“Dolapta biri var.” “Nerede? Ben göremiyorum.” “Göremiyor musun gerçekten?”
(…) Bazı sabahlar uyandığımda kendimi aynalı dolabın içinde bulmaya başladım. Gece nasıl olup da uyandığımı, dolabın içine hangi dürtüyle girdiğimi bir türlü hatırlayamıyordum. Bazen çalan saatin sesiyle gözlerimi açıyor, bazen de Asude’nin kıkırdayarak kapıyı açtığı ve “Dolapta biri vaaar!” cümlesi eşliğinde bana baktığı anda kendime geliyordum.
Gerçek nedir? Aile nedir? Aşk nedir? Bir akıl tutulması, bir dibe vuruş hikâyesi Dolapta Biri Var… Peki ama dolapta kim var?
Hafızanın Dehlizleri
Adım Azize. Otuz sekiz yaşındayım. Beşiktaş’ta oturuyorum. Tek başıma yaşıyorum. Elmadağ’da, bir turizm şirketinde sekreter olarak çalışıyorum. Kimsem yok. Yapayalnızım. Aslında, birkaç ay öncesine dek yapayalnızdım desem daha doğru olacak. Biri var. Bir erkek. Görüştük, ettik. Yıllardır yanıma erkek yaklaştırmadığım hâlde, onun benimle yakınlaşmasına izin verdim. Beni yeterince tanıdığını sandı ve sonunda evlenme teklif etti. Düşüneceğimi söyledim. Teklifini değil, hatıralarımı düşüneceğim aslında. Sakladığım aile sırlarıyla ona layık biri miyim gerçekten? Yıllar önce başımdan geçenleri ondan saklayarak nasıl müşterek bir hayatı paylaşabilirim?
Ona anlatmalı mıyım yoksa sırlarım benimle mezara mı gitmeli? Bunu düşünüp karar vereceğim işte. Ona, gençliğimden beri hiçbir erkekle birlikte olmadığımı, asla evlenmeyi düşünmediğimi, yabani olduğumu söyledim ve evlenme kararına alışmak için bana biraz zaman vermesini istedim. Kapris değildi, içten bir istekti. “Peki” dedi. Gözünde daha da ulaşılmaz, daha da cazibeli oldum ama bu nedenle zaman istemedim, gerçekten. Düşünmem gerek. Yazarak düşünmem gerek. Bu defteri tutmamın nedeni bu. Hatıralarımla yüzleşmem, barışmam gerek. Barışırsam evleneceğim onunla. Barışamazsam… İnsan hafızası nasıl da karanlık, derin bir kuyu. En dibe vardıktan sonra bir tünel açılıyor benimkinde. Sayısız dehlizi var sanki o tünelin. Ne yana koşsam başka karanlıkla karşılaşıyorum. Hangi hatıra, ne kadar gerçek? Yoksa biz mi süslüyoruz zaman içinde anıları? Kokularla, seslerle daha da mı biçimleniyorlar? Bilemiyorum şimdi.
Geçen gün bir film izledim. Aslında, gençken izlediğim bir filme ikinci kez denk geldim ve izlemeye başladıktan sonra hatırladım onu: Bunny Lake Kayıp. Televizyonda vermişlerdi bir akşam, henüz ailemizin başına korkunç şeyler gelmemişti. Filmden ürkmemize rağmen izlemiş, heyecanlanmıştık. Babam korktuğumuzu görünce kızmış, “Böyle şeyler izlemeyin” diyerek çıkışmıştı. Oysa, bu sefer izlediğimde hiç korkmadım. Filmin yarısından sonra ürpertici şeyler yok değil ama o zamanki çocuk hâlimizle ürkmüştük işte. Bu filmden bahsetmemin nedeni şimdi korkmamam değil, filmi tamamen başka türlü hatırlıyor olmam. Yıllarca, filmdeki kadının oyuncak bebeğini bahçeye gömdükten sonra salıncakta deli gibi sallandığı anısıyla yaşadım. Daha da garibi, filmi renkli hatırlıyor oluşumdu. Oysa, film siyah beyaz. Neden böyle hatırlıyordum? Oyuncak bebek ayrıntısı farklı, salıncak sahnesi bambaşka ve film renkli değil.
Yazdıklarımı günün birinde bulup okuyanlar olur diye, gerçek sahnelerden bahsederek izlememiş olanların keyfini bozmak istemediğim için ayrıntıya girmiyorum. Benim takıldığım, anlatmaya çalıştığım şey şu: Hatıralarımız bu denli çarpılıp değişebilir mi zihnimizde? Ailemin başına gelenlerin ne kadarını olduğu gibi hatırlıyorum? Hafızamın dehlizlerini nasıl aydınlatabilirim? Her şeyi anılarımın içinden çekip çıkarabilir miyim? Neyi, ne kadar hatırlıyorsam yazmalıyım, yazmalıyım… Artık içimde tutmaya dayanamıyorum çünkü. Tam yirmi bir yıldır o dehlizlerin en pis köşelerinde gizli anılarım. Bir insanla hayatımı birleştireceksem dürüst olmalıyım. Kimsenin bilmediği sırları ona anlatabilmek için önce kendimle yüzleşmeliyim. Ona anlatacak cesareti toplamalıyım. Beni kötü anılarımla, olduğum gibi kabul edebilir mi? Tüm o gizlerle… pek sanmıyorum. Yine de denemeliyim, kaybedecek bir şeyim yok artık. Bu deftere yazmayı bitirdiğimde asıl kararımı vermiş olacağım.
Her şeyin başlangıcına yolculuk etmeliyim şimdi. O mutlu yaza. Evet, o korkunç gecenin öncesinde mutlu bir aileydik biz. Evimizde hırgür olmazdı. Babamla annem kırk yılda bir seslerini fazlaca yükseltmeden tartışırlardı, o kadar. Biz de Asude’yle arada bir dalaşırdık ama çocukça şeylerdi bunlar hep. Evet, mutlu bir aileydik.
Hele o yaz… Kitap okumaya başladığım yazdı. Babam, “Kızlarım okusun, kendilerini geliştirecek bir uğraşları olsun diye düşünüp karar verdim” diyerek satın aldığını söylediği klasik kitaplar setini yemek masasının üzerine bıraktıktan sonra, şöyle bir bakma amacıyla elime almış, her şeyin başlangıcı olan geceye dek bir daha bırakmamıştım. Mutlu bir yazdı, mutlu bir aileydik. Babam devlet dairesinde memurdu, annemse bir mağazada tezgâhtar. Durumumuz ne iyi, ne kötüydü. Öyle kitap setleri falan lükstü aslında bizim için ancak babam, böyle setler satan bir tanıdığının ısrarı üzerine taksitle almıştı o kitapları kardeşimle benim için.
Asude elini bile sürmemişti; klasikler için fazla küçüktü. Bense, Emily Brontë’nin Uğultulu Tepeler kitabıyla başlamıştım okumaya. Sonra Jane Austen’den Emma, Balzac’tan Kuzen Bette, Tolstoy’dan Diriliş, Dostoyevski’den İnsancıklar, Turgenyev’den Bahar Seli, Wilkie Collins’ten Beyazlı Kadın, Pearl Buck’tan Ana… Çok iyi hatırlıyorum ilk okuduklarımı. Ne güzel bir yazdı… Balkona bir tabak meyveyle yahut annemin yaptığı enfes limonatadan koca bir bardakla çıkıp o kitapları okumak… Ne sıcak bir yazdı. O kadar sıcaktı ki, özellikle o korkunç gece öncesi, Asude’yle geniş balkonumuza koyduğumuz döşeklerde uyumayı alışkanlık hâline getirmiştik. Annem önceleri yadırgamış, sonra bazı geceler o da bize katılmaya başlamıştı. Yataklarımızı serip serip topluyorduk. Oturduğumuz apartmanın arka bahçesine bakan, bodrum katındaki evimizde bizim için cennetten bir köşeydi balkonumuz. Bahçeye açılan küçük, demir bir kapısı vardı. Bahçede bir dut ağacı.
Dutları toplar toplar yerdik Asude’yle. O çok sıcak gecelerde babam yatak odasında horul horul uyurdu, sıcak etkilemezdi onu pek. Annem, Asude, ben, şıpır şıpır terler akıtırken, babam şikâyet etmezdi. Zaten felaketi de bundan oldu. Her şeyin başlangıcı. 1999 yılının 16 Ağustos Pazartesi gününü, 17 Ağustos Salı gününe bağlayan gece çok ama çok sıcaktı yine. Hatta her zamankinden daha da sıcaktı, bunu çok iyi hatırlıyorum. Gece yarısı olduğunda annem, ben ve Asude nemden uyuyamaz hâldeydik. Döşeklerimizi balkona sermiş, bir süre çekirdek çitlemiş, karnımız şişsin de uykumuz gelsin diye deli gibi karpuz yemiştik. Babam yatak odasında uyuyordu.
Apartmandaki herkes balkonlardaydı, bunu da çok iyi hatırlıyorum. Gece yarısına dek annemle diğer komşular balkondan balkona konuşarak, havanın sıcaklığından şikâyet edip durmuşlardı. Sonra dalmışız. İçimiz geçmişti herhalde. Birden korkunç bir sesle uyandık. Toprak altımızda gıcırdıyordu. Apartman zangırdıyor, duvarlar çatırdıyordu. “Deprem!” diye bağıran annemin ve çığlıkların yükseldiği üst katlardaki insanların sesi eşliğinde kendimi arka bahçeye attığımı hatırlıyorum. Annemle Asude de yerlerinden fırlamışlardı. Deliler gibi bağırıyorduk. Hiç durmamacasına babama sesleniyorduk. Hepsi saniyeler içinde olup bitti ama saniyeler öyle uzundu ki… Yine de babam odadan bahçeye kaçamamıştı işte.
Sonrasında dehşet verici bir gürültü ve babamın yıkılan apartmanın altında kalışı. Yetişememişti babam balkona. Ölüsünü günler sonra çıkarabildiler. Bir anda mutluluğumuz yok olmuştu. Enkazdan çıkarılanlar arasında birkaç kitabımı bulduğumu hatırlıyorum. Babamdan hatıra, onun hediyesi diye hâlâ saklarım kitapları. Şimdi kitaplarla dolu evimde başköşedeler. Kenarları ezilmiş, yıpranmış, bazıları orasından burasından bantlanmış…
Babacığımın ölüsü ise kitaplar kadar iyi korunmamıştı. Parçalarını çıkardılar enkaz altından. Bir anda dağılmıştı yuvamız. Kirayla oturduğumuz ev bir avuç toz olmuştu. Annemin çalıştığı mağaza da. İlk şaşkınlık zamanları geçtikten sonra, enkazda bulduğumuz ikiüç parça eşyamızla İstanbul’un yolunu tuttuk. Anneannem ile dayımın oturduğu bu eve geldik, Beşiktaş’a. Kimsemiz kalmamıştı İzmit’te çünkü. Babamın oradaki birkaç akrabası, eşi dostu, herkes depremde ölmüştü. Böylece geldik, yerleştik İstanbul’a çaresizlikten. Her şeyi mekanik bir şekilde yapıyorduk. Şaşkınlığımız çok büyüktü ve çok uzun sürdü. Okullar açıldığında, Asude’yle yeni okullarımıza başladık. Robot gibi okula gidip geliyorduk. Annem bir markette kasiyer olarak iş bulmuştu; o da robot gibi çalışıyordu. Başımıza gelenlere çok üzülen, kendi derdi başından aşkın anneannemse sık sık ağlıyordu.
Biz tuhaf bir biçimde artık ağlamıyorduk. İlk günler o kadar çok ağlamıştık ki, artık gözümüzden yaş gelmiyordu galiba ama içimizde bir yerler hep ağlıyordu. Kalbimiz miydi sürekli sızım sızım sızlayan, ruhumuz muydu kocaman gözyaşlarını sel gibi akıtan? İçimiz çürümüştü, koftu, rutubetliydi. İçimizde bir şey ölene dek su sızdıracaktı sanki. Şimdi düşünüyorum da aslında her şey babamı toprağa verdikten sonra geldiğimiz İstanbul’da, Beşiktaş’taki bu apartman dairesinde başladı. Babamın emekli maaşı bize bağlanmış olsa da, İzmit’te geçinemezdik. Annem o kaos ortamında uzun bir süre iş bulamazdı; her şey tuzla buz olmuştu. Tek maaşla hem kira verip hem de yaşayamazdık. Zaten depremi hatırlatan her şeyden kaçmak, mümkün olduğunca uzaklaşmak istiyorduk. Beşiktaş’taki bu apartmanın en üst kattaki dairesine sığındık böylece. Anneannemin evine yerleşmekten, İstanbul’da yeni bir yaşama başlamaktan, yeni sıkıntılara boyun eğmekten başka çaremiz yoktu. Böylece hayatımızın Şahin Dayım ve anneannemin yanındaki kısmı başlamıştı.
…