Yazar Coşkun Bulut bu eserinde, Filistin halkının özellikle de Gazze insanının uzun yıllardır haklılığını ispatlamaya çalıştığı mücadeleyi biraz renklendirerek okura sunuyor.
Savaş, aksiyon, bilimkurgunun ön plana çıktığı romanın en önemli özelliklerinden birisi de ana karakterin kişi değil Türkiye olmasıdır. Din, dil, ırk, cinsiyet ayrımı yapmadan bütün mazlumların ortak sesi olmayı hedefleyen yazar, eserinin yazılış amacını şöyle açıklıyor:
“Türkiye’nin dünya barışını sağlamadaki konjonktürel durumları, dünya barışını sağlamak için Türkiye’ye duyacağı ihtiyacı gerçeğini eninde sonunda ortaya çıkaracaktır. Türkiye’nin, dünyadaki mazlumların gür sesi olmaya devam edeceğini de belirterek cümlelerime son veriyorum.”
ÖNSÖZ
Filistin halkının, özellikle de Gazze insanının uzun yıllardır haklılığını ispatlamaya çalıştığı bu mücadeleyi biraz renklendirerek siz değerli okurlarıma sunmak istedim. Aslında Gazze halkının bünyesinde tüm mazlumların sesi olmayı arzuladım. Biraz daha geniş anlamda düşünürsek insanların her türlü zorlukla mücadele edebileceklerinin mümkün olabileceğini öyküleştirdim. Ümitlerle gelebilecek bir yaşamın hiç de uzaklarda olmadığını; ümidin aslında insanları çalışkanlığa, bunun bir sonucu olarak da muvaffakiyete sevk eden bir özelliğinin olduğunu öykümün kahramanlanyla gözler önüne serdim. Siz değerli okurlarımın da takdir edeceği üzere, çaresizliğin insanları yeni arayışlara sevk etmesi münasebetiyle insanların gelişimini desteklediğini, romanımdaki savaş stratejilerin geliştirilmesiyle bir derece ifade ettim. Tabii sabır mücadelesinin de eninde sonunda meyvesini vereceğini unutmamak gerekir.
Bunların yanında romanımı kaleme almamın sebeplerinden biri de hızla ilerleyen teknolojinin ilerleyen yıllarda insan yaşamındaki etkisinin çok daha artacağını düşünmemdir. Gazze’nin imkânlarının kısıtlı olmasından dolayı pek fazla kullanamadığı teknolojiyi, özellikle Türkiye ve Çin gibi devletlerin ilerleyen zamanlarda en üst seviyede kullanabileceklerini ve İsrail gibi ülkelerin de bu nimetten kendi kapasiteleri ölçüsünde yararlanabileceklerini romanımda bilhassa vurguladım. Türkiye’nin dünyada büyük devletler arasında yer alacağını hiç şüphe duymadan yazarak, 30-40 yıl sonraki durumu hakkında bir öngörüde bulundum.
Bu eserimin yazılış amacının en önemli sebebini de şöyle açıklamak isterim: Türkiye’nin dünya banışını sağlamadaki konjonktürel durumları, dünyanın barışı sağlamak için Türkiye’ye duyacağı ihtiyacı gerçeğini eninde sonunda ortaya çıkaracaktır. Türkiye’nin, dünyadaki mazlumların gür sesi olmaya devam edeceğini de belirterek cümlelerime son veriyorum. Siz değerli okurlarıma, kitabımı almak suretiyle duygularıma ortak olduğunuz için teşekkür ederim.
FİLİSTİN’İN Gazze şehrinde, sıcak rüzgârın etkisiyle çıkan hortumlardan dolayı oluşan toz sisinin etrafı kapladığı bir günde, kulakları sağır edecek bomba sesleri arttıkça artıyor ve yoğun bombardımandan dolayı kapkara bir görüntü gökyüzüne hakim oluyordu. Bu görüntü, adeta kilometrelerce ötelerden “Ben buradayım!” dercesine, insanların kafalarını dahi yukarı kaldırmalarına gerek kalmadan insanlara görünüyordu. İşte böyle bir günde Ali adında bir bebek dünyaya geldi.
Bebek doğar doğmaz hemşirenin masanın üzerinden aldığı alelade bir bez parçasına sarılarak annesinin kucağına verildi. Bebek Ali’nin babası hastanede oğlunun doğumunu beklerken evlerine düşen bombanın haberini almıştı. Daha Ali doğmadan, bir bakıp gelirim düşüncesiyle evinin yolunu tutmuştu. Vardığında gerçekten de evlerinin harabe olduğunu gördü. Dizlerinin üstüne çöktü ve ağlamaya başladı. Ancak uzun süre ağlayacak kadar vakti yoktu, o da bunun farkındaydı ve tekrar hastanenin yolunu tuttu. Hastaneye doğru koşarken kendi gibi koşan insanlar gördü. Aralarında bir fark vardı, o insanlar nereye koştuklarını bilmiyorlar, sadece bu korkunç ortamdan kaçıp kurtulmak istiyorlardı. Baba koşmaya devam ederken dengesinin bozulduğunu hissetti. Karından kan geldiğini gördü ve gördüğü anda da yere yığıldı. Kendisini yere düşürenin zalim bir kurşun olduğunu fark etti. “Ali’m, Allah’a emanet!” dedi ve orada can yerdi.
Doğum yapan Ayşe anne, oğlu Ali’yi eşine göstermek için sabırsızlanıyordu. O an bu güzel duygunun verdiği mutluluk bütün karanlıkları örtmüştü Ayşe kadının gözünde. “Eşim hastanenin önünde bekliyordu, neden hala daha gelmedi?” diye içinden geçiriyordu. “Acaba haber mi vermediler?” diye birbiri ardınca gelen düşünceler anneyi sarmıştı. Bu karmaşık duygu geçişleri genç anneye doğum sancısını dahi hissettirmiyordu. Bir anda dışında devam eden bomba seslerine kulak kesildi. İçini yavaştan bir korku kaplamaya başladı. Çok geçmeden korkularıyla yüzleşmek zorunda kaldı ve kara haber geldi. Eşinin vefat haberini, olayı gören bir sağlık memuru genç anneye verdi.
Bebek Ali doğar doğmaz yetim kalmıştı. Yaşadığı travmalar iyice artan Ayşe kadın, çocuğunun ağladığını bile bebek Ali’nin sesi iyiden iyiye artınca anlamıştı. Bu acılanın üzerine genç anne de gözyaşlarını tutamaz olmuştu. Peki, genç anneyi ağlatan neydi? Yetim kalan çocuğu mu, eşini kaybetmesi mi, doğum yaptığı sırada farklı illerde olan annesinin ve babasının yanında olmayışları mı, ülkesinin içinde bulunduğu bu acı tablo mu yoksa hepsi mi ağlamasına sebep oluyordu? Ali’nin bugün doğum günü mü yoksa hüzün günü müydü? Neyse ki annesinin ve kendisinin sağlık durumları iyiydi.
Annesi hastanede bir gün kaldıktan sonra boynu bükük bir şekilde evinin yolunu tuttu. Etrafındaki insanların savaşın yaralarını sarmakla uğraştıklarını gördü. Bunun boş bir uğraş olduğumu da biliyordu; çünkü ortalık durulacak gibi değildi. Hava bir kızıla, bir siyaha bürünüyordu. Bombaların atıldığı o ilk andaki kızıllık yerini hemen kara dumanlara bırakıyor, bu yüzden havadaki siyahlık daha uzun sürüyordu. Evlerine doğru ilerleyen genç anne, bebeğinin ağzını sımsıkı sardı. Nefes alacağı azıcık bir açıklık kalmıştı. Aklınca etraftaki tozların ve kimyasalların bebeğine zarar vermesini önlemeye çalışıyordu. Evlerinin önü ne geldiklerinde kafası önünde yürüyen düşünceli anne, elini çantasına attı ve anahtarını aradı. Anahtarını eline alıp kafasını kaldırdığında viran olmuş evlerini gördü.
“Allah’ım!” diye nidalara başladı. Ara ara ağlayıp susan Ali bebek de annesinin bu haykırışı sonucunda aralıksız ağlamaya başladı. Genç anne bir taraftan, bebek öteki taraftan ağlamaya devam ettiler. Ayşe kadın çaresiz, baba ocağının yolunu tuttu. Ailesinin yanlarına gidebilmesi için de terminale gitmesi gerekiyordu. Bebeğini elinde taşımaktan yorulan anne, bebeğin sarılı olduğu bezi sırtına dolayarak onu sırtında taşımaya başladı. Issız ve karanlık yolda yürümeye devam eden genç annenin yolunu, bombanın atıldığı anda etrafa yayılan ışık aydınlatıyordu.
Genç annenin ağzında sürekli dua vardı. Yüreğine korku düşen bu ortamda, genç anne adımlarını hızlı hızlı atmaya başladı. Bir taraftan da elini sürekli arkasına atarak minik bebeğini kontrol etmeyi ihmal etmiyordu. Insanlar, Ayşe kadından akan terleri görecek olsalardı, Ayşe kadının elbiseleriyle havuza batıp çıktığını sanırlardı. Bütün bunlara rağmen Ayşe kadın hep sakinliğini korumaya çalıştı. Açlıktan dolayı karnından gelen sesler de yol boyu Ayşe kadına eşlik ediyordu. Ali bebeğin ağlamalarının artması genç annenin bunalımlarını arttırmaya başlamıştı. Ali bebek ne yapsın, o da açlığına söz geçiremiyordu. Genç anne sütünün az olduğunu bildiğinden sütünü arttırmanın yollarını anıyordu. Havanın karanlık olması, savaş hali zaten bunaltıcıydı, bir de bebeğinin ihtiyaçlarını karşılayamayınca genç anne derinden bir iç sıkıntısı yaşar oldu. Bir an kendini toparladı. “Allah bize yeter, o ne güzel vekildir! (Ali Imran suresi 73, ayet)” dedi ve sabırla yoluna devam etti. “Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır. (İnşirah suresi 6. ayet)” mealindeki ayeti de düşününce kalbine iyiden iyiye bir ferahlık geldi. Acele yemek arayışına koyuldu. Açlıktan dolayı ağzında oluşan koku, iki metre uzaklıktan rahatlıkla insanın yüzüne çarpacak düzeye ulaşmıştı.
Kafalarının üzerinden küçük bir kuş sürüsü geçiyordu. O ana kadar hayatta kalmayı başarabilen bu kuş sürüsü de sanki savaştan kaçıyordu. Genç anne, ağız kokusunu duydukça kuşların dünyadaki bütün açların ağız kokularını kanatlarıyla yüzüne doğru ittiklerini zannetti. Böyle bir ortamda yemek bulmak ne mümkündü! Yürümeye devam ederken etrafta yaralı ve ölü insanların varlığını fark etti. Oradaki insanların ellerinden geldiğince bu çaresizlik içinde kalmış insanlara yardımcı olduğunu gördü. Ölüleri defnetmek ten başka bir çare olmadığını bilen insanlar önce yaralılara müdahale ediyordu. Bir yaralının sedyeye konulmaya çalışıldığını gören Ayşe kadın, koşarak yardım etmek istedi. Sırtındaki bebekle yaralının sedyeye konulmasını sağladı. Yaralı hastaneye götürülürken genç anne de kendi yoluna devam etti. Elli metre daha ilerlemişti ki orada kayanın üzerinde oturmuş küçük lokmalarla ekmeğini yiyen bir çocuk gördü.
“Bir parça ekmek istesem mi?” diye düşündü. Yönünü değiştirerek çocuğa doğru hareket etti. Yanına vardığında bir bebeğine, bir kendine, bir de oturan çocuğa baktı. Bebek de anne de çok acıkmıştı, ancak çocuğu da aç görünce çocuktan ekmek isteyemedi, çocuğun başını okşamakla yetindi. Peygamberimizin karnına taş bağladığını düşündü ve biraz daha sabretmeye çalıştı. Çocuğun başını okşadıktan sonra tekrar yoluna koyuldu. Yol üzerinde herhangi bir arabaya denk gelmediğinde yirmi kilometrelik yolu yürümekle bitiremedi. Başörtüsünün gevşediğini hissedince başı açılmadan sımsıkı bağladı. Saatlerce süren baş ağrısı bir türlü bitmek bilmedi. Öyle ki bu baş ağrısı artık kafasında sürekli devam eden bir uğultuya dönüşmüştü. Ali bebek de açlıktan iyice bunalmış, ağlamaya dahi mecali kalmamıştı. Ayşe kadın, bitap düşmüş çehresiyle etrafina bir kez daha bakındı. Ama nafile… Bırakın insanı, tek bir hayvan dahi bulmak çok zordu. Binalar da kendi gibi viran olmuştu. Mecburi istikametine yürürken yüz metre kadar sonra sağ tarafında ayakta durmakta zorlanan tek katlı bir ev gördü. İçeriye doğru süzüldü, “Hey! Kimse var mı?” diye seslendi.
Cevap alamayınca kimsenin olmadığını anladı. Sütü az olmasına rağmen bebeğinin artık dayanamamasına üzülen genç anne, bir köşeye çekilerek bebeğini emzirmek istedi. Ayşe kadın çömelerek oturdu ve sırtındaki bebeğini kucağına alarak emzirmeye başladı. Kimse olmamasına karşın üstünü emzirmeye yetecek kadar açmaya özen gösterdi. Olur ki birileri gelir düşüncesiyle edebini bozmadı. Beş dakika bekleyen genç anne, bebeğinin bir, iki lokma süt emdiğini fark etti. Ali bebek çok fazla doymasa da yaşayacak kadar annesini emmişti. Ayşe kadın bebeğini yine sırtına aldı, ayağa kalktı ve oradan ayrıldı. Bebeğini yeterince doyuramadığı içinde bir burukluk vardı.
Sabırla yolunun üçte ikisini tamamlamıştı. Terminale yaklaştıran her adım biraz daha rahatlık veriyordu. Bu kez de “Otobüsler acaba sefer yapıyor mu?” diye içten içe kaygılanmaya başlamıştı. Yoluna devam ederken kendisiyle aynı istikamete doğru ilerleyen bir kadın ve o kadının elinden tuttuğu on yaşında bir kız çocuğu gördü. Biraz hızlanarak yanlarına vardı ve selam verdi. Tam da bu güç zamanında kendine yoldaş bulduğu için sevindi ve Allah’a şükretti. Bir yandan konuştular, bir yandan da yollarına devam ettiler. Bir ara Ayşe kadın, Ali bebeğin aç olduğunu ve bebeğini doyurmak adına ne yapabileceklerini sordu. Ne de olsa o kadın da bir anneydi ve tecrübeliydi. Kadın önce yanında taşıdığı bir parça ekmeği çıkardı ve bir kısmını anneye, bir kısmını kızına verip kalanı da kendine pay etti. Yol üzerinde buldukları yıkık binalardan birine girdiler. Yere oturdular ve ekmeklerini yemeye başladılar. Kami biraz doyan genç anne, tekrardan edepli bir şekilde bebeğini emzirmeye başladı. Anne bir şeyler yiyince bebeğini daha kuvvetli emzirdiğini gördü. Kadının bir şey yapmasına gerek kalmadan Ali bebek güzelce kamını doyurmuştu. Genç anne bebeğini emzirdikten sonra kadın bebeğin gazını çıkardı. Genç anne de bu arada on yaşındaki kıza bakıyordu.
…