Çorbacıdan çıktık. Geçtiğimiz her sokak tanıdıktı artık, insanlar akrabamızdı. Döngüyü tamamladık sanmıştım,oysa tahminimden de büyüktü döngü. İç içe geçmiş döngüler vardı içinde. Tamamladığımız bunlardan biriydi sadece. Başımız daha çok dönecek, en iyi bildiğimizi sandığımız sokaklardan geçerken. En yakınımızdakine dokunurken şaşırıvereceğiz. Acemi bulacaklar bizi, tedirgin, kafası karışık, huysuz, umutsuz.
Şu baş dönmesini anlatabilecek miyiz?
Behçet Çelik, Düğün Birahanesi’nde arkadaş olmanın, ferah anların, durup sorguladığımız zamanların, ailenin, şehirlerin kuşatıcılığının ve aşkların; etrafımızda dönüp duran, sıra kendilerine geldiğinde az çok benzer biçimlerde hayatlarımızı yoklayan durumlar olduğunu hatırlatırken, bazen göstermekte zorlandığımız, bazen de bile isteye gizlediğimiz, fakat her zaman var olan farklı ve canlı renklerimize dikkat çekiyor.
Tüm bunların yanında aklımıza birtakım sorular düşürmeyi de ihmal etmiyor: Biz kimiz? Onlar kim? Karşı karşıya mı, yoksa yan yana mıyız? Parça mıyız, bütün müyüz? “Hayatları” diye bir kelime var mı, yoksa hemen “hayatlarımız” ya da “hayat” diye düzeltmeli miyiz? Parmağımızı aynanın karşısına geçip kendimize mi sallamalıyız?
Abartısız, yalın bir dille anlatılmış, ayrıntılardaki saklı ritimleri duyuran öyküler.
İÇİNDEKİLER
Ötedeki……………………………………………………………………………………………………………..9
Soğuk bir ateş………………………………………………………………………………………47
Tuhaf……………………………………………………………………………………………………………….55
Ötesi yok……………………………………………………………………………………………………..61
Düğün birahanesi………………………………………………………………………….67
Kar karanlığı………………………………………………………………………………………..73
“Ya alkol olmasaydı”…………………………………………………………………81
Ayakkabı kutuları………………………………………………………………………….87
Ne oldumsa………………………………………………………………………………………….97
Perdedeki hayal……………………………………………………………………………..103
Hepsi bir…………………………………………………………………………………………………..113
Çivi………………………………………………………………………………………………………………….121
İki cami arası beynamaz…………………………………………………..129
Ötedeki
I
Denizin nerede bitip gökyüzünün nerede başladığı belli değil. Sis ufuk çizgisini silmiş. Gökyüzü, ayaklarımızın dibinden başlıyor; ya da deniz kabarmış, yıldızlara uzanmış. Oturduğum çay bahçesinde hemen herkes yaşlı. Gençler için uygun bir gün değil perşembe. Onlar mesaideler; işsizler için pahalı, öğrenciler için uzak bir yerdeyim. Öbür masalarda, buraya yıllardır geldiklerini, yıllardır sustuklarını düşündüğüm birkaç yaşlı adamla kadın, gözlerini diktikleri uzaklarda ufuk çizgisini arıyor olmalılar. Gözlerimi denizdeki sayısız karabatağa diktiğimi, suya ansızın daldıktan sonra ötede çıktıkları yeri görmeye çalıştığımı, ama göremediğimi, sis mi engel oluyor, karabataklar mı çok hızlılar suyun altında, bilmem, daldıklarını görüyorum, ama çıktıklarını göremiyorum bir türlü önümdeki çayın masada içilmeden soğuduğunu gören yok. Kış ortasında anlamsızca aydınlık bir gün işte. Kendini ısıtmaktan âciz bir güneş, günlerdir varla yok arasında gökyüzünde salınıyor. Tutucu biri olduğumu düşünmeye başladım, mevsimler mevsimliğini bilmeli, diyorum. Ne o öyle, kış ortasında güneş, yaz ortasında kar? Güneşle sisin tutuştuğu hâkimiyet savaşı, bir birinin bir ötekinin üstün geldiği oyun da bir şey demiyor bana. Hava kapalı olsaydı, işyerinde kalıp kâğıtlara gömülseydim daha huzurlu olacaktım. Kaçtımsa aydınlık gözümü aldığı için kaçtım. Aydınlık denirse bu kirli, sisli, bulanık havaya. Yine burada buluşmuştuk ilk seferinde. Akşamdı.
Deniz karanlıktı, biz de içerideydik zaten. Bu sisli, denizli şehre yeni gelmiştim. Onu görmemi Ayhan istemişti. “Selamımı götür, benim adımı duyarsa mutlaka gelir,” diye eklemişti. Telefonda adımı söylediğimde karşımdaki kadının sesi gerçekten de değişivermiş; sevinçli bir çınlamayla, “Ayhan arayacağınızdan söz etmişti,” demişti. Uzun süre yüzüme bakmıştı oturduktan sonra. Bana değil Ayhan’a bakıyordu. Daha doğrusu Ayhan’dan bir iz, bir çizgi arıyordu yüzümde. Esmerliğimizi ve dökülmeye başlayan saçlarımızı benzetmiş miydi; ya da gözlüğün ardından mahcup bakan gözlerimin Ayhan’ınki gibi hafif çekik olduğunu fark etmiş miydi? Birbirini tanımayan iki insanın aylardır görmedikleri biri istiyor diye buluşmaları saçmaydı belki. Nasıl olup da onu aradığıma şimdi şaşıyorum. Ayhan’ın saatlerce anlattığı, anlatmak denmez, yanımda saatlerce düşünüp durduğu– kadını merak ettiğim için gelmiştim. Konuşacak bir şey bulamazsak, Ayhan’dan konuşuruz, diye ummuştum. Öyle de olmuştu. Nerede tanıştığımızı sormuştu, ne kadar yakın olduğumuzu, birlikte geçirdiğimiz çok eskide kalan yılları. Sonra benim neler yaptığımdan konuşmuştuk. Kimseyi tanımadığım bir şehre ikiletmeden geldiğimi duyunca: “Evet, onun arkadaşısınız,” demişti, “o da aynını yapardı.” Ayhan’ı benden daha çok tanıyormuş duygusu yaratıyordu konuşurken. Buna bozuluyordum bozulmasına, ama onun kendisini kandırdığını düşünüyor, ses etmiyor, anlamsız bir rekabete girmiyordum. Ayhan’ı kimsenin benden iyi tanıyamayacağından o kadar emindim ki. “Benden nasıl söz etmişti?” diye sorduğunda, benimle tanışmaya neden bu kadar can attığını anlamıştım. Sorularına yanıt arıyordu. Sorular içini yakmayı sürdürüyor olmalıydı. Ne yanıt verecektim ki buna? Sonra birden: “Güzel olduğunuzu söylerdi,” dedim. Gülümsedi. O sormadı, ama “Haklıymış,” dedim utanarak. Gülümsemesi bütün yüzüne, gözlerine yayıldı.
“Başka ne anlatırdı benim hakkımda?” diye sordu.
“Öyle uzun uzun bir şeyler anlatmadı. Söz geldikçe anlatırdı.”
“Mesela?”
“Bir keresinde müzik dinliyorduk. Kaseti sizden aldığını
söylemişti.”
“Piyano mu?”
“Piyano ve çello.”
Çekici bir gülümsemesi vardı, yüzünün tamamına yayılıveriyordu bir anda. Davetkâr değildi, ama onu gülümserken görenlerin gülümsememesi imkânsızdı. Ayhan neden ayrılmıştı ki bu kızdan? Bunu Ayhan’a da birkaç kez sormuş, anlamlı bir yanıt alamamıştım. Hoş, birlikte olmuşlar mıydı, neler geçmişti aralarında, bunları da tam olarak bilmiyordum. Ayhan’ın bu şehre geleceğimden niye söz ettiğini anlayamamıştım. Onu arayabilmek için bir bahane miydi benden söz etmesi yoksa? Sorgucu rolünü ben aldım. “Çok sık değil, bazen arar beni, hatırımı sorar,” dedi. “Sen aramaz mısın?” diye sordum. Ayhan’dan konuşmak, “siz”i hemen “sen”e çevirmişti. “Aramam.” Sert değildi sesi. Küskünlük ya da kızgınlık yoktu. Saygılı olduğunu düşünmüştüm. Seçme, arama, aramama haklarını karşısındakine devredenlerdi.
Ayhan’la son görüşmemizde sabahlamıştık. Farklı şehirlerde yaşadığımız için iyice seyrekleşmişti görüşmelerimiz. Başımızdan geçenlerden konuşmuştuk. Ondan da söz etmişti; terk ettiği şehirde yaşayıp da bana anlatmaya değer bulduğu pek çok şey gibi. Onu tanıdığımdan beri sabaha kadar süren bu sohbetlerde, kadınların her zaman ayrıcalıklı yeri olmuştu. Adını bile bilmediğimiz kızlar hakkında saatlerce konuşur, sorular sorardık. İlk iki yıldan sonra aynı şehirde hiç yaşamadık; ne ben onun hayatına giren kadınları doğru dürüst tanıdım, ne o benim hayatıma girenleri. Anlattığımız bir şey oldu kadınlar. Belki de birbirimize anlatırken kafamıza dank etti bir şeyler; tam o anda vurulduk. Görüştüğümüz o son gece, onun terk ettiği şehre bir zaman sonra benim yerleşeceğimi ikimiz de bilmiyorduk. Bilseydik, bilseydi, yine de gider miydi? Bu yaşa gelmiş, ikimiz de yerleşememiştik bir yere.
Yer, bir zaman sonra çekiliveriyordu ayaklarımızın altından. Başka bir tarafa atıyorduk kendimizi. Ayhan’ın bu şehri neden bırakıp gittiğini sordum. “Bilmem ki,” dedi, “ama onun bir bildiği vardır.” Peşinden, benim neden geldiğimi sordu. “Farkında olmadan sıkılmışım orada, burada bir iş önerilince hemen kabul ettim.” Bu yanıt biraz ezbere olmuştu; daha önce pek çok kişiye bu yanıtı vermiştim. Kız arkadaşım olup olmadığını sordu; önceki sorunun yanıtını arıyordu. Hem var hem yok anlamına gelecek biçimde, başımı hızlı hızlı birkaç kez iki yana salladım.
“O ne dedi gitmene?”
“Bilmem. Bir şey söylemedi.”
Çapkınca göz kırptı. “Kaçtın mı yoksa?”
“Bilmem,” dedim gülümseyerek, “kendime de bir şey söylemedim bu konuda.”
Ayhan’ın kaçtığını düşünüyor olmalıydı. Beni değil de Ayhan’ı anlamaya çalışıyordu. Bana da olur bu; birilerine Ayhan’ı anlatırken kendimi anlattığımı fark ederim birden. Belki yanılır, karıştırırım, ama hoşuma gider buna inanmak. Zaman zaman onunla fikir ayrılığına düştüğümde bu yüzden dehşete kapılıyor olmalıyım. Bir süre sustuk. Görüşmemizin görünüşteki nedenine döndük sonra. Bu şehri anlatmaya başladı. Nerelere gidileceğini, neyi nerede bulabileceğimi, zamanın nasıl geçirileceğini anlattı. Ayhan bütünüyle çıkmamıştı aramızdan.
Anlattıkları hep Ayhan’ın zevkine uygun şeyler, onun sevdiğini düşündüğüm yerlerdi. Konu doğrudan Ayhan’a dönmedi bir daha. Aralarında neler geçtiğini iyice merak etmiştim oysa; o da Ayhan’dan konuşmayı yeğlerdi sanırım. İkimiz de cesaret edemedik. Neydi bizi korkutan? Ayhan’ı özlemek miydi? Yoksa onun hakkında konuşmayı onunla konuşmanın yerine geçirmekten mi korktuk? Onun hakkında bildiklerimizi izni olmadan ortaya döküvermekten çekindik belki de. Ondan ayrılıp eve döner dönmez Ayhan’ı aramış, “Delisin oğlum sen,” demiştim. “Bırakıp da gidilir mi böyle biri?” susmuştu; hattın öbür ucunda, ensesini kaşıdığını görür gibi olmuştum, sıkıldığı ya da sıkıştığı zamanlarda hep yaptığı gibi. Sözü değiştirip nereye gittiğimizi sormuştu.
“Deniz kıyısında bir yerdi.” Kafeteryanın adını söyleyivermişti. Bildiği, birlikte de geldikleri bir yerdi demek. Başka türlü olmasını beklemek saçmaydı zaten. Kapatırken, “Onu ara ha,” demişti, “yalnız bırakma.” Eminim, aynı vurguyla ona da söylemişti bunu geleceğimden söz ederken. Kızdırmak için, “ne arayacağım ya,” demiştim, “sen ara.” Oysa ayrılmadan önce, bir gün birlikte sinemaya gitmeyi kararlaştırmıştık. “Ara… ara… Şimdi çok yalnız.”
İçimden,“Bana ne? Onu yalnız bırakan ben miyim?” demeyi geçirmiş, ama diyememiştim. Ayhan’ın sesi de çok yalnızdı. “Tamam… tamam… Ararım,” demiştim. Sis yayıldıkça yayılıyor. En yakınımdaki üç beş karabatağı seçebiliyorum ancak, ötekiler yok oldu. Hep suya batacak değiller ya, bu kez de sise battılar. Başka bir yerden çıkacaklar sonra. Ayhan’ın orada, benim burada çıktığım gibi. Saate baktım. Beşe beş var. Birazdan gelecek. Sisin arasından süzülerek. Önce gülümsemesini göreceğim; sonra saçları görünecek. Sonra… Hesabı isteyip kalktım.
…