Doğuda Aşk Böyle Yazılır

Ben bir düş gördüm bu gece. Kulağıma birkaç harf fısıldadı, lisanı lisanıma benzemeyen dudaklar. İlkin anlamadım, anlayamadım harflerin manasını. Gözlerim mavi ile kızıl arası renklere boğuldu. Renkler bir bir silinirken gözümden, bir adam gördüm kızıllıklar arasında. “Sen” dedim, “Sen şairsin.” Ya dudağındaki sözler neden bu kadar kayıp? Bu harfler de ne? “Anlamıyorum.” Gözlerini gözlerime çevirdi. “Okuma, dinle” dedi. Dinlemek için susmak gerekmiş. Sadece sustum. Ah yazabilseydim duyduklarımı! Ah işittiklerimi anlatabilseydim. Hatırımda üç ses kaldı sadece. Üç kayıp harf… Şairler rüyaya yattı o gece. Her birine bir harf nasib oldu. Birine susmak düştü, birine vuslat ve dahi birine yanmak düştü bu rüyadan. “Aşk” diyesi geldi şairlerin. Ama diyemediler. Her biri bir harf yazdı avuçlarımın içine. Rengi kızıldan maviye çalan mürekkeplerle üç harf yazdılar gözbebeklerimin içine… Üç harf işittim o gece. Üç harf; ayn, şın, kaf…

 

Önsöz Yerine

MAKSADIM AŞK babında birkaç kelam etmekti. Ama söz durmadı, dil susmadı ve kalem, aklı dinlemedi. Gönül konuştu.

Benim ancak üç harfini anlatmaya gücüm yetebildi bu kelimenin. Şimdi diyecek olanlar vardır muhakkak “Kaç harf ki bu kelime?” diye. Ben sayamadım. Varsa eğer saymayı gözüne kestirebilen seve seve dinleyecek bir kişinin hazır beklediğini bilsin.

Yazılanlar bir hikâye değil. Hayal hiç değil. Rüya; orasını Allah bilir.

Bir sözle başladı her şey; aşk.

Sözüm ateşten kaçanlara değil. Onlar yanmanın gamını çekmediler ki, sönmenin zevkini bilsinler. Onlar yangına düşmediler ki. Sözüm pervane misal ateşe atlayanlara. Yanmak için dua edip cehennemi bedeniyle kaplayanlara.

Sözüm üç harf. Biri sessiz, sükûta boğulmuş. Biri mesrur, vuslatla avunmuş. Ve biri de kutlu, yanmış ve dahi kül olmuş.

Üç harfle çıkılan bir yolda ışık nereden vuruyor görülsün istedim. Güneş ne yönden doğdu ve batıyor bilinsin. Hepiniz hatırlarsınız cümleyi; Ex oriente lux: Işık Doğudan gelir.

 

Ben sana güneşin buralardan doğduğu vakitleri anlattım. Ama şimdi güneşimizin önünde duranlar mı var? Ben sana aşkın “aşk” olduğu vakitleri anlattım. Var sen bak ışık nerelerde şimdi.

Ve bak istedim ve dahi kendin karar ver ki, bu ışık hâlâ geliyor mu buralardan?

Hâsılı, bil ki okuyucu; elindeki kitap üç harfle yazılmıştır. Sen o üç harfi oku, diğerleri bir kıyl u kil; boş söz. Unut onları. İstersen diğerlerini ez geç. İstediğim bu Üç harfi hatırlaman ve dahi unutmamandır.

Dileğim “aşk”a âşık olmandır.

 

FATİH DUMAN 17 Ekim 2010

 

İstanbul 9 Nisan 2010

 

İSTANBUL’UN SOĞUK selamıyla açtı gözlerini Ahmet. Ne  çabuk geçmişti zaman, ne çabuk bitmişti yol. Onu uyandırmaya çalışan hostes sessizce fısıldadı:

“İstanbul’a hoş geldiniz efendim.”

O an fark etti ki, uçağa bindiği anda uyumuştu. Yüzünde anlamsız bir tebessüm, hiç tanımadığı ama parçası olduğunu hissettiği bir yerde olmanın heyecanıyla hostese baktı. Kızıl saçlı hostes, her hosteste olduğu gibi, mecburi ve anlamsız bir gülümsemeyle bakıyordu. “Hoş bulduk” dedi Ahmet, sesindeki ince titremeyle; ve uçağın küçük penceresinden dışarı baktı. O kadar zaman dinlediği, özlediği ve görmek için heyecanla beklediği şehir, pek de o doğup büyüdüğü Köln’den farklı gibi gelmedi gözüne. Her şey aynı gibiydi. “Belki de gelmek iyi bir fikir değildi” diye düşündü. Belki de hayallerinde yaşattığı o hayal şehir, dedesinin deyimiyle “darı saadet” İstanbul, dünya gözüyle gördüğü anda yok olacak ve hayalleri harabeye dönecekti. “Ama olsun” dedi. “Bunun için değer.”

‘Tanımadığım bu şehirde nereye gidebilirim?” diye düşündü ilk önce. Tanıdığı hiç kimse yoktu. Bir kitap onu buralara  kadar alıp getirmişti. Dedesinin hediye ettiği kitap ona neler anlatıyordu öyle. Dedesiyle günlerce oturup konuştukları geldi aklına. Tek torunuydu onun. Dedesi, zamanında iş için Almanya’ya göçmüş, babası yirmili yaşlarında bir genç iken bu diyara gelmişti; Almanya’ya. Burada bir Alman kızıyla evlenmişti babası. Ahmet’in annesiyle ilgili hatırlayabildiği çok şey yoktu aslında. Küçük yasında babasıyla ayrılmışlardı. O daha çok dedesiyle vakit geçiriyordu. Dedesinin anlattığı hikâyeler küçük çocuk aklında öyle güzel yerler ediyordu ki  “Osmanlı” dedikçe sesi titriyordu dedesinin. “Osmanlı” diyordu. Şiirler okuyordu. Anlamıyordu Ahmet. Ama kulağına o kadar güzel geliyordu ki. “Osmanlı” diyordu dedesi. “Orada yaşamak aşktır evladım. Şairler orada kalemlerini denize batırıp gökyüzüne şiirler yazarlar.” Sonra “İstanbul” der demez gözünden yaşlar boşanırdı. Çok şaşırırdı Ahmet dedesinin anlattıklarına. O kadar dinlemişti ki İstanbul’u, artık hiç görmediği bu şehir hayalinde yaşıyor olmuştu.

İşte bu heyecanla o akşam Köln’den kalkan İstanbul uçağına bindi Ahmet. Kimseye haber vermemişti. Evet, kaçmıştı. Hayalinde yaşattığı şehri hiç değilse bir kere görmek için kaçmıştı. Dedesi de yanında olsun isterdi, ama o da olacaktı. Bir gün muhakkak dönecekti. Ona anlattığı hikâyeyi hatırladı birden Ahmet:

“Yusuf (a.s.l, çok güzel bir çocuklu. Babası Yakup (as.), diğer kardeşlerinden ziyade Yusuf’u severdi. O ay yüzlü öyle bir güzelliğe sahipti ki onu bir kez gören aynaya bakınca aksinde tekrar tekrar onu görürdü. Gündüz ceylan gibi seğirtir, gece ay gibi parlardı.

Yusuf’ un on kardeşi daha vardı. Onlar babasının Yusuf’a olan sevgisinden haberdardılar ve Yusuf’ u kıskanıyorlardı. Bir gün babalarını kandırıp Yusuf’ u da yanlarına alarak kıra gittiler. Öyle bir kin vardı ki içlerinde. Yusuf ‘u kuyuya attılar ve hatta onu bulanlara bir esir gibi sattılar…

Benzer İçerikler

Bedoş

yakutlu

Arsien Krallığı

yakutlu

O Topraklar Bizimdi | Cengiz Dağcı

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy