Niye hüzünlenirdi? Oğlu için mi? Selim Beyazıt’ın hayali düşüyor hatıraların üstüne… Hüzün, Kâzım Hoca’ya yabancıydı. Yoksa değil miydi? Kapalı pencereler… Ferda’nın yüzüne kapanmış… Bina onu dışlıyor… Bir zamanlar dışladığı mazi, şimdi Ferda’yı dışlıyor… Erendiz Atasü’nün romanı Dün ve Ferda, 60’lı yıllardan bugünlere uzanan bir dönemi mercek altına alıyor. Başkarakter Ferda’yı romanın başlarında mezuniyetinin verdiği özgürlük sevinciyle havalara uçarken görüyoruz. Atasü, onu yalnızca usta bir romancı kimliğiyle değil, bir toplumbilimci, bir psikolog gözüyle de inceliyor. Aşkları, cinselliği, üniversiteye başlar başlamaz karşılaştığı politik ortam karşısındaki tutumu, sol düşünceye bakışı, tartışmaları, gördüğü baskı ve işkenceyi etraflıca, yaşamı boyunca çevresinde yer almış başka karakterlerle birlikte anlatıyor. Dün ve Ferda, sol hareketin 90’lara kadar yaşadığı deneyimi ve sonuçlarını tartışması bakımından da üzerinde çokça konuşulacak bir roman.
1. bölüm
Coşkulu bir genç kız
Fındıklı yokuşundan aşağı uçar gibi iniyor. Çıtı pıtı bir genç kız. Rüzgâr yeleli tay. Atkuyruğunda topladığı kumral saçları ardında dalgalanıyor. Gözleri, aşağıda masmavi uzanan Boğaziçi’ne kilitlenmiş. Güneş pırıltılarıyla oynaşan deniz. Suyun okşayıcı temasını terli gövdesinde ılık bir öpüş gibi duyumsuyor. Yirmi bir yıllık hayatının en mutlu ânı! Fiziksel devinimin bir eşiği vardır; o eşik aşıldı mı, benlik bedenle özdeşleşir. Hızla devinen kaslar ve damarların atışı… Vücut, yaydığı ısıyı kuşanır… Kulaklar uğultulu, gözler kilitlendikleri hedefin dışında dalgın, zihin boşalmış… Genç kıza eşiği atlatan, mutluluktur. Mezun oldu; üniversiteyi bitirmekle kalmadı, asistanlık sınavını da kazandı. Artık bir maaşı olacak; ana baba eline bakmayacak; sadece emir almayacak, bundan böyle onun da sözü dinlenecek. Dünyayı yerinden oynatacak güç doldurmuş ufacık bedenini. Özgürüm hey!.. Güçlü olunmadan özgür olunamayacağının bilincinde. Kollarını kaldırıp mavi havayı kucaklıyor. Varsın deli desinler ona, varsın sevdikleri sevmesin onu, ne umuru! Yaşamın tadını, azıcık deli olanlar gerçekten alabilir. İnsan zihni ne tuhaftır! Hani genç kızın zihni bomboş kalmıştı… İşte, denizin rengi mavi bir iksir gibi doldururken o boşluğu, esrimeyle; benliğinin güçle bu ilk buluşmasında –yoksa yanılsama mıydı bu kavuşma zihin denen o karmaşık dizge, duygularındaki şenliğin tam tersini çağrıştırıverdi; acı anılar hücum etti belleğe. İlkokulda çektikleri…
Nefret etmişti eğitim kurumlarından; daha doğrusu tüm kurumlardan ve güçlülerden. Ezilmeyi bedeninde tanımıştı, küçük boyu yüzünden onu adamdan saymayan iriyarı oğlanların ve, evet, kızların zorbalığı yüzünden. Ezilmenin, horlanmanın izlerini bedeninde taşıyor. Bellek unutsa da beden unutmaz. Saçını kopartasıya çekerler, omuz atarlar, şekerini elinden kaparlar, defterini karalarlar. Zalimdir çocuklar. Öğretmene şikâyet etse, adı müzevir’e çıkar, kendini savunamaz. Teneffüslerde, çocuklar arasındaki itiş kakışı görmezden gelir bezgin öğretmenler; ya da kim haklı kim haksız ayırt etme zahmetine girmeden basarlar tokadı tüm taraflara. İriyarı çocukların çelmesiyle düşmek yetmezmiş gibi, bir de başöğretmenden azar işit ya da tokat ye! İşte o çelmelerden birinin yadigârı hâlâ dizinde ve hep orada kalacak. Sivri bir çakıltaşının derisinde oyduğu kanlı iltihaplı girintiden artakalan nedbe dokusu. Kendimi ancak ben, kendim koruyabilirim.
Onca yalvarmıştı, onu güya canından çok seven babasına. N’olur gel, okuldaki zorbalarla konuş, diye. Hayır, aldırmamış değildi babası; çok da üzülmüştü üstelik. Çekinmişti. Onu, daha küçükken dizlerinde hoplatan, esirgeyen babası göze alamamıştı başöğretmenle görüşmeyi. Sicili bozuk bir subayın, yarardan çok zararı dokunur diye. Böyle düzen olmaz olsun! Hep düzen karşıtlarından yana oldu usu ve yüreği. Düzeni değiştirebilmek havayla suyla değil, güçle oluyor. Ailesinin durumu malum. Ona eczane açamazlar. Hayır, devlet hastanesinde eczacı olmayı istemez. Hastane, okul, hepsi aynı düzenin değişik yüzleri. Hep emir kulusun. Üniversite farklı olabilir. Bilim yuvası. Bilgiye sahip olmak, servet sahibi olmak kadar güçlü bir konum. Sonra bilimsel özgürlük, üniversite özerkliği…
Kıyıya inince kocaman bir külah dondurma alacak. “Sokakta hiçbir şey yenmez, hele o yalamak da ne oluyor, dilin dışarıda pabuç gibi!” diyen annesine inat, dilini ta kökünden sarkıtarak yalaya yalaya dondurma yiyecek, bu ilk özgür ve güçlü gününün şerefine. Yüksek tavanlı, geniş merdivenli taş bina, Beyazıt Meydanı’nın bir köşesinde yükseliyor. Tarihten ve askerî geçmişinden gelen güvenle, dünya yansa yerinden kıpırdamayacağından emin duruyor. Osmanlı’yı ve yıkılışı gördü, işgali ve ihaneti; kurtuluşu yaşadı ve yeniden kuruluşu. 1960 İhtilali’ni önceleyen günlerde, haklılıklarını kuşanıp da alanı doldurmuş genç kitlelerin coşkusuna tanık oldu. Sonra, inançla kendinden geçmiş kalabalıkların lanetlerini işitti. Bana mısın, demedi… Kimi pencereleri, ahşabı yağmur ve tarihle kararmış evlerin dizildiği sokaklara bakar. Roman sevenlere Sinekli Bakkal Mahallesi’ni hatırlatır, eski İstanbul’un dar sokakları.
Romanlardan hoşlanmayanlar için köhnemiş bir mekân işte, tümden yıkılsa da şöyle geniş bir ufuk görünse fena mı olur. Kalın duvarlı taş binanın duruşu kimilerine güven verir, ürkütür kimilerini; mimarinin dayanıklılığının yanında insanın geçiciliği öyle belirgindir ki… Binanın çilesi 1970’lerde başlayacak… İçinde ders gören öğrenciler, önünde bombalarla paralanacak! Ve çeyrek yüzyıl sonra deprem vuracak! Ana duvarlardan birinde, boydan boya, kalın mı kalın bir dala benzeyen derin bir çatlak oyacak, yerkabuğunun sarsıntısı. İnsan soluğundan, insan sesinden, ayak tıpırtılarından yoksun kalan yapılar, deprem vurmasa da aşına aşına çöker. Fakülte binası, onarım için gerekli işleyişi başlatacak insaf sahibi bir yetkiliyi bekleyecek yıllarca; ağır ağır çöküp önce milimetre milimetre, sonra santimetre santimetre toprağa yaklaşırken. 1967 yılının, baharı andıran bu haziran gününde kimse olacakları bilmiyor. Bir kısmı zaten hiç bilemeyecek. Olacaklar olmadan ayrılacaklar insanların dünyasından, sağlamlık ve güç yanılsamalarını yitirmeden, söz konusu uygarlıklar ve ülkeler ise…
Talihli kişiler bunlar. Kimi ise… yıkılan kanılarının altında, çatlakların ne zaman nerede başladığını görmek istemeden, sabun köpüğü gibi sönen yanılsamalara tutunmak isteyerek… Prof. Kâzım Beyazıt, bu ikinci gruptan. Bir de üçüncü grup var, günü doğru değerlendirebilen, haklılığına dayanarak yarına umut bağlayan küçük bir azınlık. Kâzım Beyazıt’ın eski öğrencisi Prof. Hürriyet Berkman Hanım ise bu azınlık grubundan. Anılan yılın, anılan mevsiminde –zihninin arkasında onu hiç terk etmeyen inatçı bir soru– kimi kez gizliden gizliye, kimi kez açıkça işbaşında olsa da, Prof. Kâzım Beyazıt kanılarının bilimsel gerçekler kadar sağlam olduğu görüşünde.
Bu kuşkucu olmadığı anlamına gelmez. “Bilimsel kuşku” der o, yarı şaka yarı ciddi. Kuşkularının odağında kişiler vardır. Uzun boylu, geniş omuzlu, levent endam, beyefendi biri. Saçlarına ak düşmüş. Yüzlerce öğrenci yetiştirmiş. Prof. Hürriyet Berkman, gözleri, hocasının kocaman işçi ellerine ne zaman ilişse Kâzım Bey’in işçi düşmanlığına şaşar kalır. Oysa laboratuvarda çalışmak da bir tür işçiliktir. Gerçi Kâzım Hoca artık laboratuvara girmez. Günün büyük kısmını penceresinden dışarısını, yıprak binaları seyrederek geçirir. Odası, Osmanlı’dan kalma dar sokakla adeta iç içedir. Zamanın, kirişleri çökerten gücüne hayrandır Kâzım Hoca; çöküşün, yıkımın acı ve ezik lezzetine tutkundur öte yandan.
Hürriyet Hanım, gençliğinin yarısını gözyaşı dökerek geçirmesine sebep olan hocasına saygıda kusur etmez. Ne de olsa eski insanlardır, bunlar. Eski şehir terbiyesini almış insanlar. Birbirinin gözünü oymak nazikçe, kuyusunu kazmak arkasından saygılı bir tavırla, herhalde daha uygarcadır kavgalı, küfürlü, bıçaklı kurşunlu kişilik çatışmalarından. Hürriyet Hanım, Kâzım Hoca’nın onu niye çağırdığını gayet iyi biliyor. Gene de konuyu onun açmasını bekliyor. Aralarında büyük yaş farkı olmaması, saygı merdiveninin basamaklarını esnetmez.
Kâzım Bey, doktora hocasıydı Hürriyet Hanım’ın ve doçentlik jürisinin de başkanı. Öğrencisinin daha sonra burs bulup Almanya’ya gitmesini, uluslararası bilim çevrelerinde yankılanan çalışmalar yapmasını, Kâzım Bey affedememiştir; fakülte dışında, Hürriyet Hanım’ın başarılarıyla hep övünse de, onu yetiştirenin kendisi olduğunu vurgulasa da, bağışlayamaz bir türlü! Saygı merdiveninin göreli alt basamaklarındaki bir kadın, bilimsel verimlilikte koca Kâzım Beyazıt’ı alt etmemeliydi! Gerçekte, Prof. Kâzım Beyazıt ile Prof. Hürriyet Berkman’ın mesleksel ilişkilerini “nezaket ortamı” diye tanımlamak fazla iyimser bir yaklaşım.
Payına incelikli davranış yükümlülüğü düşen taraf, yalnızca Hürriyet Hanım. Hal böyleyken, Hürriyet Hanım bile, ilerideki yaşlılık günlerinde, hocasıyla çekişmelerinin artık yitip gitmiş olan belli bir uygarlık düzeyinde yaşandığını düşünecek. Evet, erkek kadına ilk adıyla seslenir; onun 1908 İhtilali’yle yaşıt olduğunu hatırlatır sık sık, ona bu adı veren hürriyet âşığı babasıyla dalga geçer hafiften, “Senin peder, kim bilir ne hüsrana uğramıştır sonunda. İttihatçılar da adam mıydı! Koca imparatorluğu yıktılar. Devlet maceracı atılımlarla değil, gelenekle sürdürülür,” der.
Kadın, erkeğe, “Hocam,” diye seslenir, sonsuzca sabırlıdır, iğneli şakalara hiç kızmaz, dişlerini sıkıp çizilen yüreğinin acısını gizler ve bazen, “Rahmetli babamın hürriyet âşığı olduğu doğrudur, efendim ama kendisi İttihatçı değildi; kendisine illa bir ad takılacaksa milliciydi, cumhuriyetçiydi,” der. Babasıyla ilgili bu tümceyi kurması pek seyrektir; hocasının şaka yollu saldırılarına, “Dur!” demek, aralarına bir sınır çekmek anlamını taşır. Hürriyet Hanım içeriye girdiğinde, Kâzım Bey telefonda görüşüyordu. Eliyle koltuğu gösterdi, eski öğrencisi, şimdiki meslektaşına, otur, diye işaret etti. Yıllar, Hürriyet Hanım’a huzursuz olmamayı değil, huzursuzluğu maskelemeyi öğretmişti. Kendine güvenen bir tavırla oturdu.
…