Deve Gözü | Cengiz Aytmatov


Eserleriyle dünya edebiyatında en fazla tanınan yazarlardan olan Cengiz Aytmatov, bu kısa hikâyesinde her zamanki berrak ve sade üslûbunu bu defa tabiat tasvirleri için kullanmıştır. Onun eserlerini okurken, tasvir ettiği yerlere ayak basmış, o yerleri karış karış gezmiş gibi hissedersiniz. Deve Gözü isimli bu hikâye de işte o eserlerden biridir. Aytmatov’un halk ile aydınlar arasındaki çatışmaya da yer verdiği bu hikâyesi, kısalığına rağmen okuyucuda iz bırakır. Bunda hikâyenin muhtevası kadar Aytmatov’un üslubunun da tesiri olduğu muhakkaktır.

Kaynaktan kovayı ancak yarıya kadar doldurabilmiştim ki, bozkırdan, bangır bangır bir ses geldi kulağıma: “Hey üniversiteli, şimdi gelir yüzünü gözünü patlatırım ha!” Nefesimi tutup iyice kulak kabarttım. Adım Kemal’ di ve hep öyle çağırırlardı. Ama burada “Üniversiteli” takma adını vermişlerdi bana. Tahmin etmiştim: Tarlanın tâ öbür ucunda traktör sesini kesmiş, içinden kargışlar okur gibi bekliyordu.

Traktörün sürücüsü de, yüzümü gözümü patlatacağını söyleyen Abakir idi. Her zaman yaptığı gibi bağırıp çağırıyor, küfürler savuruyordu. Bazen yumruklarını sıkıp üzerime yürüdüğü de olurdu. İki traktör vardı ve ben bir kişiydim. Tek atın çektiği bir araba ile onların bütün ihtiyacını ben karşılardım. Su, yakıt, yağ ve daha birçok şeyi ben taşırdım. Üstelik buralardaki tek kaynaktan traktörler her gün biraz daha uzaklaşıyorlardı. Yalnız kaynaktan değil, yakıt deposunun bulunduğu konak yerinden de… Konak yerini değiştirmeyi düşündük ama konağın kaynaktan uzak olması hiç iyi değildi.

Abakir gibi bir adama bunu nasıl anlatırsınız? Onun ağzından “Çeneni patlatırım ha! Senin gibi sümüklü bir üniversiteli yüzünden vakit kaybetmeye hiç niyetim yok benim anlaşıldı mı!” demekten başka lâf çıkmazdı. Oysa ben üniversiteli de değildim. Bir fakülteye gitmeyi düşünmemiştim bile. Orta dereceli okulu bitirir bitirmez, çalışmak için Anarkay’a gelmiştim. Buraya gelmeden önce yapılan toplantıda bize “Bakir toprakların fatihleri, yeni bölgelerin kahraman öncüleri” olduğumuzu söylemişlerdi. Başlangıçta benim adım sanım bu idi işte. Ya şimdi? Söylemeye utanıyorum: Bir üniversiteli! Abakir’in uydurmasıydı bu. Aslında suç biraz da benim. Düşündüklerimi kendime saklamasını bilmiyor, aklımdan geçenleri bir çocuk gibi hep yüksek sesle söylüyorum. Bu yüzden de benimle alay ediyorlardı. Asıl suçun tarih öğretmenimiz Aldiyarov’ da olduğunu ne bilsinlerdi onlar? Aldiyarov bir etnograftı.

Onu can kulağımla dinlemiş, söylediklerine önem vermiştim ve şimdi de bunun cezasını çekiyordum. Su fıçısını ağzına kadar dolduramadan yola koyuldum. Aslında yol-mol yoktu buralarda. Arabayla gide gele yolu ben açmıştım. Traktör, uzayıp giden kara tarlanın tâ öbür ucunda duruyordu. Abakir de üzerinde, sürücü yerindeydi. Yumruklarını sallayarak küfürler kusmaya devam ediyordu.

Çalkalanan fıçıdan dökülen suların sırtımı sırılsıklam ıslatmasına aldırmadan hızla sürüyordum arabayı. Burada çalışmam için beni bir zorlayan olmamış, kendi isteğimle gelmiştim. Öbür arkadaşlar Kazakistan’a, gazetelerin yazdığı gibi “gerçek bakir topraklara” gitmişlerdi. Anarkay’a yalnız ben gelmiştim. Bu işlenmemiş toprakları ekime açmak için yapılan ilk çalışmaydı. Ama bu çalışmayı, hepsi hepsi iki traktörle yapıyorduk. Geçen yıl, tarım uzmanı ve bizim şefimiz olan Sorokin, burada, avuç içi kadar küçük bir yere, kurak arazide yetişen arpa ekerek bir deneme yapmış ve iyi sonuç almış. Bundan sonra da aynı sonuç alınırsa, bozkırın yem sorunu kökünden halledilirmiş. Yine de pek güvenilmezdi bu topraklara. Anarkay bozkırında yazın öyle sıcaklar olurdu ki kaktüs cinsinden taşdikenler bile kuruyup giderdi.

Kolhozlar, kışı geçirmeleri için sonbaharda sürülerini buraya getirirler, ama ekin ekmeye cesaret edemez, karar veremez, bu işi önce başkalarının denemesini, onların alacağı sonucu beklerlerdi. İşte bu yüzden burada çalışan bizler, iki elin parmaklarıyla sayılacak kadar azdık. İki traktör sürücüsü, iki pullukçu, su taşıyıcısı olan ben ve bir de tarım uzmanı Sorokin. Bakir toprakları fethedecek kahraman ordunun sayısı bundan ibaretti işte! Bizim burada ne yaptığımızı bilen belki bir kişi bile yoktu çevrede. Bizim de dünyada olup bitenlerden haberimiz yoktu. Bütün bildiklerimiz, ara sıra Sorokin’den duyduğumuz haberlerdi.

Sorokin atıyla sık sık çobanların konakladığı mezraya gider, telsizle amirlerine bilgi verir, burada çektiğimiz sıkıntıları anlatırdı onlara. Oysa, ben ne diyordum kendi kendime: Hey gidi bakir topraklar! Uçsuz bucaksız el değmemiş engin ovalar! Bu coşkuyu veren hep o tarih öğretmenimiz Aldiyarov idi. Bakın nasıl anlatmıştı bize Anarkay bozkırını: “… Yüzyıllardan beri el sürülmemiş Anarkay bozkırı. Kurday yaylasından başlar, tâ Balkaş gölünün sazlı, makili kıyılarına kadar uzanır. Baştanbaşa pelin otlarıyla kaplıdır. Yazılanlara, anlatılanlara göre, buraya dalan sürüler, hiçbir iz bırakmadan kaybolup giderlermiş.

Uzun yıllar yabani at sürüleri dolaşmış durmuş oralarda. Anarkay, geçmiş çağların sessiz tanığı, büyük savaşların meydanı, göçebe oymakların anayurdudur. Günümüzde Anarkay bozkırı hayvancılık için çok elverişli, zengin bir bölge olmaya hazırdır…” Anarkay konusunda öğretmenimizin bu coşkulu konuşması uzar giderdi O zamanlar, haritada avuç içi kadar büyük görünen Anarkay ovasına bakmak çok hoş bir şeydi. Ya şimdi? Bu döküntü su arabasını sabahtan akşama kadar her tarafa ürüklüyordum.

Akşam olunca atın koşumlarını güçlükle çözüyor, buraya kamyonla getirilmiş sıkıştırılmış ottan yiyebileceği kadarını önüne koyuyordum. Sonra da aşçı kadın Aldey’in verdiği yemeği iştahsız iştahsız atıştırıyor, çadırdaki yatağıma uzanıyor, yatar yatmaz da taş gibi uyuyordum. Anarkay bozkırının pelin otlarıyla dolu olduğu doğruydu. İnsan saatlerce dolaşsa doyamazdı o güzelliğe. Ama vakit nerde? Bütün bunlara bir diyeceğim yok. Ama şu Abakir’in benden niçin hoşlanmadığını, benden niçin nefret ettiğini, niçin kızdığını bir türlü anlayamıyordum. Beni burada bekleyen şeyin ne olduğunu nereden bilebilirdim? Aslında karşılaşacağım bütün güçlüklere hazırlamıştım kendimi. Buraya bir konuk olarak vakit geçirmek için değil, çalışmak için gelmiştim.

