Dikkatin Anatomisi: Odaklanmayı ve Verimliliği Yeniden Keşfetmek | Gloria Mark


Başka yöne odaklanmadan önce, herhangi bir ekranda ortalama –ve yalnızca– 47 saniye geçiriyoruz. Dikkatimiz dağıldığında ise göreve yeniden odaklanmamız tam 25 dakika alıyor. Üstelik en büyük dikkat dağıtıcımız başkaları değil, biziz.

Dikkat dağınıklığı ve çoklugörevler konusunda uzman psikolog Gloria Mark, Dikkatin Anatomisi’nde teknolojinin dikkatimizi nasıl etkilediğine dair onlarca yıldır sürdürdüğü araştırmalarının şaşırtıcı sonuçlarını ortaya koyuyor. Mark, bilgiye hemen erişme fırsatıyla sarhoş olduğumuz bu yeni çağda, bildiğimizi sandığımız şeylerin ne kadarının yanlış olduğunu gösteriyor.

Daha önce ideal odaklanma hâli olarak kabul edilen “akış” kavramının ötesine geçen çalışma, beynimizin dijital çağda nasıl çalıştığını açıklayan yeni bir bakış açısı sunuyor. Dikkatin Anatomisi, yalnızca eğitim ve iş hayatında daha başarılı olmak için değil, günlük yaşamda sağlığı ve zindeliği koruyarak kontrolü ele almak için de vazgeçilmez bir rehber.

Bilgisayar kullanımındaki gelişimler ve bilgisayarları, akıllı telefonları ve interneti aşırı benimsememizle birlikte, teknolojiyle günlük ilişkimiz hızlı bir değişime uğradı ve bu, özellikle dikkat davranışlarımızdaki değişikliklerde kendini gösterdi. Artık çoğu insan, uyanık olduğu vakti (gece yarısı uyandıkları zamanlar da dahil) dijital cihazlarına bakarak geçiriyor. Odaklanma kabiliyetimizi etkileyen ve bize kendimizi oldukça bitkin hissettiren cihazlarımızı kullanma şeklimizin bununla nasıl bir ilgisi var?

İÇİNDEKİLER
GİRİŞ, DIKKATLE İLGILI EFSANELERI YIKMAK……………………….7
I. KISIM
DIKKATIN ANATOMISI
1 Sınırlı Bilişsel Kaynaklarınız …………………………………………………… 27
2 Dikkatiniz İçin Verilen Savaş………………………………………………….. 45
3 Dikkat Çeşitleri………………………………………………………………………… 63
4 Neden, Nasıl ve Ne Kadar Çoklu Görev Yapıyoruz?…………….. 87
5 Sürekli Kesintinin Sonuçları ………………………………………………… 115
II. KISIM
DIKKAT DAĞINIKLIĞININ ALTINDA YATAN ETKILER
6 İnternetin Yükselişi ve Odağın Düşüşü……………………………….139
7 Yapay Zekâ (AI) ve Algoritmalar Düşüncelerinizi
Nasıl Etkiliyor?………………………………………………………………………..157
8 Dijital Sosyal Dünyamız………………………………………………………..177
9 Kişilik ve Özdüzenleme …………………………………………………………197
10 Mutluluk ve Cihazlarımız ………………………………………………………217
11 Medya Dikkatimizi Nasıl Şartlandırır? …………………………………237
III. KISIM
ODAKLANMA, RITIM VE DENGE
12 Özgür İrade, Eylemlilik ve Dikkatimiz…………………………………..261
13 Odaklanma, Ritim ve Dengeye Ulaşmak…………………………….279
14 Dikkatin Geleceği …………………………………………………………………..305
TEŞEKKÜR ……………………………………………………………………………..321
SON NOTLAR…………………………………………………………………………325

GİRİŞ
Dikkatle İlgili
Efsaneleri Yıkmak

Uygarlığımızın zirvede olduğunu düşünüyoruz ancak henüz gökte sabahyıldızını izleyip bir horoz ötüşü duyduğumuz vakitteyiz.
—Ralph Waldo Emerson

Günün başında dizüstü bilgisayarınızı açtığınızı hayat edin. Anında şiddetli bir e-posta seliyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Onlara şöyle bir göz gezdiriyor; her birinin biraz daha fazla çaba, bazılarınınsa düşünmeyi gerektirdiğini fark edip cevap yazmaya başlıyorsunuz. Daha sonra bugün bitirmek zorunda olduğunuz projeye dönüyor, birkaç telefon görüşmesi yapıyorsunuz derken müdürünüzden e-posta aldığınıza dair bildirim geliyor. İşinizin başında olduğunuzu dolaylı şekilde göstermek için e-postayı havada kapıyorsunuz. Fakat hemen ardından takviminiz size bir sonraki Zoom toplantınızı hatırlatıyor. Saat yalnızca on olsa da yorgun hissetmeye başladınız bile. Öğlen üç sularında son teslim tarihi yaklaşan projeyi düşünmeye çabalıyorsunuz. Üzerinde çalışmaya başlıyorsunuz ama nafile, odaklanmakta zorlandığınızı ve hata üzerine hata yaptığınızı fark ediyorsunuz.

Yahut bugün için planınız vergilerinizle ilgilenmek belki. Ama önce bir Facebook’u kontrol ediyor, kendinizi bir arkadaşınızın paylaşımında takılı kalmış hâlde buluyorsunuz. Bu ilgi çekici videonun bağlantısı sizi YouTube’a götürüyor, derken kenar çubuğunda önerilen videoları fark ediyor ve diğerlerini de izleme batağına düşüyorsunuz. YouTube’dan paçayı sıyırıp vergilere dönmeyi düşünüyorsunuz ama evinizdeki tadilat için ustayı aramanız gerektiği aklınıza geliyor. Gelen kutunuza girdiğinizde halletmeniz gereken diğer e-postaları görüyorsunuz. Üç saat geçip gidiveriyor ve artık vergilerle uğraşacak ne enerjiniz ne de hevesiniz var. Uyanık olduğumuz saatlerin çoğunda, bilgisayar ve telefonlarımızla bozulamaz bir bağ geliştirdik. Telefonunuza yeni mesaj geldiğini bildiren sesi duymazdan gelemiyorsunuz. Akıllı telefonların yaygınlığı ve internet erişilebilirliği, 7/24 ulaşılabilir olmamıza dair beklentiyle hem iş hem de özel hayatın normlarını değiştirdi. Bu, gecenin bir yarısı uyanıp e-posta ve mesajlarına bakmak için telefonlarını kontrol ettiğini bildiren insanlar için gayet olağan. Araştırmalarım sırasında bunu çok kez duydum. Telefonundan bir an olsun kopmayı deneyen bireyler, bunun bedelini haberlere ve mesajlara yetişemeyip ayak uyduramamakla ödüyor. Rekabetçi çalışma dünyamız ile birbirine bağlı sosyal ilişki ağımız arasında, kimse işin dışında kalmayı göze alamaz.

Bilgisayar kullanımının yükselişiyle birlikte dikkatimizi değişik uygulamalar, ekranlar ve cihazlar arasında değiştirdiğimiz yeni bir davranış türü ortaya çıktı. Araştırmacı biliminsanı olarak, cihazlarımıza daha bağımlı hâle geldiğimiz son yirmi yılda bu dikkat değiştirme modelini ve bununla birlikte stres ile bitkinlik artışını izleyebildiğim (ve deneysel olarak takip edebildiğim) için şanslıyım. Basitçe söylemek gerekirse, kişisel teknolojileri kullanış biçimlerimiz dikkat verme yeteneğimizi etkiliyor. Son yirmi yılda, insan zihinlerinin toplu olarak bilgiye nasıl odaklandıkları konusunda çarpıcı bir değişim geçirdiğini gözlemledim. Aynı zamanda stresin dikkat değişimiyle ne kadar ilintili olduğunu da gördüm: Dünya Sağlık Örgütü (WHO) stresi yirmi birinci yüzyılın sağlık salgını olarak tanımladığı için bunu ciddiye almalıyız.1 Bu satırları kaleme aldığım sırada dünya bir pandemiyle mücadele ediyordu, insanlar cihazlarıyla hiç olmadığı kadar çok vakit geçiriyor ve stres seviyesi iyiden iyiye artıyordu. Ben eğitimli bir psikoloğum fakat neredeyse olmayacaktım. Mikrobiyolog Louis Pasteur bir yazısında “Şans, hazırlıklı zihinlerden yanadır,” der; benim de bu alana girişim, şansın ve fırsatlara açık bir zihnin eseriydi. İşin aslı, kariyer yoluma sanatçı olarak başlamıştım ve başka bir şey yapacağımı hiç düşünmemiştim. Cleveland Institute of Art’ta resim ve çizim üzerine uzmanlaştığım Güzel Sanatlar Bölümü’nde okudum. Kendimi soyut dışavurumculuğa oldukça kaptırmıştım; öyle ki o yıllarda resim yaparken tuttuğum notları okuduğumda anlam veremiyordum. Yazılanlar biliminsanı olarak sahip olduğum mevcut bakış açısı için fazla soyuttu.

Mezun olduktan sonra British Arts Council’a üye oldum ve duvar resimleri yapmak için Londra’ya gittim. Fakat o sene, bir sanatçı olarak geçinmenin ne kadar zor olduğu gerçeğiyle yüzleştim. Ayrıca henüz mezun olmuş yetenekli bir sanatçının da geçinebilmek amacıyla diş hekimi asistanı olmak için (iyi bir meslek ama yıllarca sanat eğitimi gerektirmiyor) yeniden okumaya başladığını öğrenmiştim. Tanıdığım başka bir sanatçının da asansör operatörü olarak çalıştığını duymuştum. Kendini sanatlarına adamış bazı insanlar tutkularını desteklemek için sevmedikleri bir işte günde sekiz saat çalışmaya gönüllü olurken ben bu hayatın bana göre olmadığını çabucak anlamıştım. Neyse ki matematiğim iyiydi ve bu beceriyi kullanarak geçinmenin çok daha kolay olduğunu biliyordum. Böylece Michigan Üniversitesi’nde İstatistik alanında yüksek lisans yapmaya başladım ki bu da psikoloji ve bilgisayar kullanımı okumamın önünü açtı. Ama o zamanlar sadece çalışmam gerekiyordu ve bu nedenle bir bilişimbilimci olan Manfred Kochen’nin yanında araştırma görevlisi pozisyonu için başvurdum. İş görüşmesi için ofisine gittiğimde Dr. Kochen bana şunları sordu: Kodlama yapabiliyor muyum? (hayır); Bulanık küme kuramını biliyor muyum? (hayır); Ağ teorisini biliyor muyum? (hayır). Sırt çantamı alıp ofisinden çıkmaya hazırlandım. Tam ayrılırken Dr. Kochen, “Ee, ne yapabilirsin peki?” diye seslendi. Ona döndüm ve resim yapabileceğimi söyledim. Geri dönüp oturmamı söyledi. Dr. Kochen bana Massachusetts Institute of Technology (MIT)’de matematik alanında doktora yapmadan evvel New York’taki Art Students League’den dersler aldığını söyledi. Sonrasında iki saat daha sanat üzerine konuştuk. Nihayet, “Keşif sürecini incelemek için burs veriyorum. Bu konuda çalışabilir misin?” Gençliğin küstahlığı ve saflığıyla bunu kesinlikle yapabileceğimi söyledim. Sanatçıların nasıl keşifler yaptığını biliyordum. Sadece bunu bilimsel terimlerle tanımlamanın yolunu bulmam gerekiyordu. Bilişsel psikolojiyi incelemeye daldım ve bu çalışma, sonunda konferansta sunulan bir makaleye dönüştü. Nihayetinde Columbia Üniversitesi’nden doktoramı alarak psikoloji ve bilgibilimi dünyasına daldım.

Mezuniyetten sonraki ilk işimde, teknoloji kullanımını incelemek için psikolojik fikirleri uygulamak üzere bir bilgi teknolojisi şirketinde işe alındığımda şansım yine yaver gitti. Bu şirket, Electronic Data Systems, MIT’ye bağlı bir laboratuvar kurmuştu. EDS olarak bilinen sistem, bilgisayarların iş toplantılarını nasıl destekleyebileceğini test ediyordu ve insanların nasıl işbirliği yaptığını inceleyebilmemiz için ağa bağlı bilgisayarlarla bir konferans odası kurmuştu. Şirket, insanların iş toplantıları sırasında bilgisayarları nasıl kullandığını anlamak için bir psikoloğa ihtiyaç duyduklarına inanacak öngörüye sahipti. Bugün bir konferans odasındaki ağa bağlı bilgisayarlar hayret edeceğimiz şeyler değil ama o zamanlar geleceğe adım attığımı düşünerek heyecanlandığımı hatırlıyorum. Teknoloji kullanımını gerçek bir iş ortamında inceleyebileceğim fikri heyecan vericiydi. Bu iş, teknoloji kullanımı ve aşırı kullanımın psikolojik bir bakış açısıyla değerlendirildiği çalışmaya on yıllar boyunca sürecek bir yolculuğun başlangıcıydı. Bu kitapsa derin insani ve sosyal doğamız, nasıl düşündüğümüz, çalıştığımız ve birbirimizle etkileşimimiz ve bunun kullandığımız araçlardan nasıl etkilendiği hakkında öğrendiklerimi içeren yolculuğumun neticesi. Bu “araçlar”, EDS ağa bağlı bilgisayarlardan o kadar uzun yol kat etti ki dijital cihazlar çalışma, sosyal ve özel alanlarımızla iç içe geçti; bu nedenle bu kitap aynı zamanda dijital çağda hayatımızın nasıl değiştiğini konu alıyor. Teknoloji kullanımı o kadar olağan ve yaygın ki artık yaşamımızın ayrılmaz bir parçası. İnsan davranışı ve bilgisayar teknolojisinin tasarımı karşılıklı olarak birbirini etkiliyor ve değişimler ışık hızında gerçekleşiyor.

Akademiye girdikten sonra, insanların teknoloji kullanımı üzerine çalışmak için “yaşayan laboratuvarlar” adını verdiğim bir oluşum kurdum. Bir psikolog olarak, davranışlarını incelemek ve olabildiğince çok değişkeni kontrol etmek üzere insanları laboratuvarlara getirmek için eğitildim ama bireylerin teknolojiyi nasıl kullandığı ve bundan nasıl etkilendiğini gerçekten anlamak amacıyla günlük hayatlarını geçirdikleri yerlere gitmem gerektiğini düşünüyordum. Bu sayede duygularını, ilişkilerini, işyerindeki baskılar ile çatışmalarını ve tabii ki aynı anda yaptıkları işleri, dikkatlerini dağıtan şeyleri ve bilgisayar ile telefonlarını kullandıkları sırada yaşadıkları stresi de içeren daha büyük bir resim elde edebildim. Böylece kişiler gerçek ofislerinde çalışırken arkalarında oturduğum ve dikkatlerini bilgisayarın bir ekranından diğerine verdikleri veya telefonlarına baktıkları her bir anda kronometreye bastığım bir gözlem ortamı (daha sonra, yüksek lisans öğrencilerimi de rahatlatan biçimde, bunu dijital olarak takip etmek için kullandığımız teknolojiyi geliştirebildik) oluşturdum. Bu aynı zamanda kendimi genişçe bir odada masa dolusu yöneticiyi, çalışanlarının e-postalarını bir haftalığına dondurup onlara birer kalp atış hızı monitörü takmama izin vermeye ikna ederken bulmama sebep oldu. Veya çalışırken yüz yüze etkileşimi ölçmek için periyodik olarak yüzlerin fotoğraflarını çekmek üzere tasarlanmış giyilebilir kameraların, erkek katılımcılar tuvalete gitmeden önce kameralarını kapatmayı unutursa da bazen bir klozet kapağını insan yüzüyle karıştırabileceğini keşfetmeme… Bilim, özellikle kontrollü laboratuvarların dışında, asla mükemmel değildir. Günlük işlerini yapan insanlarla çalıştığım binlerce saatte, herkesten duyduğum ortak bir ifade var. İnsanlar, çok fazla bilgi ve mesajla baş etmek zorunda kaldıklarından fazla çalışıp yorulduklarını bildiriyorlar. Gelen kutusunda cevaplanmamış bir tane bile e-posta bırakmamak, Sisifos’unki kadar zorlayıcı ve beyhude bir çabadır; e-postalarımızı kontrol edilebilecek sayıya indirir indirmez gelen kutumuza yeni bir çığ daha düşecektir. Çalışanlar hem bilgisayar hem de telefonda aynı anda aktif olmanın odaklanmayı zorlaştırdığını söylüyor. Bu kitapta, dikkat dağıtıcı öğelerin yalnızca bilgisayar ekranında beliren bildirimler veya telefon sesi olmadığını göreceğiz. Şaşırtıcı biçimde, insanların dikkati neredeyse çoğu zaman kendi içlerindeki unsurlar yüzünden dağılır: bir düşünce, bir anı, akıllarına gelen bir bilgiyi araştırma dürtüsü veya diğer insanlarla etkileşime girme isteği. Dünyanın en büyük şekerci dükkânına daldığınızda ürünleri denemeye karşı koyamazsınız.

Uyanık olduğumuz saatlerin çoğunu benim dijital dünya dediğim yerde –bilgisayarlarımız, akıllı telefonlarımız ve tabletlerimiz aracılığıyla eriştiğimiz deneyimsel bir ortamda– geçirmeye başladık. Her gün sadece cihazlarımızı kullanarak hissettiğimiz derin dalgınlık hâlini deneyimleyebilmek için tam bir sanal gerçeklik ortamında olmamıza gerek yok. Bu kadar çok zaman harcayarak yeni alışkanlıklar, beklentiler ve kültürel uygulamalar geliştirdik; bu da birçok kişinin şu soruyu sormasına neden oldu: Bu dijital dünyada dikkatimizin kontrolünü nasıl geri kazanabiliriz? Fiziksel dünyada hayatımızın kontrolünün bizde olduğunu hissederken dijital dünyada neden dikkatimizin kontrolünün bizde olduğunu hissetmiyoruz? Bu, bilgisayar kullanımının artmasıyla yüzleştimiz paradokslardan yalnızca biri. Teknoloji, kabiliyetlerimizi artırmak ve daha fazla bilgi üretmemize yardımcı olmak için geliştirilmişti fakat bunun yerine dikkatimizin dağılmasına ve yorgun hissetmemize sebep oldu. Yöneticiler bizden yolladıkları mesajlara anında cevap vermenin yanında üretken olmamızı da bekler. Kitabın ilerleyen kısımlarında anlatacağım bir çalışmada, kendisine sürekli e-posta yoluyla görev veren ve bunun yanı sıra diğer yükümlülüklerini de yerine getirmesini bekleyen bir çalışanın yöneticisinden bahsedeceğim. Söz konusu şirkette bir hafta boyunca e-posta akışını kestiğimizde çalışana yeni bir iş vermek için onu aramak veya şahsen ziyaret etmek gerekti ve yönetici ona görev vermeyi bıraktı. İşi elektronik olarak devretmek çok daha kolaydır. İnternetin kendi tasarımında da bir paradoks vardır: Bilgiyi bulmayı kolaylaştıran ve hafızamızın bir çağrışımlar ağı olarak nasıl organize edildiğine dair haritalar çıkaran bir yapı. Ancak internetin düğüm ve bağlantı yapısı, bizi internette sayısız saat geçirmeye de teşvik eder. Dikkatimizi başka yöne kaydırdığımızda ya da çoklugörevler yaptığımızda daha fazla iş bitirdiğimiz ve insani kapasitemizin genişlediği yanılsamasına düşebiliriz ama aslında yapabileceğimizin daha azını yapıyoruz. Nesnel olarak ölçüldüğünde çoklugörevin daha düşük performansla ilişkili olduğu defalarca kanıtlanmıştır. Çoklugörevin başka olumsuz yanları da var. Geçiş maliyeti bunlardan biridir: Bu, dikkatinizi farklı bir şeye yönelttiğiniz  her an, elinizdeki yeni göreve tekrar odaklanmanız gerektiğinde kaybettiğiniz zamanı tanımlar. Bu maliyet, yarım bıraktığınız bir projeyi hızla devam ettirdiğinizde çok yüksek olmayacaktır, ne var ki elde ettiğimiz bulgular bunu yapamadığımız yönünde. Bunun yerine, kesintiye uğrayan göreve geri dönmeden önce dikkatimizi yirmi beş dakikadan fazla gecikmeyle en az iki başka projeye çeviriyoruz. Bu, işimizi dikkate değer ölçüde kesintiye uğratmak için yeterli bir zaman ve bağlam değişikliğidir. Aynı anda birden fazla işi yapmanın bir başka maliyeti de kaygı, stres ve tükenmişlik gibi olumsuz duygularla ilişkili olmasıdır. Dikkat dağınıklığının ana kaynaklarından biri olan e-posta, özellikle stresle ilişkilidir. Anlatacağım bir çalışmada, e-posta akışı bir haftalığına kesildiğinde insanların bilgisayarlarına çok daha uzun süre odaklanabildiğini ve dikkatlerini daha az etkilediğini keşfettik. Daha da iyisi, e-posta akışı olmadan, kalp atış hızı monitörlerinin hafta sonuna kadar kalp atış hızında ölçülebilir şekilde farklı değişkenlik gösterdiğini ve insanların kayda değer ölçüde daha az stresli olduğunu bulduk.2 Bilim sürekli olarak çoklugörevlerin strese yol açtığını gösteriyor –kan basıncımız yükselir, kalp atış hızımız artar– ve bu, kendimizi daha stresli hissettiğimize dair algılarımızla örtüşür. Bağışıklık sistemimizin aynı anda birden fazla işi yaptığımız takdirde hastalıklara karşı zayıfladığı tespit edilmiştir. Ayrıca şu anki görevimiz üzerinde çalışırken yaptığımız son şeyi hâlâ sık sık düşünmemizin de bir bedeli var: İnternette okuduğunuz sürükleyici bir kişisel hikâye aklınıza takılıp elinizdeki işi yapmanızı engelleyebilir. Fakat en büyük bedel, kıymetli ve sınırlı dikkat kabiliyetimizi veya bilişsel kaynaklarımızı, birden fazla yarım işi takip etmek zorunda olduğumuz durumlarda ödenir. Bu, kullandığımız arabanın deposunun sızdırmasına ve asıl yapacağımız işleri gerçekleştirmek için çok az yakıtımız kalmasına benzer.

Kişisel cihazlarımızı kullandığımızda odaklanmanın zorlaştığına yönelik algı, aslında bilim tarafından da destekleniyor. Kendi yaptığım araştırma da, diğer çalışmalar gibi, son on beş yılda cihazlarımızı kullanırken dikkat süremizin azaldığını göstermiştir. Bilgisayar ve akıllı telefonlarımızı kullanırken dikkatimizi toplayabildiğimiz süre öyle –inanılmaz derecede– kısaldı ki şu anda herhangi bir ekrana bakarken ortalama kırk yedi saniye odaklanabiliyoruz. Bu herkes için geçerli: baby boomer’lar1 , X, Y (milenyum) ve Z kuşağı. İnternet, otuz yıldan daha kısa süre önce yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Dijital yaşamlarımızın hâlâ fazlasıyla genç olduğunu sıklıkla unutuyoruz; Berlin Duvarı’nın yıkılışından, Avrupa Birliğinin kuruluşundan ve ilk HIV/AIDS virüsünün tespit edilişinden çok daha genç. Dünya nüfusunun neredeyse yüzde 30’unu 1997’den sonra doğmuş, internet ve akıllı telefonla büyümüş ve bu devrimden önce hayatın nasıl olduğuyla ilgili deneyimi olmayan Z kuşağı oluşturuyor. İnternet öncesi ve internet nesillerinin arasında yer alan biri olarak; haberleri okuma, tıbbi tavsiye alma, arkadaşlarımızın o an gezdikleri yerleri bilme, meslektaşlarımızla belgeler üzerinden işbirliği içinde çalışabilme ve düşüncelerimizi bir X gönderisiyle tüm dünyayla paylaşma ve tüm bunları saniyeler içinde yapma becerimize hayret ediyorum. Sonunda internete öyle bağımlı hâle geldik ki bağlantımız bir an bile kopsa panikliyoruz.

Dijital toplumumuz ve dikkatimiz

Bilgisayar kullanımındaki gelişimler ve bilgisayarları, akıllı telefonları ve interneti aşırı benimsememizle birlikte, teknolojiyle günlük ilişkimiz hızlı bir değişime uğradı ve bu, özellikle dikkat davranışlarımızdaki değişikliklerde kendini gösterdi.

Artık çoğu insan, uyanık olduğu vakti (gece yarısı uyandıkları zamanlar da dahil) dijital cihazlarına bakarak geçiriyor. Odaklanma kabiliyetimizi etkileyen ve bize kendimizi oldukça bitkin hissettiren cihazlarımızı kullanma şeklimizin bununla nasıl bir ilgisi var? İnternetin yükselişinden çok önce yazılmasına rağmen Nobel Ödüllü ekonomist ve bilişsel psikolog Herb Simon, dijital dünyadaki hayatımızın temel ikilemini şu sözlerle dile getirdi: “Bilgi zenginliği, dikkat yoksulluğu ve bu dikkati verimli bir şekilde dağıtma ihtiyacı yaratır.”3 Teknolojik gelişme, sürekli veri yaratımının ve neredeyse bilgi ile insanlara sınırsız erişimin yolunu açtı. Her gün, neredeyse dünyanın çoğu yerinde, teknolojinin bize sunduğu muazzam genişlikteki bilgi havuzuna dalma fırsatına sahibiz. İnternetteki bilgileri işleme yeteneğimizi artırmak için bilgisayar uygulamalarını ve yapay zekâyı kullanabiliriz ancak nihayetinde insan zihni bir darboğaz görevi görür. Eğer süper-insan olsaydık, sınırsız odaklanma ve bilgiyi kavrama yeteneğimiz, her şeyi depolayabileceğimiz sınırsız hafızamız olurdu. Belki o kadar da uzak olmayan bir gelecekte insanlar, prefrontal kortekse yüksek işleme yetenekleri ve geniş bellek bankaları sağlayan çipler yerleştirebilecekler. Fakat şimdilik spekülatif bir hayal ve dijital medyanın dikkatimiz ile ruh hâlimizi nasıl etkilediğinin hikâyesi, elimizde bulunan oldukça fazla miktardaki bilgiden çok daha karmaşık. Yüksek tempolu teknoloji kültürümüzden bahsederken dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) sorusu sıklıkla gündeme gelir. Fakat bilgisayar ve telefonlarımıza odaklanmayı sürdürme zorluğu, yalnızca DEHB’ye sahip insanlardan çok daha geniş bir kitle tarafından deneyimlenen bir problemdir. 107 binden fazla bireyle yürütülen kırk çalışmanın 2021’deki incelemesine dayanarak, yetişkinler arasında DEHB yaygınlığına ilişkin bulduğum en iyi tahmin yüzde 4,6’dır.4 ABD’de 2016’da 2 ila 17 yaş arası çocuklar ve ergenler arasında 50 binden fazla hanede yapılan bir anket, bu yaş grubunun yüzde 8,4’üne ebeveynlerin beyanına dayanarak DEHB teşhisi konduğunu gösterdi.5 Bazı araştırmalar, DEHB’si olan kişilerin, olmayanlara göre telefon kullanımında daha fazla sorun yaşayabileceğini öne sürüyor. Hem DEHB’si olan hem de telefon kullandığını kendileri bildiren 432 kişiyle yapılan bir anket, bu ikisi arasında bir bağıntı buldu.6 Sonuç ilgi çekici olsa da DEHB ve kişisel cihazların kullanımı arasındaki ilişki hakkında hâlâ çok az şey bildiğimizin altını çizmemiz gerekiyor; nedensel bir bağlantı olup olmadığını görmek için daha fazla araştırmaya ihtiyaç var. Ancak dikkat ve cihazlar meselesini yalnızca DEHB’si olanların yaşadığı bir sorun gibi görüp göz ardı etmemeliyiz; mevcut kültürümüzde herkes bundan etkileniyor.

Dikkat Dağınıklığına Dair Modern Efsaneler

Hızla değişen kültürümüz üzerine yapılan genel konuşmalarda, bilgisayar kullanımına dair dört modern efsane ortaya çıkmıştır. Bu anlatıların, popüler olmakla birlikte, yanlış olduğu bu kitapta anlatacağım üzere bilim tarafından kanıtlanmıştır. İlk efsane, bilgisayarlarımızın başında her zaman odaklanmaya çalışmamız gerektiği ve böylece üretken olabileceğimizdir. Eğer odaklanamıyorsak kendimizi suçlu hissetmeliyiz. Ancak özellikle ara vermeden uzun süre odaklanmanın çoğu insan için doğal olmadığı ortaya çıktı. Doğada bolca ritim olduğu gibi, araştırmamız dikkatimizin de ritimleri takip ettiğini gösteriyor. İnsanların odaklandığı anlardaki dikkati doğal olarak dalgalanma gösterir. Gün içinde kimi zaman dikkatimiz tavan yaparken kimi zaman da odaklanamayız. Ayrıca devamlı odaklanma hâli stresle ilişkilidir. Tıpkı gün boyu durmadan ağırlık kaldıramayacağımız gibi tüm gün uzun süreler boyunca enerjimiz (veya bilişsel kaynaklarımız) tükenip performansımız düşmeksizin, ki bu genellikle sekiz saatlik bir işgününün sonunda olur, odaklanmanın oldukça yüksel zihinsel zorluklarıyla da baş edemeyiz. İkinci efsane, teknolojilerimizi kullanırken çabalamamız gereken ideal durumun akış olduğudur. Psikolog Mihaly Csikszentmihalyi’nin geliştirdiği bir terim olan akış, bir deneyime dış dünyayla etkileşimimizi kesecek ve zamanın geçtiğinin farkında olmayacak kadar daldığımız, dikkatin en ideal durumdur. Neşelenir, heyecanlanırız ve yaratıcılığımızın en üst noktasındayızdır. Birçoğumuz akışı bazı zamanlarda hissetmiştir. Bunu müzik icra ederken veya Mozart’tan muazzam bir senfoni ya da Led Zeppelin’den bir şarkı dinlerken deneyimlemiş olabilirsiniz. Veya belki de futbol oynarken akışta kalmışsınızdır ve tüm oyuncular büyülü şekilde senkronize görünüyordur. Bir ressam veya seramik sanatçısıysanız muhtemelen sanat eserinizi yarattığınız –sonsuz ilhamı hissettiğiniz ve kolayca odaklanmış kaldığınız– sırada akışı tatmışsınızdır. Akış ideali iyi bir tutkudur ancak akış, özellikle bilgi çalışanıysanız; yani işiniz öncelikle dijital enformasyonu kullanmaksa günlük hayatta nadir bulunur. Bir sanatçı, dansçı, müzisyen, doğramacı veya atletseniz akışın meydana gelmesi olağanüstü bir durum değilken günlük hayatta zamanımızın büyük kısmını bilgisayar veya telefon ekranına bakarak geçiren çoğumuz için bu durum nadir yaşanır. Akışı engelleyen tek başına bilgisayar değildir; daha çok, kişinin işinin doğasıyla ilgilidir. Bilgisayarınızda müzik besteler veya karmaşık kodlamalar yaparsanız akışı kolayca deneyimleyebilirsiniz ancak işiniz toplantı planlamak veya rapor yazmaksa böyle olmaz. Kelime oyunları oynarken veya Netflix’te bir şeyler izlerken akış oluşmaz; bu, dikkatimizi çekse de yaratıcılığı zirveye çıkarmıyor. Akış yerine, dijital dünyadaki dikkatimiz genellikle kısa sürelidir ve dinamik olmak ile benim kinetik diye adlandırdığım ekrandan ekrana kayma özelliğine sahiptir.

Üçüncü efsane; cihazlarımızda yaşadığımız dikkat dağınıklığı, kesintiler ve çoklugörevlerin öncelikle aldığımız bildirimler ve kendi disiplinsizliğimizden kaynaklandığıdır. Algoritmik olarak uyarlanmış bildirimlerin dikkatimizi dağıtmada nasıl rol oynadığı hakkında çok şey yazıldıysa da dikkatimizin diğer baskılara nasıl bağlı olduğu hakkında az şey biliniyor. Teknolojiyi çevresel etkilerden yalıtılmış şekilde kullanmıyoruz. Fiziksel dünyadaki davranışlarımız, içinde yaşadığımız kültürden etkileniyor. Aynı şekilde dijital dünyadaki davranışlarımız da çevresel, sosyal ve diğer teknolojik güçlerden etkilenir. Bu etkiler aynı zamanda sadece Batı dünyasında meydana gelmez, evrenseldir. Bu etkilerden bazıları beklenmedik olabilir. Her şeyden önce, insanlar çağrışımlar çerçevesinde düşünür; internetse ağ tasarımıyla bu düşünce tarzınızla o kadar uyumludur ki yalnızca bilgiyi kolayca bulmakla kalmayıp çoğu zaman aradığınızı bulsanız da ilginizi çeken şeylere bakmayı sürdürürsünüz. Ayrıca insanları benzersiz kılan şeyin bireysel farklılıklar olduğunu bilseniz de kişilik özelliklerinin dikkat süremizi nasıl etkileyebileceğinin farkında olmayabilirsiniz. Bazıları için, davranışını kendi kendine düzenleyip Instagram’ı kontrol etmemek kolayken kimisi için özdenetim büyük bir marifettir. Ayrıca bazı kişilik özelliklerinin kişinin bilgisayar ve telefondaki dikkat süresini veya e-postalarını ne sıklıkla kontrol ettiğini nasıl etkileyebileceğinin farkında olmayabilirsiniz. Diğer bir etki de bizim sosyal varlıklar olmamız; dolayısıyla başkalarının sosyal güçlerine duyarlı olmamızdır. Birbirimizle etkileşime girdiğimizde, akran baskısına boyun eğdiğimizde, güce karşılık verdiğimizde ve bizi e-postalarımız ile sosyal medyayı sürekli kontrol etmeye iten meslektaşlarımız ve arkadaşlarımızla net pozitif sosyal ilişkiyi sürdürmek istediğimizde sosyal ödüller kazanırız. Ayrıca, bilgisayar ve telefonların ötesinde, bizi kuşatan geniş medya kültürünün farkında olsanız da, diğer medya araçlarından edindiğiniz alışkanlıkların bilgisayara odaklanma sürenizi etkilediğini fark etmeyebilirsiniz. Ortalama bir Amerikalının pasif şekilde televizyon ve film seyrederek (ortalama izleme süresi yaşla birlikte artar), aynı zamanda YouTube ve müzik videoları izleyerek geçirdiği günde dört saat, izleyiciyi bilgisayardaki ekran alışkanlıklarını güçlendirebilecek şekilde süregelen hızlı sahne değişimleri yaşamaya alıştırdı. Geniş bir kitle tarafından paylaşılan dördüncü efsane, herhangi değeri olmayan, bilgisayar ve telefonlarımızla ezbere yaptığımız aktivitelerdir. Bu doğrultuda, daha üretken olabilmek için gülünç yapboz oyunları oynamak, sosyal medyada gezinmek veya internette dolaşmak gibi dikkat gerektirmeyen aktiviteleri hayatımızdan çıkarmak için baskı görürüz. Kısacası, evet, özellikle yapmamız gereken önemli şeyler ve yetişmemiz gereken teslim tarihleri varken uçsuz bucaksız içerik silsilesine, yani sosyal medyaya düşerek vaktimizi boşa harcıyoruz. Bu, kitapta bahsedeceğim bir dikkat tuzağıdır. Fakat rahatlamak için kısa aralar verip bu tür ezbere dayalı aktiviteleri bilinçli ve ölçülü yapmak mümkündür. İnsanların bu tip alışkanlık hâline gelmiş aktivitelere yönelmesinin bir sebebi vardır; sözün kısası, çalışmalarımızda bunun insanları mutlu ettiğini keşfettik. Bizi en çok mutlu eden; dikkatimizi zorlayıcı ve stresli olmayan kolay, ilgi çekici faaliyetler için kullandığımız anlardır. Hem çevrimiçi hem de fiziksel dünyada kolay görevlerle mola verirken zihnimizin dağılmasına izin vermek, sınırlı bilişsel kaynaklarımızı tazelememize yardımcı olur; daha fazla kaynakla daha iyi odaklanabilir ve üretken olabiliriz. Pulitzer Ödüllü yazar Jean Stafford, rahatlamak ve yazmak adına bilişsel kaynakları yeniden oluşturmak için bahçecilik gibi ezberlenen eylemleri kullandı.7 ezberlenen eylemlerin yalnızca odaklanmış dikkatle nasıl uyum içinde çalıştığını değil, aynı zamanda esenliğe ulaşmamıza yardımcı olmada nasıl rol oynadığını göstereceğim.

Bu kitapta, bu popüler mitlerin neden doğru olmadığını gösteren araştırmaların derinliklerine ineceğim. Bu mitlerin ortaya çıkmasının nedeni, kişisel teknolojilerimizi nasıl kullandığımızı tanımlarken dikkat biliminin göz önünde bulundurulmamasıdır. Bilgisayarlarımızı kullanırken dikkatimiz pek çok şeyden etkilenir: yaptığımız iş, mevcut bilişsel kaynakların miktarı, o anki saat, stres, uyku kalitesi ve bir dizi başka faktör. Dikkatimizi dağıtan şeylerin öncelikle kendi hatamız olduğu fikrine inanırsak davranışlarımız üzerinde etkili olan daha geniş bir sosyo-teknik kültürün parçası olduğumuz gerçeğini görmezden geliriz.

Hedefimizi üretkenlikten esenliğe doğru yeniden çerçevelendirmek

2009’da bir uyanış yaşadım. O yıl bana, üçüncü aşama kolon kanseri teşhisi kondu. Tanıdığım en sağlıklı insan olduğumu sanıyordum. Her gün koştum, sağlıklı beslendim ve kilomu düşük tuttum. Aniden beş yıl hayatta kalma oranımın yüzde 69 olduğu söylendi. O yüzde 69’luk grupta olmaya kararlıydım ve öyle olduğumu bildirmekten memnuniyet duyuyorum. Bu kitabı yazdığım sırada on dört yıldır kanserden arınmış durumdaydım ve bu şekilde kalmaya niyetliyim. Teşhis konduğunda kanserin nedeni bilinmiyordu. Genetik tarama, bundan sorumlu bir gen ve ailevi genetik bağlantı olmadığını gösterdi. Ancak önceki yıllarda muazzam miktarda stres yaşıyordum ve bir noktada bu stresin bedelini ödeyeceğimi düşündüğümü hatırlıyorum. Kanser teşhisimi sadece ekran başında geçirdiğim süreye veya iş hayatıma bağlayamayacağımı bilsem de stresin bağışıklık sistemini zayıflattığı bilinen bir gerçek. Ayrıca insan, hayatını tehdit eden bir olay yaşadığında zamanın bir sonu olduğunun farkına varır. Teşhisim, zamanımı nasıl geçirdiğimi düşünmem için bir uyanış çağrısıydı. Vaktimin büyük kısmı ekranlara bakarak geçiyordu ve bu yüzden çok fazla stres yaşıyordum. Bununla birlikte içinde bulunduğumuz dijital çağda, bu kadar yoğun zaman baskısı ve stresin çok yaygın olduğunu fark ettim; sadece etrafıma bakmam ve meslektaşlarımla çalışmama katılanların söylediklerini duymam gerekiyordu. Bu deneyimler, dijital cihazlarımızın esenliğimize etkileri konusundaki rolü üzerine daha derin düşünmemi sağladı. Buna rağmen, dijital cihazlar bize pek çok fayda sağladı ve hayatımızı kolaylaştırmak konusunda çok ilerleme kaydedildi: evden çalışmamıza, sevdiklerimizle bağlantı kurmamıza, uzman tıbbi bakım almamıza, bilgi bulmamıza ve çok daha fazlasına olanak sağladı. Sağlık korkum, sağlığımızı ve esenliğimizi korurken cihazlarımızı nasıl kullandığımızı da yeniden düşünmemiz gerektiğini anlamamı sağladı. Artık dijital çağımızda durmaksızın üretken olmak için teknik araçlarımız bulunduğunu ve mümkün olduğunca çok şey toplamak için zamanımızı en iyi şekilde kullanmamız gerektiğini sürekli duyuyoruz. Kendi yaşam deneyimim ve yaptığım araştırma beni bundan farklı bir sonuca götürdü: Tüm bunların yerine, en üst düzeyde esenliğe nasıl ulaşabileceğimizi düşünmeliyiz. Hayatlarımızı en üst düzeyde üretken olmaya değil, dengede hissetmeye odaklamaktan bahsetmeliyiz. Cihazlarımızı kullanırken amacımız, zihinsel kaynakların pozitif haznesinin devamlılığını sağlamak olmalıdır ki daha yüksek bir esenlik düzeyini deneyimleyebilelim. Bunun sonucunda daha üretken olabiliriz. Modern dijital çağımız nasıl düşündüğümüz ve çalıştığımızı, dikkatimizi nasıl odakladığımız ve içsel doygunluğumuzu nasıl sağladığımız gibi konularda temel değişikliğe neden oldu. Her gün kullandığımız teknoloji, kültürel ve sosyal çevrelerimiz ile kişisel insan doğamız bir araya gelince odaklanmayı zorlaştırıyor. Artık nasıl mutlu, üretken ve tatminkâr kalacağımızı anlamak için yeni bir yaklaşıma ihtiyacımız var. Odak noktamızı geliştirmek ve daha üretken olmak için bize vaat edilen sihirli değnekler, dikkatle ilgili yanlış varsayımlara dayanan oldukça boş şeylerdir. Dikkati, odaklandığımız veya odaklanmadığımız ikili bir durum gibi düşünmek yerine bunun çok daha incelikli olduğunun farkına varmalıyız. Sonraki bölümlerde, gün boyunca bilişsel kaynaklar arasında pozitif denge sağlama söz konusu olduğunda, her bir farklı dikkat türünün –odaklanma, alışkanlık hâline gelmiş faaliyetlerde bulunma ve hatta sıkılmış hissetme– nasıl bir değeri ve amacı olduğunu göstereceğim. Bu, odaklanmanın tek “ideal” dikkat durumu olmadığı, ancak kaynaklarımızı daha az zorlayan diğer dikkat türleriyle dengelendiğinde en iyi şekilde çalıştığı anlamına gelir. Kitap üç kısımdan oluşuyor. İlk kısımda, dikkatle ilgili bazı önemli bilgileri sunarak başlıyorum. Dikkat çalışması; psikolojinin babası kabul edilen William James’e kadar uzanan, yüzyılı aşkın bir süredir hakkında yazılan binlerce araştırma makalesinin kapsadığı geniş bir alandır. Dikkatin dijital dünyadaki deneyimlerimizle ilgili tüm yönlerini ele almak için ciltler dolusu kitap yazmak gerekir. Bu nedenle kapsamımı, cihazlarınızı kullanırken davranışlarınızı anlamanıza yardımcı olacak, sınırlı bilişsel kaynaklarımızın işleyişi ve rolü gibi yalnızca birkaç temel kavramla sınırladım. Birinci kısmın geri kalanı; insanların gerçekten ne kadar fazla çoklugörev yaptığını ve kesintiye uğradığını, kişisel bilgisayar kullanımı ve akıllı telefonların yükselişiyle dikkat süremizin nasıl azaldığını gösteren, meslektaşlarımla yaptığım araştırmayı içeriyor. Durmaksızın odaklanma için çabalamak yerine dikkat durumlarının dengesini gözetmenin önemli olduğunu göstererek ilk efsaneyi ele alacağım. Ayrıca ikinci efsaneyi tartışacak ve kendi dikkat ritminizi bulmanın akışa ulaşmaktan daha ulaşılabilir olduğunu açıklayacağım. İkinci kısımda, üçüncü efsaneyi ele alarak aynı anda birden fazla görevi yapmamızın ve bununla birlikte dikkatimizin dağılmasının nedenlerini gözden geçireceğim. Dikkatimiz, dikkat dağıtıcılar, kesintilerimiz ve dijital dünyadaki çoklugörevlerimiz üzerindeki bireysel, sosyal, çevresel ve teknolojik etkilere derinlemesine dalacağım. Dördüncü efsaneyi de ele alarak, çok dikkat gerektirmeden yapılan faaliyetlerin aslında ne kadar fayda sağladığını ve kaynaklarımızı yenilememize yardımcı olabileceğini gösteren araştırma sonuçlarını sunacağım. Üçüncü kısımda çözümleri tartışacağım: İnsanların kendi değişim süreçlerini nasıl başarıyla yönetebileceğini gösteren araştırmalara dayanarak dikkatimizi kontrol etmenin yollarını, cihazlarımızı bilinçli kullanarak kendi ritmimizi nasıl takip edebileceğimizi. Yıllar içinde bana birçok meslektaşım, öğrenci ve akranlarım, araştırma sonuçlarımla ne kadar özdeşleştiklerini ifade ettiler. Bu kitapta dikkatinizle ilgili algılarınızın bilimsel olarak doğrulandığını muhtemelen fark edeceksiniz. Bu kitap; odaklanmakta neden bu kadar zorlandığınızı, dikkatinizin neden kolayca dağıldığını ve kendi kendinizi böldüğünüzü, cihazlarınızı kullandığınızda dikkatinizin neden bu kadar çok değiştiğini bilinçli şekilde anlamanıza yardımcı olmayı amaçlıyor. Gerçek değişim, farkındalıkla başlar. Dikkatimizi kontrol etmek için eylemlilik geliştirmek de özdüşünüm ve rotamızı düzeltmek için neden böyle davrandığımızı anlamakla ilgilidir. Amacınız sağlıklı bir ruhsal dengeye ulaşmaksa, zihinsel kaynaklarınızı taze tutacak ve bunun ikincil sonucu olarak daha üretken olacaksınız. Dijital dünyamız hızlanmaya devam ederken, onun içinde de dengeyi bulabileceğimiz konusunda oldukça iyimserim.

I. Kısım:
Dikkatin Anatomisi

1
Sınırlı Bilişsel Kaynaklarınız

Çoğu insan, bilgisayar, tablet ve akıllı telefonlarının ayarlarını nasıl yapacağını bilir. Muhtemelen internetin nasıl çalıştığına dair genel bir fikriniz vardır ve bağlantınız kesildiğinde sorunu giderebilirsiniz. Ancak, cihazlarımızın nasıl çalıştığını iyi bilmemize rağmen, onları kullanırken dikkatimizi nasıl yönlendirdiğimizi anlayanların sayısı oldukça azdır. Dikkatimizi neden bu kadar hızlı bir şekilde cihazlara çevirdiğimizi, dikkat dağınıklığına neden yenik düştüğümüzü ve günlerimizin neden bu kadar yorucu geçtiğini anlamak için bu bölümde zihnin kara kutusunu açacak ve benzersiz dijital davranışlarımızı açıklayan derin psikolojik süreçlere bakacağız. Kitabın devamında, neden aynı anda birden fazla görev yaptığımızı ve dikkatimizin neden bu kadar dağıldığını açıklayabilecek; temelinde yatan güçlere dair bütüncül bir bakış açısı ele alacağız. Ama önce dikkatin temelleri, nasıl çalıştığı, “basit” görevleri yerine getirmek için gerçekte ne kadar enerji gerektiği ve neredeyse sürekli kullandığımız dijital araçların benzersiz bir şekilde sınırlı dikkat kaynaklarımızı nasıl talep ettiğiyle başlayacağız.

Teknolojiyle değişen ilişkim

Cihazlarımızı kullanırken dikkatimizin neden bu kadar çabuk tükendiğini araştırma yolculuğum, akademisyenlik hayatımla birlikte 2000 yılında başladı. Dot-com balonu patlamış olsa da 2000 yılı, dijital teknolojilerde hızlanan gelişmelerin yaşanacağı yeni onyılı başlattı. Önümüzdeki on yılda beş milyon yeni girişim kurulacaktı. 2003’te bir sosyal medya devinin doğuşunun sadece bireyler değil, bir bütün olarak toplum için hayatı değiştiren başka sosyal medya devleri dalgasını ateşlediğini görecektik. 2007’de, bilgilere ve insanlara nasıl, ne zaman ve nerede eriştiğimizi değiştiren cep boyutunda küçük bir bilgisayarla tanıştırılacaktık. 2000 yılı sadece dijital evrimde bir dönüm noktası olmakla kalmadı, aynı zamanda benim teknolojiyle ilişkimde de bir milat oldu. Almanya’da, son derece dengeli bir iş hayatına sahip olduğum büyük bir araştırma enstitüsünde çalıştıktan sonra ABD’ye geri döndüm. Orada hibe teklifi yazmak zorunda değildim, ders vermek zorunda değildim, komitelerde oturmak zorunda değildim ve tek bir projeye odaklanabiliyordum. Burada, California Irvine Üniversitesinde akademisyen olarak çalışmaya başladığımda birdenbire farklı bir kültürün içine daldım: Birden fazla proje üzerinde çalışıyordum, daha fazla projeye fon sağlamak için hibe teklifleri yazıyordum, ders anlatıyor ve öğrencilere rehberlik ediyor, komitelerde hizmet veriyor, yeni bir sosyal çevre oluşturuyordum. Bazı projelere son vermem gerektiğini biliyordum ama bu kadar çok heyecan verici şeye nasıl hayır diyebilirdim ki! Ayak uydurmaya çalıştıkça bilgisayarımın ekranına yapışıp kaldım. Bilgisayardayken dikkatimin farklı projelerim arasında; ayrıca çeşitli uygulamalara ve çoğu zaman projelerimle ilgili olmayan internet sitelerine nasıl kaydığını fark ettim. Bazen bu değişimler e-posta veya diğer bildirimlerden, bazen de kendi düşüncelerimden kaynaklanıyordu. Başka bir şey üzerinde çalışmaya başlamadan önce bir projenin bir bölümünü bitirmek için bile zaman harcamayı çok zor buluyordum. Bu on yıl ilerledikçe dikkatim ekrandan ekrana daha hızlı kayıyor gibiydi. Bu değişen ilişkiyi gösteren olay, öğle yemeğimi nasıl geçirdiğimdi. Almanya’da öğle yemeğinde büyük, sıcak bir öğün olan Mittagessen yenir. Öğle vakti yaklaştığında bir iş arkadaşımız genellikle ofiste dolaşır ve öğle yemeğine gitmek için diğerlerini bir araya toplardı. Yaklaşık bir saat süren bu güzel, uzun molayı hepimiz heyecanla bekliyorduk. Kafeteryaya yürür, sıcak yemek yer ve heyecanlı bir tartışmayla vakit geçirir, dedikoduları ve yeni teknolojileri takip ederdik. Ardından öğle yemeği molasına sağlıklı bir ek olarak, iş arkadaşlarım ve ben bir Runde yapar, araştırma kampüsünde yirmi dakika yürürdük. Hepimiz tazelenmiş hâlde ve yeni fikirlerle işe dönerdik. ABD’ye döndüğümde öğle yemeği pratiğim önemli ölçüde değişti. İlk dersimi verdikten hemen sonra, paket öğle yemeğimi almak için kafeteryaya koşardım. Hızla ofisime dönmek için koridorda ilerler, tüm meslektaşlarımın açık kapılarının önünden geçer, içeri bakar, her birini bilgisayar ekranlarının önünde sandviçlerini yerken görürdüm. Daha sonra sandalyeme oturur, bilgisayarımı açıp aynısını yapardım. Öğle yemeği vakti artık işe verilen mola değil, ekrana geri dönmeden önce yiyecekleri güvence altına almak için kısa bir ara hâline gelmişti. Meslektaşlarım ve arkadaşlarımla hem bilgisayar ekranıma bağlı olup hem de o ekrandakilere odaklanmakta nasıl zorlandığımı tartışmaya başladığımda başkalarının da aynı tür davranışlardan şikâyet ettiğini gördüm. İnsanlarla konuştukça bu deneyimin çok yaygın olduğunu keşfettim. İnsanlar, cihazlarında her zamankinden daha fazla zaman geçirirken dikkatlerinin sık sık başka şeylere kaydığını anlattı. Rahatsız ediciydi ama bir biliminsanı olarak aynı zamanda ilgimi çekiyordu. Ne oluyordu? Bu olguyu nesnel bir şekilde incelemeyi ciddi ciddi düşünmeye başladım.

Bugün çok yaygın olan birçok yeni teknoloji ilk kez piyasaya sürüldüğünde doğru yerde, doğru zamanda ve doğru alanda olduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum. Ceptelefonunu ilk kullandığım zamanı hatırlıyorum. 1980’lerin ortalarıydı. Öğrenciydim ve bir arkadaşımla Central Park’ta taksideydim. Motorola, bugünün parasıyla yaklaşık 10 bin dolara mal olduğu için çok az kişinin sahip olduğu DynaTAC 8000X telefonunu tanıtmıştı. Ayrıca sadece otuz dakikalık konuşma süresi vardı. Teknolojiyi benimsemede ön saflarda yer almakla övünen arkadaşım cep telefonunu bana verip deneyebileceğimi söyledi. Telefon bugünün standartlarına göre çok büyüktü. Taksiyle Central Park’ın içinden hızla geçerken telefondan gelen çağrıyı duyduğumda hissettiğim coşkuyu tarif etmek zor. Birkaç yıl sonra EDS konferans odasındaki ilk işimde; ağa bağlı bilgisayarlar ve daha sonra bir grafik ağ tarayıcı, akan video yayını, CAVE adlı fiziksel, sürükleyici sanal gerçeklik alanları ve bugün metaverse dediğimiz şeylerin daha küçük versiyonları olan çevrimiçi sanal çevrelerle ilk karşılaşmalarımda da aynı coşkuyu hissedecektim. Ayrıca doğru meslekte, bu teknolojiler hayatımıza girdikçe dikkatimizin ve davranışlarımızın nasıl değiştiğini gözlemleyip inceleyebilecek eğitim ve yöntemlerle donatılmış bir psikolog olarak çalıştığım için şanslıydım

Benzer İçerikler

Angut | Osman Pamukoğlu | Birazoku

yakutlu

Süpermen Türk Olsaydı Pelerinini Annesi Bağlardı

yakutlu

İnsan İsterse / Azmin Zaferi Öyküleri 3. Kitap

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy