya mahir olduğunu gösterebilecek mi? Derviş gerçekte kim? Cem Sultan’ın mirası Hızır’ın ve Derviş’in kaderinde nasıl bir rol oynayacak? Kitapları ve oyunculuğuyla Türkiye’de ve dünyada büyük ilgiyle takip edilen Bahadır Yenişehirlioğlu, Derviş’te ustalıklı bir kurgu ve etkileyici bir üslupla bambaşka bir tarih anlatısı sunuyor.
Rodos
30 Temmuz 1482
Rodos’a gidecek geminin kırmızı haçlarla kimlikleri belirlenmiş yelkenleri talimatı çoktan aldıklarından esen rüzgârla şişmeye başlamış, gemi suya yaslanmıştı bile. İşte tam o an, nesiller boyu hükümranlıklarının sürdüğü bu kutsal toprakları dünya gözüyle bir daha görüp göremeyeceğinden emin olmadığından hüzün içine koca hantal bir öküz gibi çökmüş, her yanını bir ürperti sarmıştı. Kader onu bilinmezliğin ortasına süpürse bile yüreğindeki umudu taze tutma telaşındaydı.
Lakin içindeki kuşkunun zihnini aç bir kurt gibi kemirmesine mâni olamıyordu. “Hata mı ediyorum yoksa…” diye geçirdi içinden. Yüzüne çarpan tuzlu, nemli yel onu kararından caydırmak için çırpınırken o karadan ayrılmıştı bile. Hristiyan inancına göre İsa Peygamber’in çektiği işkenceler günahlarımızın kefaretidir; insanın nefretinin ve zalimliğinin de bir işaretidir.
Her şey olup bittikten sonra çarmıha gerilmiş İsa’yı görmek için ağır adımlarla Golgota tepesine çıkan tedirgin insanlar, çarmıhın karşısına geçip başlarını göğe kaldırdıklarında gördükleri karşısında dehşete düşmüş; biçimi bozulmuş, insana benzer yanı kalmamış İsa için gözyaşı dökmüştü. Çektiği bedensel acılar korkunç olduğu halde ruhsal acılarıyla kıyaslanınca bir hiçti aslında. İşte Hristiyan inancına göre İsa Peygamber’in bütün insanları günahtan kurtarışını temsil eden haç, kan kırmızısı rengiyle yelkenlerin üzerinde dalgalanıyordu şimdi.
Yelkenlerin rüzgârda çıkardığı tok sesler bakışlarını o yöne çevirmesine neden oldu. Tıpkı korkulu gözlerle çarmıhtaki İsa’ya bakan zavallılar gibi yelkenlerin üzerindeki haçlara baktı. “Ne yaptım? Ya gerçekten Frenk Süleyman’ın dediği gibiyse?” Verdiği karar sadece kendisini etkilemeyecekti; nesiller boyu taze tutulacak bir acının, üzerine pek çok tevatürün eklenmesiyle, dilden dile dolaşmasına sebep olacaktı. Geleceğin belirsizliğine güvenmekten başka çare var mıydı? Bu bir ayrılığa yolculuktu. Varılacak hedef elbette tecrübe edilecekti. Yeniden dönüşün şanlı teşekkülü yok sayılamayacak kadar büyük ve kutsaldı.
Odisseus, ülkesi İthaka’dan Truva’ya gelip kentini on yıl süren zorlu savaşlardan ve hileli tuzaklardan sonra ele geçirip yeniden ülkesine dönmek için çok uzun sürecek, sonu belirsiz bir yolculuğa çıkmamış mıydı? Simurg, Feniks, Anka ve Garuda’da anlatılanlar binlerce yıldır ulaşılmaz sanılan hedefe ulaşmanın, durmaksızın ve mânilere aldırmaksızın ilerlemenin, insanın kendi gerçekliğine ulaşması gerçekliğinden başka neydi ki? Büyük Selçuklu Devleti’nin ikinci hükümdarı Sultan Muhammed Alparslan Anadolu’nun kapılarını ardına kadar açmak için çile çekmemiş miydi? Ne olursa olsun ayrılık acıydı.
Annesi Çiçek Hatun, evlatları Şehzade Oğuz Han, Şehzade Murad, Şehzade Abdullah, Ayşe Sultan ve Gevher Melike Sultan aklına düştü. Burnunun direği sızladı. Aklına düşenleri uzaklaştırmak ister gibi başını iki yana salladı. Zaman, bunları düşünecek zaman değildi. “Ne yapacaktım ki?” dedi kendi kendine. Karamani Mehmed Paşa’nın ölümüyle arzu ettiği hükümdarlığı elde edemeyince biraderine karşı asker toplamasa mıydı? Hem Bursa halkı yeniçerilerin İstanbul’daki edepsizliklerini duyduğu için kendisinden yana çıkmamış mıydı?
Ağabeyi Bayezid tarafından üzerine gönderilen kuvvetleri tepeledikten sonra durmak mümkün müydü? Değildi elbet. Tabii ki adına para kestirip hutbe okutacak, bu suretle hükümdarlığını ilan edecekti. Hem orta yol için elini uzatmamış mıydı? Büyük halası Selçuk Sultan başkanlığında biraderine bir heyet göndermemiş miydi? Osmanlı memleketlerinin ikiye taksimiyle kendisinin Anadolu’da, Bayezid’in Rumeli’de hükümdar olmasını teklif etmemiş miydi? Oysa ağabeyi ne yapmıştı? Derhal ordusunun başına geçerek Bursa üzerine yürümüştü. Evet, mağlup olmuştu. Lakin bu davada yılmak olmazdı. Gücünü toplamak için Eskişehir’e, oradan da yaralı olarak Konya’ya çekilmişti elbet.
Bütün eşyası ve hazineleri yağmalanmamış mıydı? Konya’ya gelip ailesini yanına aldıktan üç gün sonra Suriye’ye, oradan da Kahire’ye, Memlûk sultanının yanına gelmeseydi canından olmayacak mıydı? Davasını sürdürmekten başka ne yapabilirdi ki? Aksi mümkün değildi. Babasının vasiyetini hiçe sayamazdı. Bu, canına mal olsa da vazgeçmek korkaklık ve emanete ihanet etmek olurdu. “Gerçek vâris olarak başka türlü davranmamı nasıl bekleyebilirlerdi ki? Hele beni gerçek vâris olarak kabul eden onca devlet erkânı ve halk varken,” diye derin düşünceler içindeyken bakışlarından bile ne düşündüğünü anlamaya istidatlı Frenk Süleyman yanına yaklaşıp saygıyla eğildikten sonra, “Belli ki derin düşünceler sarmış dört bir yanınızı Sultanım,” diye seslendi.
Bu saatten sonra saklanacak bir vaziyet yoktu. Hem zehrini akıtmak anca dostla olur derdi büyükler. Bu sebeple lafa ortasından girerek, “Babam Fatih Sultan Mehmed hazırlattığı Kanunname’de sadece benden söz etmiş, ağamı anmamıştı bile. İşte beni veliaht tanıyanlar öncelikle bu esasa dayanırken ben ne yapacaktım? Kanunname’de, ‘Ve oğlum şehzadem edâmallahu ömrühu hüküm yazılmak lâzım geldikte böyle yazıla: Ferzend-i ercümend-i es’ad ü emced vâris-i mülk-i Süleymânî nûr-ı hadaka-i sultanî rüûsü’s-selâtîn sâhibü’lızzü vet-temkin mahz-ı lutfullahi’l-kirâm oğlum Cem Sultan edam Allahu bekah yazıla,’ demiyor mu?” diye pat diye soruverdi.
Ağabeyi Bayezid tarafından üzerine gönderilen kuvvetleri tepeledikten sonra durmak mümkün müydü? Değildi elbet. Tabii ki adına para kestirip hutbe okutacak, bu suretle hükümdarlığını ilan edecekti. Hem orta yol için elini uzatmamış mıydı? Büyük halası Selçuk Sultan başkanlığında biraderine bir heyet göndermemiş miydi? Osmanlı memleketlerinin ikiye taksimiyle kendisinin Anadolu’da, Bayezid’in Rumeli’de hükümdar olmasını teklif etmemiş miydi? Oysa ağabeyi ne yapmıştı? Derhal ordusunun başına geçerek Bursa üzerine yürümüştü. Evet, mağlup olmuştu. Lakin bu davada yılmak olmazdı. Gücünü toplamak için Eskişehir’e, oradan da yaralı olarak Konya’ya çekilmişti elbet.
Bütün eşyası ve hazineleri yağmalanmamış mıydı? Konya’ya gelip ailesini yanına aldıktan üç gün sonra Suriye’ye, oradan da Kahire’ye, Memlûk sultanının yanına gelmeseydi canından olmayacak mıydı? Davasını sürdürmekten başka ne yapabilirdi ki? Aksi mümkün değildi. Babasının vasiyetini hiçe sayamazdı. Bu, canına mal olsa da vazgeçmek korkaklık ve emanete ihanet etmek olurdu. “Gerçek vâris olarak başka türlü davranmamı nasıl bekleyebilirlerdi ki? Hele beni gerçek vâris olarak kabul eden onca devlet erkânı ve halk varken,” diye derin düşünceler içindeyken bakışlarından bile ne düşündüğünü anlamaya istidatlı Frenk Süleyman yanına yaklaşıp saygıyla eğildikten sonra, “Belli ki derin düşünceler sarmış dört bir yanınızı Sultanım,” diye seslendi. Bu saatten sonra saklanacak bir vaziyet yoktu. Hem zehrini akıtmak anca dostla olur derdi büyükler. Bu sebeple lafa ortasından girerek, “Babam Fatih Sultan Mehmed hazırlattığı Kanunname’de sadece benden söz etmiş, ağamı anmamıştı bile. İşte beni veliaht tanıyanlar öncelikle bu esasa dayanırken ben ne yapacaktım? Kanunname’de, ‘Ve oğlum şehzadem edâmallahu ömrühu hüküm yazılmak lâzım geldikte böyle yazıla: Ferzend-i ercümend-i es’ad ü emced vâris-i mülk-i Süleymânî nûr-ı hadaka-i sultanî rüûsü’s-selâtîn sâhibü’lızzü vet-temkin mahz-ı lutfullahi’l-kirâm oğlum Cem Sultan edam Allahu bekah yazıla,’ demiyor mu?” diye pat diye soruverdi.
“Siz daha iyisini bilirsiniz Sultanım,” diyerek başını önüne eğdi Frenk Süleyman. Lakin o ısrarcıydı, sözüne güvendiği birinden düşüncelerini teyit etmek istiyordu. Buna ihtiyacı vardı: “Söyle, senin fikrini almak isterim. Çekinme söyle.” Frenk Süleyman başını kaldırıp yeşil hareli gözleriyle sultanının gözlerinin içine baktı. Bakışlarında hem endişe hem de hüzün vardı. “Bana söz düşmez Sultanım. Meydan okuyan sözler söylemekten ar ederim.
Kılıçları havada savurma zamanı değildir. Rahat olup keyiflenecek zamansa hiç değildir,” diyerek konuyu usulca kapatmak istedi. “Israr ediyorum fikrini söyle,” diye onu omzundan kavrayıp gözlerinin içine baktı. Belli ki karşılık bekliyordu. “Sultanım, aciz fikrim odur ki, söylediğiniz cümlede kullanılan ‘vâris-i mülk-i Süleymânî’ kaydı, babanızın vârisliği size tahsis ettiğini gösterir. Lakin cellat ilmiği boynunuzdadır. Uğursuz fikirler harekete geçtiğinde kendimizi savunmaktan başka ne yapabiliriz ki? İnsan ileriyi daha iyi görmek, durumu anlamak, karar vermek, varlığını korumak ve tekrar saldırmak için kimi zaman geri çekilir. Bizler, yani geride duranlar yaşananları daha iyi değerlendirebiliriz. Kim bilir, belki de hatalı kararlar veririz. Doğrusunu Allah bilir.” Sultan, elini Süleyman’ın omzundan çekmişti. Haklılığının kesinleşmesini sağlamak için, “Babam taç ve tahtını ağam Bayezid’e değil, bana bıraktı. Beni Karaman gibi önemli bir vilayete tayin etti, Rodos Şövalyeleri’yle barış müzakerelerine beni memur eyledi. İşte bunlar niyetinin halis işaretleri,” dedi.
Sonra, “Peki neden yüreğim burkuluyor, vicdanım sızlıyor?” diye sordu. Güneş ufuk çizgisine doğru yavaş yavaş inerken hava gitgide kızıllaşıyordu. Frenk Süleyman’ın yüreği kızardı. Ufukta kümelenmiş bulutlara baktı. Uçan bir iki martının ardından gözlerini sultanına çevirdi. Fısıldar gibi, “Vatanınızda kalsaydınız ne olacaktı? Belki kardeşinizle anlaşırdınız. Lakin anlaşamadığınız takdirde muhtemel ki gazaba uğrayıp onun emriyle öldürülecektiniz. Kanınızın tadına varmak isteyen o kadar insan varken…” dedi. Bu esnada yüzünü acıyla buruşturdu.
“Tedirgin bir gönülle azgın dalgalara galip gelemezsiniz. Yakalamak istediğiniz balık oltadan kurtuldu, daldı derinlere. Şimdi akıl yem olmamakta Sultanım. Güneşin batıdan doğduğu vaki değil. Allah’ın dediği olacak elbet. Lakin bundan böyle kavi olmanız gerek. Unutmayın, Allah Bakara suresinde buyuruyor: ‘Allah’ın elçisi ve müminler, rabbinden ona indirilene iman ettiler. Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inandılar. Onun elçileri arasında ayırım yapamayız. Ve işittik, itaat ettik, bağışlamanı dileriz rabbimiz, gidiş sanadır,’ dediler.
Son ayette ise, ‘Allah hiçbir kimseyi, gücünün yetmediği bir şeyle yükümlü kılmaz; lehinde olanı da kendi kazandığıdır, aleyhinde olanı da kendi kazandığıdır. Rabbimiz! Unutur veya yanılırsak bizi cezalandırma! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme! Üstesinden gelemeyeceğimiz şeyleri boynumuza borç kılma! Bizi bağışla, ayıplarımızı ört ve bize rahmetinle muamele buyur! Sen bizim sahibimiz ve yardımcımızsın; artık inkârcı topluluğa karşı bize yardım et!’ buyurulur.” Frenk Süleyman’ın insana huzur veren sesiyle okuduğu ayetler Sultan’ın kalbini ferahlatmıştı. Bakışlarını engin denizden Süleyman’a çevirdi, ellerini avuçlarının içine aldı. “Acaba benim için şerefli bir son olacak mı?” Frenk Süleyman’ı dinlememekle zamanında büyük bir hata etmişti. Devletin en önemli temsilcileriyle bilgi ve becerileri sebebiyle iletişimde bulunmuş bu kıvırcık siyah saçlı, beyaz tenli, zayıf ve uzun adamı büyük bir umutla Saint-Jean Şövalyeleri’ne göndermişti. Bölgeyi ve oraların âdetlerini iyi bilirdi. Önden hazırlıkları tamamlayacaktı, buna inanmıştı.
Frenk Süleyman’la aralarında geçen konuşmayı hatırladı: “Ben gitmememiz gerektiğine inanıyorum Sultanım. İçimde tarif edemediğim kötü bir his var. Emin olamıyorum lakin bakışlarındaki o tekinsiz hali iyi biliyorum. Niyetlerini gizliyorlar. Bu insanlara güvenmemeniz daha doğru olur. Bu soysuzları iyi bilirim. Ne yeminlerine ne de verdikleri teminatlara inanırım. Kalbim mutmain değil. Gitmeyelim. Bunlar Kudüs’te hasta, yaralı ve yoksul hacılara yardım etmek amacıyla kurulan o kuruluş değil artık. Babanızın Akdeniz ve bunlar üzerindeki emellerini biliyorsunuz. Onlar da çok iyi biliyorlar. Rodos’u Akdeniz ticaret yolu üzerinde önemli bir noktaya getirdiler. Lakin bunlar korsan. Adayı Haçlı askerleri için bir üs haline getirdiler.
Coğrafi ve siyasi konumu nedeniyle babanız burayı fethetmek istedi. Bunu çok iyi biliyorsunuz. İran tarafına gitmemizde ısrar ediyorum. Düşmana bu aşamada bir adım bile yaklaşmamamız gerek. Bu adamların kılıçları kınından çıkmaya korksa bile kafalarında tilki gibi sinsi fikirler dolaşır. Bu da kılıçlarından daha beterdir. Fırsatını bulduklarında komşu kanı dökmekten ar etmezler.” “Bu konuyu daha önce mütalaa ettik. Haklısın, benim gönlümden de Akkoyunlu bölgesine gitmek geçiyordu. Bunun daha doğru olacağını düşünüyordum. Kasım Bey son derece haklı, İran’a ve Şam bölgesine geçmem doğru değil. Kaygılarını anlıyorum. Evet, ben de bu adamlara tam manasıyla güvenmiyorum.
Ama unutma, babamın emriyle evvelden Rodos’la alakalı aldığım görevlerden dolayı onları tanıyorum. Kuracakları oyunları bertaraf etmek mümkün. Sen gereğini yerine getir.” Frenk Süleyman bu sözler üzerine yalvaran bir ifadeyle, “Kasım Bey’in gizli maksatları var. Eğer Rumeli’ye geçerseniz kendi bölgesi Karaman civarında yoğunlaşan çatışma ve ilgi Rumeli’ye kayacak, bu sayede o da İç Anadolu’da rahatça at koşturacak. Bunu göz ardı etmemenizi dilerim,” diyerek onu uyarmıştı.
Sultan kendine çok güveniyordu ama unuttuğu bir şey vardı: Babası II. Mehmed’in vefatının ardından arkasında onun gibi bir güç kalmamıştı. Karamanoğlu’yla beraber aldığı karar gereği Rumeli’ye geçip orada kendine taraftar toplayacağına inanıyordu. Böyle olacakmış demek ki. Teminatlarına inanmak belki de işine gelmişti. İnanmak istemişti. Ayas Bey, Celal Bey, Sinan Bey, Şirmerd Ağa, Şadi Bey ve diğer adamlarıyla gemiye adım attığında akıbeti belli olmuştu aslında. Ne acıdır ki o bunu bilmiyordu. Don Alvaro adlı tarikat gemisinin güvertesinde bu konuşmalar yapıladursun, tarikatın Tresor adlı büyük gemisi uzakta görünmüştü.
Bir müddet sonra Tresor’dan Don Alvaro’ya geçen şövalyeler Sultan’ın önünde saygıyla eğilip içinde Tarikat Meclisince yazılan mektupların olduğu bir paketi ona saygıyla teslim ettiler. Artık dönüşü olmayan bir yoldaydı. Frenk Süleyman daha önce yaptığı uyarılara rağmen sultanına cesaret vermek ve onun içine girdiği bu bilinmezde güçlü görünmesini sağlamak istiyordu: “Bu karanlık ve bilinmez sorularla niyetinizi karartmayın Sultanım. Yay çoktan gerildi. Bundan sonrasına bakmak gerek. Geri dönme imkânımız yok artık. Bundan gayrı kim olduklarını, hakkınızda ne gibi duygular beslediklerini az çok tahmin ettiğim bağnaz, kindar ve kibirli şövalyelere dikkat edelim. Temkini elden bırakmayalım.
Mevlam darda koymayacak elbet. Sizin ya da ağanızın başa geçmesini umanlar kendi iktidarlarını da kurmak derdindeler. Bu savaşın çetin geçmesinin asıl sebebi bu. Kördüğüm haline getirildikçe taraflar kendilerine daha kolay alan bulacaklar. Herkes törende süslü entarilerini giyip külahlarını, sarıklarını sarıp kurmayı umdukları makamlarının derdinde. Artık bunları düşünmeyin. Biz her daim genç kalmak zorundayız. Ancak iman hakikatleri insanı dinç tutar. En büyük belalarda, en büyük dertlerde hep şöyle demez miyiz: Nusret Allah’tandır ve muhakkak gelecektir.
Biz ölüm anında bile Allahımız meleğini göndererek bizleri muhatap kıldığı için, O’nunla yakınlık kurduğumuz için sevinenlerdeniz. Biz O’nun için sever; dinimiz için yaşar, harp ederiz. Düşmanlarımızla Allah’ın emirlerine karşı oldukları için mücadele ederiz. Bizim her şeyimiz dinimizken nasıl olur da O’nun bizi güçlendireceğinden umudumuzu keseriz? Allah bizleri önce yolundan, ardından onunla amel edebilme yolundan ayırmasın.” Sultan uzun uzun Frenk Süleyman’ın yüzüne baktı: “Sana ne diye hâlâ Frenk Süleyman derler ki? Anadan doğma bir Hristiyan olarak bu noktaya gelebilmeyi Allah her kuluna nasip etmez. Sen nasipli olanlardansın.
Allah senden razı olsun.” Venedikli bir anne ve babadan olma, sonrasında İslam’ı seçerek Osmanlı topraklarında yaşamaya başlamış Frenk Süleyman ar edip başını önüne eğdi. Sultan son sözünü söylerken boğazına bir yumru oturmuştu. Gözyaşlarını ondan saklamak için hürmetle eğilip bir iki adım attıktan sonra hızla uzaklaştı.
Sabaha karşı düşünürken uzaktan surlarını gördüğü küçük kalenin sonunu hazırlayan zindana dönüşeceğini ve köle pazarlarında satılan kölelerden bir farkının kalmayacağını aklının ucundan bile geçirmiyordu. Durdu ve bulunduğu yerden kaleye baktı. Hava açıktı, martıların sesi etrafta yankılanıyordu. Kale adeta doğal bir kayalık gibi görünüyordu. İnsan mahsulü kulesini fark etmese bunun bir kale olduğunu bile anlamayacaktı. İçini bir umut kapladı. Neticede topraklarını terk etse bile adına para basılmış, hutbe okutulmuş bir padişahtı.
Kendini padişah ilan etmişti etmesine de hesaba katmadığı o kadar çok şey vardı ki… Rodos’a vardıklarında özenle hazırlanmış iskelede denize uzanan tahta köprü dikkatini çekmişti. Bu bir anlamda gururunu okşamıştı; büyük devlet adamları onu bekliyorlardı. Lakin kendisini karşılayan heyette Büyük Üstat olarak bilinen Pierre d’Aubusson’un olmaması dikkatini çekmişti. Memurlar ayaklarına kapanmışlardı, kalelerden atılan topların sesi adanın dört bir yanında yankılanıyordu. Çocuklar adeta öteki dünyadan kendilerini kutsamaya gelmiş bir sultanı görme telaşıyla birbirlerinin omuzlarının üzerinden itiş kakış bu ana şahit olmaya çalışıyorlardı.
Karşılama heyetinin başındaki dar omuzlu, çenesini göğsüne gömmüş şövalye bir iskelet gibi duruyordu. Geriye taranmış koyu renk yağlı saçı, alnının darlığını hepten ortaya çıkarmıştı. Kaşlarıyla saçının arası iki parmak kadardı. Kurum gibi siyah gözlerini olabildiğince sert bir ifadeyle donatmıştı, buranın hâkimi benim der gibi bakıyordu. Eğilip selam verdi: “Hoş geldiniz ekselansları. Siz, firari olsanız bile, zulme uğramış ve hakları gasp edilmiş bir hükümdarsınız ve her zaman hatırlanacağı gibi Cem Sultan’sınız. Sizi hürmete layık bir prens olduğunuz için karşıladık. Düşmanımız sayılmazsınız. Her ne kadar bizden öldüresiye nefret eden Muhammed’in oğlu olsanız da Büyük Üstat’ın muamelesi insanidir. Babanız bize elinden gelen her şeyi yaptı. Bizse ona gerektiği gibi karşı koyduk ve sonunda muzaffer olduk.
Bu, asırlar sonra bile anlatılacaktır. Rodos Şövalyeleri saldıranları yenmişlerdir ama kendilerine sığınanları her zaman insanca muameleye tabi tutmuş ve korumuşlardır.” Sultan bu sözler üzerine Frenk Süleyman’ın tedirgin yüzüne baktı. Süleyman başını önüne eğdi. Diğer adamlarıysa Süleyman’ın aksine rahatlamışlardı. Yollar çiçeklerle donatılmış, duvarlar altın sırmalı ipek bayraklarla süslenmişti. Halk sokaklara taşmıştı, balkonlar ve pencereler bellerine kadar sarkmış kadınlarla doluydu. Pencereden kafa uzatacak yer bulamayanlarsa taburelere çıkıp pencereden sarkan ev halkının ardından olan biteni seyretmeye çabalıyordu.
…