Ama, karşılaşacağım, birlikte çalışacağım insanların ne menem kişiler olacağını hiç düşünmemiştim. Ee, ne yaparsınız, insanlar her yerde insandılar işte!… Buraya tam kırk sekiz saatte kamyonla gelmiştim. Bu kamyonun arkasına dört tekerlekli su arabasını da bağlamıştık. Beni hayal kırıklığına uğratacak, günlerimi zehir edecek şeyin bu araba olacağını nereden bilecektim! Aslında ben buraya pullukçu olarak gelmiştim. Kendi kendime: “Bahar boyunca traktörün yanında çalışır, onu çalıştırmasını öğrenir, sonra ben de bir traktör sürücüsü olurum” diyordum. Merkezde de böyle söylemişlerdi zaten. Anarkay’a işte bu umutla gelmiştim. Gelince gördüm ki takımın pullukçusu varmış, öyleyse bana su taşıma işi kalıyormuş, güya onun için gönderilmişim. Tabii bu durum karşısında istersem işi kabul etmez, geri dönebilirdim.

O güne kadar ne at koşmuş, ne araba sürmüştüm. Başka bir işde de çalışmış değildim. Yalnız haftada bir gün, cumartesi günleri, şeker fabrikasında çalışan anneme yardım ederdim. Babam savaşta ölmüştü ve onu hiç hatırlamıyordum. İşte bunun için bağımsız olmaya, kendi hayatımı kendim kazanmaya kararlıydım. Yine de işe başlamadan önce dönsem iyi olacaktı ama, buna cesaret edemedim.

Dönsem, arkadaşlar bana iyi gözle bakmayacak, dedikoduya sebep olacaktım. Öte yandan, doktor olmamı istediği için annem de gitmeme razı olmamıştı ama ben direnmiş, sonunda onu razı etmiştim. Bir şeyler yapacağımı, başaracağımı, anneme de yardımcı olacağımı söylüyordum kendi kendime. Kısacası buraya gelmeyi, hem de bir an önce gelmeyi, ben istemiştim. Hemen geri dönecek olsam insanların yüzüne nasıl bakacaktım. Çaresiz su taşımacılığını kabul ettim. Bununla beraber, daha su arabasının başına geçmeden başlamıştı aksilikler.

Buraya ulaştığımız gün, kamyonun arkasında ayağa kalkmış, çevreye, uzaklara hayran hayran bakarak bağırmıştım: “İşte eski çağların, efsanelerin yaylası Anarkay!” Kamyon, belli belirsiz bir yola saptı. Bu sözde yol, yeşermeye başlamış vadilerin, tepeciklerin arasından, uzaktaki hafif mavimsi bir sis perdesine doğru uzanıp gidiyordu. Topraktan, henüz erimiş karların kokusuyla, yeni yeni yeşeren pelinlerin acı kokusu Anarkay ovasını doldurmuştu bile. Boz renkli pelin filizleri geçen yıldan kuruyup kalmış köklerinden çıkıyorlardı yine. Rüzgâr, bu uçsuz bucaksız bozkırın, pırıl pırıl ilkbahar havasının çın çın sesini getiriyordu. Önümüzde uzayıp giden yoldan, alçak tepelerin yanından bayırları aşa aşa gidiyorduk. Her bayırdan sonra ve her tepenin arkasında yeni bir görünümle çıkıyordu Anarkay karşımıza.

Benzer İçerikler

Canavar Peşinde – Karanlıklar Diyarı Serisi (18. Kitap) – Akrep Adam İğne

yakutlu

Çilekli Dondurma

yakutlu

Ece ile Yüce – 2 | Gülten Dayıoğlu

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy