“Hayat, kayaç katmanları gibi parçalarına ayrılan değersiz bir kütledir.”
Türkçe edebiyatın sözünü sakınmayan kalemi Ayfer Tunç, yazarlık hayatının 25. yılında sarsıcı bir romanla karşımızda.
Hayatı “yolcu” olarak yaşamak isterken baba mirası otelin işletmecisi, ailesinin “reisi” olmak zorunda kalan Mürşit, her geçen gün tamahkârlaşan bir şehirde, gerçek dostluğu İstanbul’da bıraktığı hayaletlerden kaçarak Mürşit’in oteline sığınan Madenci’de buluyor. İki arkadaşın dünya algısı, okuyucuya Türkiye tarihindeki utanç sayfalarının bir özetini sunuyor.
Arka planı toplumsal facialar, kitlesel cinnet hikâyeleriyle örülen Dünya Ağrısı’nda, geçmişle hesaplaşma cesaretini gösteren insanları yaşadıkları toplumdan ayıran sınır imleniyor.
Dünya Ağrısı kelimelerle sıkılmış bir yumruk.
Böyle bir şehirde sır saklamanın imkânsız olduğunun farkında değil. Öğrenecek elbet, bir gün şehir dediği şeyin birbirini gözleyen sayısız gözden ibaret olduğunu o da anlayacak. Ama buna çoktan alışmış olacak ya da daha fenası başkalarını gözleyen sayısız gözden biri haline gelecek. Babamın oğlu o olmalıydı diye düşünüyor, ben, oğlum gibi bir oğul olsaydım babam mutlu ölürdü; oğlum babamın istediği gibi bir oğul olduğu için ben mutsuz öleceğim.
***
1
Bir süredir rüyasında hep Cumhur’u görüyor. Dinozor kılığına girmiş, korkutucu, akıl almaz ölçüde çirkin. Yani otuz küsur yıl önce nasıldıysa öyle.
“Boynuzların var,” dedi dün gece gördüğü rüyada.
Cumhur “Boynuzsuz şeytan olmaz.” diye karşılık verdi.
Her gördüğünde eğri sırtı daha da eğriliyor Cumhur’ un, zehirli dikenlerle kaplanıyor. İri, terli elleri biraz daha büyüyor, tırnaklan giderek pençeye benziyor. Gözleri başlangıçta simsiyah iki boşluktan ibaretti, şimdi yerlerinde cehennemi andıran kıpkırmızı birer kor parçası var. Bedenine göre küçük olan kafası yine küçük; ama san, sivri dişlerinin arasında pis böcekler geziniyor. İltihaplı bir yaraya benzeyen, yeşilleşmiş ağzını açıyor.
“Unuttun mu?” diyor.
Sesi robot sesi gibi metalik, yankılı. Ağzının kenarla- nndan yapış yapış bir salya akıyor. Uzun, pütürlü dilini Mürşit’in yüzüne yapıştırırken tekrarlıyor.
“Unuttun mu?”
Mürşit her rüyadan unutmamış olduğunu bir kere daha anlayarak uyanıyor.
Doğrulup yatağın içinde oturuyor. Terden sırılsıklam, kalbi ağzında, nabzını alnında, göz boşluklarında hissediyor.
Bir zamanlar, on altı yaşında olduğu halde hâlâ ilkokulda okuduğu için aptal olduğunu düşündüğü Cumhur’dan delice korkardı ve bu korkudan hastalıklı bir haz duyardı. Otuz küsur yıl sonra, rüyalarına giren Cumhur’ dan çok Cumhur’un hatırlattıklarından korkuyor. Bu seferki korkuda hazzın zerresi yok.
Şimdi hafızasından silerek zararsız bir hale getirmek için bir ömür harcadığı o vahşet gecesini düşünüyor ve Cumhur’un sıradan bir aptal olmadığını, deli kuvvetine sahip, biçimsiz bedeninin yarattığı korkuyu mükemmelen kullanacak kadar akıllı biri olduğunu anlıyor. Gerçi Cumhur’un varlığındaki bu şeye akıl demek doğru mu, emin değil. Ama etkileyici, hayvani bir şeydi, hatta şeytani.
