Dünyadan Aşağı | Gaye Boralıoğlu


“Önümde belki bir dakika var, belki bin dakika.Belki bir gün var, belki bin gün… Geride ise yüzlerce hatayla, çok eksiklerle, dile gelmemiş suçlarla, telafi edilmemiş ihmallerle dolu bir hayat. Hangisini, ne ara düzelteceğim? Nereden başlayacağım kendi cennetimin yolunu döşemeye? Zamanla yarıştan galip çıkan var mıdır? Kader, insanın başına gelen değil midir? Bu sonsuz ihtimalli dünyada, Allah katında mükemmel bir düzenek kurmak mümkün müdür?Çok zor… İşim çok zor. En iyisi, çekyatta derin bir uyku.”

Kıpırtılar, yanılgılar, yalanlar. Haliç’te olmayan dalgalar. Tek tek düşen harfler. Döke saça, döne döne dağılan Hilmi Aydın. İnsan dediğin…

Yaralı bir hayvandır zaten.

Dünyadan Aşağı, babalar ve oğulları, sesleri ve susuşları, riyakârlığı, şimdiyi ve geçmişi, parantezin içini anlatıyor.

Kaç yalan bir cehennem eder?

Gaye Boralıoğlu, su gibi akan berrak bir dille, seneler sonra dahi konuşulacak yeni bir roman karakteri resmediyor, sıradışı ve yanıbaşımızda.

1

Yasalarla biz ilgilenmiyoruz.
Senin kabahatin çok.

İnsan, yaralı bir hayvandır. Ben Hilmi Aydın, pamuksu, beyaz bulutların salındığı gökyüzünün altında, dallarını beni korumak istercesine aşağı sarkıtmış olan şu devasa söğüt ağacının dibinde, alnımın ortasında bir kurşun deliği ile yatıyorum. Yaralıyım. Bu seferki sahici. Ağacın dallarının arasından tatlı bir güneş ışığı tam göbeğimin üzerindeki düğmeye vuruyor. Bir müddet önce kopan ve sonra karımın yeniden diktiği sarı, metal düğmeye. Gözlerim kapanıyor. Açıyorum. Yattığım yerden otların arasına gömülmüş bacaklarımı görüyorum. Ayakkabımın teki çıkmış. Çorabımın deliğinden başparmağım görünüyor. Parmaklarımı oynatmayı deniyorum, olmuyor. Belki ayakkabımı görebilirim umuduyla etrafa bakmaya çalışıyorum, boynumu döndüremiyorum. Vazgeçiyorum.

Biraz dinlensem, bir parça uyusam, belki bağırıp yardım isteyecek gücü bulabilirim kendimde. Fakat uyumamam gerektiğini biliyorum. Ama nereden bildiğimi bilmiyorum. Muhtemelen filmlerden. Yanıma düşmüş elimin işaretparmağının ucunda bir karınca yürüyor. Gözlerim açıkken, bazı görüntüler beliriyor önümde. Birbiriyle ilişkisi olmayan kopuk kopuk görüntüler… Bazen bir manzara, bir ev, çocukluğumdan bir fotoğraf, aniden bir motor geçiveriyor sonra. Bir kedi, yanan bir soba, kıyıya vuran dalgalar. Anneme sarılıyorum, bacağına. Boyum ancak o kadar. Bir okul var, bahçedeyiz. Bayrak göndere çekiliyor. Bütün çocuklar, hepimiz göğsümüzü gururla şişirerek İstiklal Marşı’nı okuyoruz. Bir köpek suya düşüyor… Derken bir adam kulağımı çekiyor.

Daha küçüğüm, beşaltı yaşlarında. İri yarı biri. Kocaman elleri var. Kulak memem köküne kadar alev alev yanıyor. Kurtulmaya çalışıyorum, debelendikçe daha çok canım acıyor. Az kaldı, beynim kaynayan bir çorba gibi kulağımdan akıp gidecek. Adamı tekmeliyorum. Bir tokat patlatıyor. Bir masa var. Masanın üzerinde içi dolu birkaç naylon torba. Sanki birisi alışveriş etmiş de aldıklarını henüz yerleştirmemiş. Torbanın içinde bir kereviz görüyorum, sapından yakalayıveriyorum. Can havliyle savuruyorum. Kereviz herifin suratında patlıyor. Adam acı içinde, eliyle yüzünü kapatırken mecburen kulağımı bırakıyor. Anamın sülalesine okkalı bir küfür savuruyor. Bu adam babam değil herhalde. Elimde kereviz yerine bir demet gül var şimdi. Bıyıklarım terlemiş, yeni yetmeyim. Bir kapının önünde duruyorum. Üzerinde “312” yazıyor. Kapıyı çalıp içeri giriyorum. Bir hastane odası. Yatakta gençten solgun bir kadın yatıyor.

Belli ki sağlığında hoş biriymiş. Hayli zayıf. Epey bir süredir hiçbir şey yememiş, içmemiş gibi dudakları kuru, renksiz. Gözlerinin altında mor halkalar var. Yanaklarında belli ki koluna bağlı serumların verdiği sahte bir pembelik. İçeri girip gülü başucuna bırakıyorum. Gülümsüyor bana. Konuşmuyor. Benim ağzımdan kırık dökük birkaç kelime dökülüyor ama ne dediğimi duyamıyorum. Kenarda duran sandalyeyi çekip kadının yanına oturuyorum. Kapı açılıyor. Elinde tansiyon aletiyle bir hemşire içeri giriyor. Yataktaki kadının tansiyonunu ölçerken eğiliyor. Üniformasının üstten iki düğmesi açık. Göğüs çatalı görünüyor. Yataktaki kadın bana bakıyor. Karım mı? Görüntüye bir sümüklüböcek giriyor. Arkasında parıldayan, kaygan bir sıvı bırakarak duvara doğru tırmanıyor.

İşaretparmağımın ucuyla kabuğuna dokunuyorum. Dertop olup aşağı düşüyor. Bir müddet sonra, düştüğü yerden tekrar usulca kafasını uzatıyor. Yeniden tırmanmaya başlıyor. Tekrar parmağımın ucuyla düşürüyorum onu. Tekrar tırmanıyor, tekrar düşüyor… tekrar… tekrar… Sonum yaklaştı herhalde. Hayatım bir film şeridi gibi gözümün önünden geçecek fakat görüntüler henüz montajlanmamış; o kadar dağınık. Ayaklarımdan boğazıma doğru bir ürperti hücum ediyor. Şu anda da beynime doğru yürüyor. Son anımda bir sümüklüböceği mi düşüneceğim? Böyle kimsesiz, habersiz, bir ağaç gölgesinde mi göçüp gideceğim öbür dünyaya? Eşim, dostum, bana sahip çıkacak kimse yok mu? Niye buradayım? Kim vurdu beni? Zincirlikuyu Mezarlığı’nın ihtişamlı kapısının aynasındaki yazı geliyor gözümün önüne: “Her canlı bir gün ölümü tadacaktır.” Bugün, o gün mü benim için? Elbette ben de her fani gibi birçok kez ölümü düşündüm. Bir kalp krizi, belki bir kaza, fazla süründürmeyen makul bir hastalık. Kendime daha çok bu tür ölümleri yakıştırmıştım. Alnımda bir kurşun deliği? Doğrusu bu hiç aklıma gelmemişti. Silahla, külahla işi olmayan, kendi halinde bir adamım ben. Nereden gelip beni buldu bu kurşun? Ölmek istemiyorum yahu!

Giderek ruhumu bir telaş sarıyor. Yok, benim için böyle sükûnetle kabullenilecek bir şey değil ölüm. Daha hayatımın baharında sayılırım. Hadi geç bahar diyelim, ama sonbahar değil. Yapacağım çok şey var önümde. Arkamda bıraktıklarım… Vardır mutlaka. Karım mesela? Avazım çıktığı kadar bağırmak, sağa sola koşup yardım çağırmak istiyorum ama ne ağzımdan küçücük de olsa bir nida çıkıyor ne de kıpırdayabiliyorum. Gözlerim kararıyor. Ağır ağır sönüyor dünya. Karanlıkta bir çocuk sesi duyuyorum:

“Bu da ne?”
İkinci bir ses daha duyuluyor:
“Gitme oraya, yaklaşma.”
“Ölmüş be bu adam!”
“Valla mı?”
Ölmedim, demek istiyorum. Canım çıkmadı daha. Gidin,ananıza, babanıza, birilerine söyleyin. Bir adam var söğüt ağacının altında, yaralı, deyin. Yardıma ihtiyacı var, deyin. Durmayın, koşun. Ölmedim ben.
“Kıpırdamıyor.”
“Nefes alıyor mu?”
“Ne bileyim. Almıyor herhalde. Git sen bak.”
“Yok!”
“Belki uyuyordur.”
“Kafasından kan akıyor oğlum, adamı vurmuşlar.”
“Belki de katildir.”
“Gidelim buradan, kaçalım.”
Katil değilim ben be geri zekâlılar. Yaralıyım sadece. Nereye gidiyorsunuz?
Sessizlik.
Gidiyorlar.

Arkalarından bakamıyorum bile çünkü gözümü açamıyorum. Bir ses duyuyorum. Bir kazma sesi. Birisi toprağı kazıyor. Yavaş ama ritmik hareketlerle. Sonra toprağın kürekle atılışını duyuyorum… Eşit aralıklarla. Ses giderek büyüyor. Büyüyor. Bütün dünyayı kaplıyor. Kazılan benim mezarım mı? Sonra ne olduysa, bu düşünceyi uzaklaştırmayı başarıyorum kafamdan; ölüm düşüncesini yani. Belki de yaram o kadar hayati değil. Belki çok kan kaybettiğim için kendimi bitkin, halsiz hissediyorum. Az önce burada olan çocuklar koşup birilerine haber verdiler bile. Ambulans sirenini öttürerek yola çıkmış olmalı. Gelecekler ve beni tam teşekküllü bir hastaneye götürecekler. Orada çok güzel bakılacağım. Önce ameliyata alacaklar tabii. Kurşunu çıkaracaklar.

Zarar gören yerleri onaracaklar. Ameliyathanenin kapısında bekleyen karıma, “Operasyon başarılı geçti. Gözünüz aydın,” diyecekler. Karımın gözü aydınlanacak. Bir-iki gün yoğun bakım. Sonra serumlar, ilaçlar. Tabii kan da verecekler. Her geçen gün daha iyiye gideceğim. Birkaç hafta sonra da taburcu olacağım. Sonra bir süre evde istirahat edeceğim. Karım her şeyi bir kenara bırakmış, bütün dikkatini ve enerjisini bana veriyor olacak. Ömrümüzün en güzel günlerini geçireceğiz birlikte. Sonra işime döneceğim. İşime? Nereye? Karım… Kim?

Benzer İçerikler

Dostoyevski – Kumarbaz (Roman Özeti)

yakutlu

Neredesin Şelale? – Şelale’nin Bez Bebeği 2

yakutlu

Ara Sıra ve Daima | Sevin Okyay

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy