Yağmurlardan artakalmış bir taşra şehriydi. Sular, çer çöp ne bulduysa getirip sağa sola rastgele bırakmış, toprağı çizik çizik oymuş, bir sürü irili ufaklı taşı ortaya çıkarmış, sonra geride koyu bir hüzün, iç sıkıntısı, donuk kül rengi bir gökyüzü bırakıp gitmişti. Yağmurla birlikte insanlar da, hayat da çekip gitmişti şehirden sanki.
Bademliğin altında, tepenin dibinde, ergenliğin derinlerinde bir yer… Taşra otobüsleri, dağın kışı, ormanın gürültüsü… Çökelez’in Kadir, bizim İlhami, Salih Kalfa, Çapar Sarı, amcamlar, yengemler, Pembe ablam… Hısım, akraba, birbirini tanıyan insanlar… Şehre bir şey gelmiş, sonra hemen gitmiş… Sazevleri, kaldırımlar, kahvehaneler, tek göz evler, dudak dudağa öpüşen artizler, tren düdüğü, İmpala…
Ethem Baran, uzağı olmayan şehirlerden hikâyeler anlatıyor… Sessiz ve güzel şeyler, hatıralar, unutulanlar… Sahici ve romantik…
Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı, 2005 yılında Yunus Nadi Öykü Ödülü aldı.
VE DEMİŞTİK
Evleri dere kenarındaydı biliyorsun. Hani bademliğin altın- da, tepenin dibinde. Kışın kızak kayarken oradaki evlerin çatısına uçacağız diye korkardık hatırlıyor musun? Aslında görmüşsündür o kadını, tanırsın. Sürmeli, rastıklı, esmer bir kadındı. Kocası ölmüştü. Adam, hapishanenin altındaki bri- ket ocağında çalışırmış, belki oradan tanırsın. Rahmetli demek doğru mu bilmem ama, işte o adamın sağlığında bile kadının “kırıkları olduğu söylenirdi. Bizim Ilhami vardı ya, hani sonradan sizin komşunuz olmuşlardı, işte onun babası, genelevde bekçilik yapan Çap Rıza’nın çap çap yürüdüğü için öyle derlerdi, o kadının kırığı olduğunu herkes bilirdi. Ilhami, yazık, öyle mahcup olurdu ki…
Onun yanında bu konudan bahsetmemeye çalışırdık. Mahallede kocasindan çok kadın tanınırdı. Durmadan gezerdi; akşama kadar çarşıyla ev arasında mekik dokurdu. O zamanlar ben, henüz bıyığı terlememiş, vakit geçirme sıkıntısıyla kaldırımları arşınlayan, kahvehanelerin birinden çıkıp diğerine giren, okula gidiyorum diye evden çıkıp ke- merime sıkıştırdığım bir defter bir kitapla sazevlerini, düğün Salonlarını dolaşan bir yeniyetmeyim.
Biraz büyüdük, aklımız her şeye eriyor ya, aslında buğday satıldığı halde neden- se herkesin un pazarı dediği, güvercinlerin ve onlardan cesaret alan serçelerin gün boyu bir Büyük Cami’nin kurşun kubbelerine, bir üstü naylonlarla örtülü buğday ōbeklerinin açıkta kalan kısımlarına kanat çırptığı o meydanda hamallık yapan babamla sık sık kavga ediyoruz. Akşama kadar buğday çuvallarının altında ezile ezile içi boş bir çuvala do- nen zavallı babam, sağır ve dilsiz bir kadın olan anneme biraz daha benzediğinden olacak hiç konuşmazdı. Konuştuğunda da ya kardeşlerimi ya da annemi döverdi.
Beni artık dövmüyordu, bağırıp çağırıyor, ana avrat küfrediyor sonra gidip yatıyordu. Babam erken yatardı ama, sofradan kal- kıp da dört tane içtiği, sırtında yük taşırken bile söndürmedigi sigarasının duman rengine boyadığı gözlerini duvara di- kip düşündüğü o bir iki saat bir türlü geçmezdi. Sanki babam hiç yatmayacak, dışarı çıkamayacağım; gecenin bana ait kısmı elimden uçup kaçacak sanırdım. Eğer akşam yemeğine eve gitmediysem mesele yoktu; gece döndüğümde herkes yatmış oluyordu, sabahları da babamı görmüyorduk zaten. Yok eğer evdeysem, o sıkıntılı saatler uzadıkça uzuyor, kardeşlerim ders çalışıyormuş gibi yaparken annem her zamanki sessizliğiyle ortalıkta dolaşıp duruyor, gece kısalıp bitmeye yüz tutuyordu. Aslında annemin sessizligi babamın evde olduğu saatlere özgüydü. Yoksa mahallenin en gürültücü kadını oydu. Evin önünde oynayan çocukları kovalar, komşularla kavga eder, ağzından kelime yerine çıkan çığlıklarla babamdan yedigi dayaklara, bizim yaramazlıklarımıza, yokluğa, karanlıga, pislige en çok da sessizliğe karşı isyanını dile getirirdi. Bir zaman da televizyon yüzünden dayak yedi annem.
Televizyon istiyordu. Babam da “Ulan salak karı, ağzın yok dilin yok, sen ne yapacaksın televizyonu?” diye tekme tokat girişirdi. Annemin, televizyonu bizim için istediğini hiçbir zaman anlamadı babam. O hiç bitmeyeceğini sandığım dakikalar, odayı dolduran sigara dumanlarıyla dağılıp gidiyor; babam, mahallenin bir çok erkeğinin henüz evlerine dönmediği bir saatte, erken- den yatıyordu. Kendimi hemen dışarı atıp koşar adım o eve vardığımda yemek yerken buluyordum onları. Vaktin henüz erken olduğunu anlayıp rahatlıyordum. Yine o zamanlardı beni darbuka merakı sardığında. Sigaraya başlamışım, sigara parası yok; okula gidiyorum, doğru dürüst defter kitap yok; üstte yok başta yok. Bir de derste öyle uykum geliyor ki, sorma. Bir defter ile bir kitabım var, kemerime sıkıştırdım mıydı onları, ilk teneffüste ver elini dışarı. Doğru kız mesleğin oraya. Kız mesleğin civarı, benim gibi okuldan kaçanlar ile tasdiknamelilerin, beklemelilerin, okulu bitirmiş askere gidecekleri günü bekleyenlerin, evli oldukları halde bekår geçinenlerin ve en çok da hayatlarında hiç kız görmemiş ya da şehrin başka yerinde hiç kız yokmuş gibi bahçe duvarını yalayarak dolaşan endüstri mesleklilerin mekânıydı. Karnım iyice acıkana kadar duvar boyunca ayak basmadığım yer kalmıyordu. İlk zamanlar un pazarına, babamın yanına gidiyordum belki harçlık verir diye. Güneşten bozarmış yüzü, dumanlı gözleriyle gülümserdi babam beni görünce. Arkadaşlarına “Benim büyük oğlan,” derken sarı bıyıklarının altındaki sarı dişleri daha da sararırdı. Bu adamin, akşamları evde nasıl başka bir adama dönüştüğünü düşünür, şaşardım. Cebinde parası varsa, ben istemeden çıkanır verirdi. İşte o zaman, un pazarındaki bütün kuşlar havalanır, meydanın üstünü kapatan gökyüzü silme güvercin kesilir, kanat şakırtıları bütün çarşıda yankılanırdı. Bu, benim inanılmaz bir sevinçle kuşların arasına dalmamla mı olurdu, yoksa kuşlar da benimle birlikte mi havalanırdı düşünmezdim bile. Çoğu zaman da babam sesini çıkarmaz, ışı yoksa bile buğday çuvallarını düzelterek çalışır gibi yapardı. Oysa öyle çok isterdim ki, “Karnın aç mı?” diye sormasını; köşe- deki fırından alacağımız sıcak pidelerin içine, fırının önünde haşlanmış yumurta satan adamdan iki yumurta alıp üstü- ne kırmızı toz biber serperek yemeyi…
Sonraları utanır oldum babamın yanına gitmekten. O sıralar en büyük merakım, düğünler… Hani bizim balo dediğimiz salon düğünleri. Uzun saçlı, tuhaf kıyafetli gençlerin gitar, org, bateri çaldığı; ılık meşrubat ve bayat, kuru pastaların ikram edildiği; davetsiz “çarşı gençliği”nin önce kapı ağzında dikilip salondaki kızları tek tek “tespit ettiği”, sonra da ellerinde ya da ağızlarında sigaralarıyla piste çıkıp meydanı kimseye bırakmadıkları düğünler… Aslında merakım düğünlerden ziyade sazcılar. Sazcılar dedimse, düğün salonundaki, kızların gözdesi orkestracılar değil elbet. Onların yanına bile yaklaşamıyoruz. Benim dediğim ev düğünlerine giden orkestracılar.
Bilirsin, eskiden ev düğünlerini davul zurnacıdan hariç klarnet, keman, cümbüş, bir de darbukacıdan oluşan çalgıcılar yapardı. Sonradan onların yerini elektrosaz, bateri veya darbukalarıyla koca koca hoparlörlerini taksiye yükleyip gelen sazcılar aldı. Sazcı dediğime bakma, onlar da kendilerine orkestra diyorlar ama milletin dilinde adları “cazcıydı.. Her ne kadar darbukaya, elektrosaza heves sardıysam da, esasında gözüm kemandaydı. Meşhur bir çalgıcı takımı vardı. Şefleri keman çalan, esmer, yakışıklı bir adamdı. Oglu da ben yaşlardaydı darbuka çalıyordu. Ne kadar çok isterdim biliyor musun o adamın babam olmasını. Kendime öyle yakın bulurdum. Kanım kaynardı. Babam gibi degil, onun gibi olmak istiyordum. O yaşlarda babamın yerine koyduğum birkaç adamdan biriydi.
…