Cumhur’un rüyasında birkaç kat artan çirkinliğinin, küçülüp insan boyu kadar kalmış, şeytani bir dinozora benziyor oluşundan kaynaklandığını otuz küsur yıl sonra, üstelik rüyasında fark etmesi saçma; ama her sabah uyanır uyanmaz rüya boyunca Cumhur’un kürek kadar diliyle yaladığı yüzünü yıkamaya koşması saçma değil.
Cumhur rüyalarına dadandığından beri hemen her sabah musluktan akan suyun önünde durup avuçlarına bakıyor. Ellerinde kandan eser bile olmadığı halde dehşetten titriyor.
Rüyasındaki Cumhur o kadar gerçek, dili o kadar pürüzlü ve günahı o kadar taze ki, sanki üstünden hiç zaman geçmemiş.
2
Bütün bunlar, rüyalarının zehirlenmesi yani, hep o genç Madenci’nin yüzünden. Onunla arkadaş olduğundan beri zihninde her gün yeni bir kuyu açılıyor sanki, işlediği ne kadar günah varsa hepsi yıllardır gömüldükleri derinliklerden çıkıyor.
Madenci konuşturuyor onu. Gerçi konuşturmak için bir şey yaptığı yok. Avluda, yanında oturuyor, beraber rakı içiyorlar sadece. Ama genç adamın varltğında anlaşılmaz bir şey var. Havadan sudan konuşurlarken hatırlamak istemediği anlar kelimelere dönüşüp boğazından fışkırıyor. Kelimelerin selini durduramıyor. Yüzyıllarca susmuş da nihayet acısını çıkarıyormuş gibi anlatıyor. Şükran’ı nasıl harap ettiğini anlatıyor mesela, yıllardır evinin yabancısı olduğunu, çocuklarına karşı sevgisizlik olmayan ama anlatması güç bir uzaklık hissettiğini ya da babasının ölüm yıldönümlerinde Atlantik’e gidip cebindeki son parayla tanımadığı insanlara rakı ısmarladığını, her gece babasına ölmekte geç kaldığı için küfrettiğini.
Bunları anlatırken sesinde herhangi bir pürüz, bir üzüntü belirtisi olmuyor, sıradan, doğal şeylermiş gibi anlatıyor. Anlattıkça içi boşalıyor, sonra boşalan yeri yoğun bir keder dolduruyor. Bu yüzden gecenin sabaha zamanının nın henüz gelmediğini düşündü. Ama gelecek, mutlaka, ruh taşlaşmadıysa eğer, her günahın gömüldüğü derinlikten çıkacağı bir an gelir. Kendi günahı da, kolayca bağışlanabilecek kadar küçük günahlan değil ama, hayatını zehirleyen büyük günahı hafızasının dehlizlerinde zamanını bekliyor. Bu yüzden gerekli gereksiz ne varsa anlatıp duruyor Madenci’ye.
Pehlivan’ın oğullarının sesleri duyuldu karşı evden, şehir dışındaki çiftliklerinden yorgun argın eve geldiler, perdesi aralık pencerenin önündeki masaya oturdular, kanlan yemeklerini getirdi, yediler, ardından ışıklan söndü. Üst kattaki otel müşterilerinden biri gürültüyle camı kapattı. Arkalannda kalan caddeden eczacı Oktay’ın motosikletinin kesik pat patlanyla geçtiğini duydular.
Mürşit, Madenci’nin yüzünde gördüğü acı nedeniyle dağılmıştı, kendini şehrin seslerine verdi. Oktay’ın bu saatten sonra kimse gelmez diyerek evine gittiğini düşündü. Ne zaman nöbetçi olsa öyle yapıyor, tezgâhın arkasındaki döner koltuğunda uyuyor, bazen müzik dinliyor, şarkıcıların arada ağdalı seslerle şiir okudukları tuhaf şarkılar, sonra telefonunu yazdığı kâğıdı kapıya asıp gidiyor. Gündüzleri de eczanesinde doğru dürüst durduğu yok. Kalfası askere gitti, yeni birini de almadı, kâğıt ikide bir kapıya asılmaktan aşındı artık, üstündeki yazılar okunmaz oldu. Hiç kimse Oktay’a nöbetçi olduğu gecelerde niye eczanede durmadığını sormuyor, sessizce kabulleniyorlar, herkes verilenle yetiniyor, üstünü arayan yok.
Şehrin seslerini dinlerken Oktay’ın hemen her gece karısını dövdüğünü ve bunu zevkle anlattığını, adamı hiç rahatsızlık duymadan dinlediğini hatırladı. İlk kez fark etti bunu. Oktay’ın dayak hikâyelerini sıradan bir olaymış gibi dinlemiş hep. Kendine şaşırdı, sonra şaşıracak bir şey yok diye düşündü, şiddet burada olağan bir hal.
Madenci’nin gelişiyle birlikte yalnız rüyaları zehirlenmedi eskiden hiç dikkat etmediği şeyler de gözüne girer oldu. Sekiz senedir tanıdığı kuruyemişçi Şakir’in bir elinin yanık iziyle kaplı olduğunu da yeni fark etti mesela. “Ne oldu senin eline?” diye sordu. Şakir “Çocukken tandıra düştüm,” dedi. Sekiz senedir sormak akima gelmedi mi demedi.
Şükran’a hiç elini kaldırmadığını düşündü sonra; ne Şükran’a ne çocuklarına. Kimseye el kaldıracak hali olmadığı için kaldırmadı. İnsanın kansına el kaldıramamasının iyiye işaret sayılmayacağı bir hayatı var.
Sert bir rüzgâr esti, avludaki güdük ağaçların kuru cansız dallan hışırdadı. Önlerinden yarasaya benzer bir şey geçti hızla, bitişik avlunun kömürlük çatısının arkasında kayboldu. Bir kamyon inleyerek vites değiştirdi. Mahallenin başıboş köpeklerinden biri uludu.
İnsansız sesler sardı dünyayı, derken kaskatı bir sessizlik. Sanki şehir ölmüş.
Madenci birdenbire “Mecburdum,” dedi. “Bana olanlar önemli değil ama Arzu’ya yazık oldu.”
Gerisini getirmedi. Bu kadarını söylediğine bile pişman olmuş gibi, hızla yarım bıraktığı kebap paketini aldı, avlunun yıkık duvannın üstüne koydu. Tuhaf aralıklardan, gizli köşelerden çıkıp gelen kediler kebaba üşüştü gene.
Her gece kedilerin birbirleriyle hırlaşarak kalan kebabı yemelerini seyrederdi, o gece seyretmedi.
“Yorgunum,” dedi. “Yatayım en iyisi.”
İçeri girdiler. Lobi loştu, eşya bile uyuyordu. Mürşit dış kapıya gitti. Tam çıkıyordu, Madenci arkasından seslendi.
“Mürşit Abi!”
Mürşit durdu, dönüp baktı.
“Başkalarının kuyuları daha fena,” dedi Madenci.
‘Elimde olsa kendi kuyumda boğulurdum.”
Acı acı gülümsedi, sonra boşver der gibi bir hareket yaptı, merdivenlerde kayboldu.
O geceye kadar birlikte vakit geçiren iki adamdılar. Bu konuşmalardan sonra derin bir şey oldu aralarında. Mürşit, Madenci’nin yakışıklı yüzünde koyu bir gölge gördü, tanıdığı bir şeydi, aynada sık sık karşılaşıyordu bir benzeriyle. Böylece ikisinin de içlerindeki boşluğu benzer bir kederin doldurduğunu anladı. Onları birbirlerine yaklaştıran şey de bu oldu, keder. Aslında kederden çok günahlarının altında ezilmeleri.
O geceden beri ikisi de kendilerini ait oldukları galaksiden koparak uzaklaşan, yavaş yavaş sönen birer yıldız gibi yalnız ve yok oluşa yazgılı hissediyorlar. Bu yüzden anlaşıyorlar.
3
Sabah yine Cumhur’un dilinin pürüzlü, yapışkan hissi gidinceye kadar yüzünü yıkadı. Su buz gibiydi. Elleri, yüzü dondu. Ayaklan çıplaktı, taşın soğuğu içine işliyordu. Evde bir tek oturma odasında soba yanıyor. Yatağa mı dönsün, sobanın başında ısınsın mı ya da otele gidip yıllardır birbirini takip eden boğucu günlerin bir yenisine mi başlasın, karar veremedi. Hepsi aynı ölçüde yorucu. Ruhunun yorgunluğu varlığının bir parçası oldu çoktandır.
Yüzünü kurularken içeriye kulak verdi. Mutfaktan kansıyla oğlunun sesleri geliyordu. Yanlarına gidinceye kadar neşeli konuşmaları devam edecek. O gelince susacaklar, Mürşit’in yüzündeki keder neşelerini solduracak. Yanlarına gitmedi bu yüzden.
Aynaya biraz daha yaklaşıp kendine baktı.
Bir süredir neşe yutucu biri olduğunu düşünüyor, yüzünde etrafındaki neşeyi çekip yutan bir kara delik var sanki. Ne olduğunu bilemiyor ama bir şey var. Belki burnunun iki yanından çenesine uzanan iki derin çizgi, belki ağzındaki asimetri, kaşlarının kırgın kıvrılışı ya da bakışlarındaki acı. Her ne ise, varlığında rahatsız edici bir şey var. Ne zaman aynaya baksa içi ağnyor. Kendini boşlukta dönerek ona buna saplanan, sahipsiz bir hançer gibi hissediyor. Çevresindekilerin küçük dünyalarına zarar veriyor, sebepsiz kederiyle herkesi yaralıyor.
Şükran’ın “Çevirsene Özgür, yandı,” dediğini duydu. Ekmek kızartıyorlardı, kokusu Mürşit’e kadar geldi. Buzdolabı açıldı, özgür tereyağını çıkarıyor diye düşündü, tereyağlı kızarmış ekmeği çok sever. Şükran âdeti olduğu üzere televizyonu açtı, ev birden sabah haberlerini okuyan spikerin canlı sesiyle doldu.
Yine çok erken kalkmışlar diye düşündü Mürşit, hep erken kalkıyorlar.
O da bir zamanlar erken kalkardı.
Dünyadan henüz elini eteğini çekmemişken, hayat denen belirsiz ve cıva gibi akışkan şeyi hâlâ bir ucundan tutmaya çalışırken, oğlu üç dört yaşlarında, san kafalı, sevimli bir oğlanken, kızı insanı ağlatacak kadar masum bir çocukken, otel itibannı kaybetmemişken daha, bu yüzden iş bitmeyecek kadar çokken ve o hayatının çürüdüğünü, bir yere varmayan bu koşuşturmanın sonunda benliğinin kendisini terk edcceğini, geriye içinden yavrusu çıkmamış bir kuş yumurtasının çıtır çıtır kınlan, kurumuş kabuğu kadar değersiz bir şey kalacağını kabul etmeye yanaşmazken sabahları erkenden gözünü açardı. Yine de Şükran ondan önce kalkmış, camları açıp evi havalandırmış, kahvaltıyı hazırlamış, Özgür’e ekmek kızartıp tereyağı sürmüş olurdu.
Şükran çok gençti o zamanlar ve bakır rengi, ışıltılı saçlarını hep atkuyruğu yapardı. Mürşit geceleri karısının oyalı yemenisini çıkarıp su gibi akan gür saçlarını elinin bir hareketiyle çözmesinden, sonra başını sallayıp omuzlarına dağıtarak yatağa girmesinden hoşlanırdı. O yıllarda Şükran’a karşı daha başka, daha derin bir şeyler de hissetmesi gerektiğini düşünüyordu ama hissedemiyordu. îlk- gençliğinin aşkı andıran, hafif duygulan sayılmazsa hiç…