Dürdane Hanım

Acem Ali Bey

Galata’dan geçerken birtakım mesaneler görürsünüz ki yirmi yirmi beş metre genişliğinde ve kırk elli metre uzunluğundadır. Bu meyhanelerin sokağa yakın tarafında süslüce bir tezgâh vardır. Onun ön tarafında da antik Yunan İçki tanrısı Baküs’ün sarhoş resimlerine bakarak bunlan yeni yaşamın ortaya çıkardığı yeniliklerden sanmayınız. Diğer yandan meyhanede boyîu boyuna iki veyahut üç sıra olarak birbiri üzerine dizilmiş olan beşer yüz kiloluk fıçılara dikkat ediniz.

Fıçılann üzerinde numaralar da göreceksiniz. Belediyenin dükkân ve evlere yakın zamanlarda koyduğu numaralan anımsayınız. Bu numaralara bakarak bu fıçılann da henüz birkaç yıldır ortaya çıkmış olduğunu sanırsınız. Özellikle bazı meyhanelerde bunlann çividî veyahut beyaz renklere boyanması bu düşüncenizi kuvvetlendirir. O fıçılar, elli beş yaşından sonra ustura, ibrişim ve kremlerle kendisine gençlik ve tazelik vermeye çalışan yaşlı ve süse düşkün herifler gibi görüntülere büründüklerinden, zamane kibarlan gibi genç sayılmazlar. Yağmur yağış görmeyen meşe tahta- lan kaç yüz sene dayanabilirse, bunlann da oracıkta ne zamandan beri eğlence düşkünü kimselerin hizmetlerinde olduklarını tahmin edebilirsiniz. Hem de bu tahmininizde abartma korkusu sizin yanınıza bile uğramaz.

Gerçekte yukanda andığımız meyhanelerin birçoğunda bu fıçılar boştur. Boş olmaları ise ne kadar yaşlı olduklarını tahmin etmeye daha çok yardımcı olur. Çünkü onların içinde yurt tutmuş olan örümceklerin her biri yengeç büyüklüğünü almış ve renkleri bozarmıştır. Doğa bilimi ile ilgileniyorsanız bu örümceklerin yetmiş seksen yaşlannda olduklarını söylemekte sakınca görmezsiniz.

Durum böyle iken; bir zaman sözü edilen meyhanelerin bu üstünlüğü herkes tarafından kabullenilmiş olup sonradan zamanın değişmeye başlaması ve hele en sonra yeniçeri dayılarının ortadan çekilip sonsuza gitmesi üzerine bunlar da uygarlığın etkisiyle yeni yaşama ayak uydurmuş. Böylece şimdiki yenilikler ortaya çıkmıştı.

Yoksa zamanında “zecriye” denilen ve sonradan “müskirat rüsmû’ namını almış olan özel verginin aslında bu meyhaneler için konulmuş olmasıyla o fıçılar hâlâ övünürler.

Şimdiki hâlde kendilerinin rakip ve koltuklarını ellerinden alacak olan damacanalara, binliklere, kadehlere karşı onlar bir ihtiyar pir tavnyla ve uygun bir dil ile derler ki:

Hey gidi yoksul kibarlar hey! Bizim revaçta olduğumuz bereketli zamanlarda bu yerler içinde “Bir kadeh!” veyahut “Bir mastika!” gibi sözler kullanılmazdı. “Bir elli!” yahut “Okkalık!” denilip dört elle içmekle yetinen sarhoşların yüzüne bile bakmazlardı. Bir baş tömbekiyi nargilede içince- ye kadar okkalığı sızdıran ve meze olarak da bir çeyrek turp ile idare eden Bekrileri şimdi tezgâh önünde resmi görülen Baküs görseydi içki tanrılığından istifa eder, makamını bunlara bırakırdı. Buraya “su” denilen şey ancak kapkacak yıkamak için girerdi, yoksa öyle bir kadeh rakının yanında koca bir bardak da su bulunduğunu o koca Bekriler görselerdi: Eyvah, ne günlere kaldık! Su ile mi keyif yetiştireceğiz, diye öfkelenirlerdi. İşte şimdiki gördüğünüz meyhaneler kendi hâllerince, kendi âlemlerince böyle büyük günler görmüş eski kulağı kesiklerden olup onlara oranla aynalı gazinolar filânlar çocuk oyuncağı kalırlardı.

Bunlarda o eski fıçılara bedel şimdiki durumda binlik ve damacanalar geleceğin içki şişeleri olduğu gibi, müşterileri olarak da bir zamanın yeniçerilerine ve kalyoncularına karşılık şimdi tulumbacılar, sınk hamallan, Rum sandalcıları ve yankesicileri filânlar olmaktadır. Gerek damacananın ve gerek fıçının içindeki içki hep o insanın aklını başından alan içkidir. Gerek yeniçeri ve kalyoncuların, gerek tulumbacı ve sandalcılann damarlarında dolaşan kan da; hani öfkelendiği zaman insanı cinayet işlemeye yönelten kandır. Önceki akşamcılarla şimdiki akşamcılar arasında bir fark varsa, o da öncekilerin birer arşın piştovlarıyla bir buçuk kulaç uzunluğunda yatağanları ile belleri silâh deposuna benzerdi. Şimdikilerin silâhlan ise kıçları üzerinde kuşak arasına sıkışıp kalmış birer kanş kamalarından ve ceplerinde altı ateşli küçücük revolverlerinden ibarettir.

Yoksa bir meyhane içinde hay huy deyinceye kadar bir adam dört beş yerinden yara alır, zaptiyeler(polis) yetişince- ye kadar katil ya arka veyahut ön kapıdan savuşur. Arkası sıra yaralı da can verir. Katilinse izi bile belli oimaz. Zaptiyeler yetiştiklerinde zaten sarhoşken döktüğü kendi kanını da başına sıçratmış olan katilin üzerine beş altı zaptiye saldırması veya onlardan da birkaçını yaralaması veyahut birkaç süngii veya kurşunla kendisinin ölüp gitmesi gibi sonuçlanması şimdi de öncekilerden az değildir.

Şu betimlememize bakıp da Galata caddesinin tramvayla giderken de tehlikeli bir cadde olduğunu mu düşünüyorsunuz? Aslında yakın zamanlarda bu cadde üzerinde görülen olaylar anımsanırsa böyle bir düşünceye varabilirsiniz. Fakat siz kendi hâlinizde gezer yürür bir adamsanız Galata caddesinde sizin ya saatiniz veya para keseniz çalı- nabilir. Siz de böyle bir sadakaya karşılık her belâdan kurtulmuş olabilirsiniz. Buranın en büyük tehlikesi, yine tehlike arayan serseri ve sarhoşlar olup, oniar birbirinin kanını içmek için kurtlardan bile vahşîdirler.

Fakat büyük caddenin sağında ve solunda olan sokaklardan içerilere girmek isterseniz işte o zaman hiç güvenli değildir. Çünkü büyük cadde üzerinde jandarmaların parıl panl pariayan gözleri, suç işlemeye eğilimlilerin gözlerine çarptıkça gözleri kamaşmaktaysa da iç sokaklarda ve özellikle bunların gözlerini rakı buhan yahut kan bürüdüğü zaman dostu ve düşmanı ayıramayacaklan ve hele ilgisiz gelip geçenleri hiç tanımayacakları ortadadır. Zaten şimdiki durumda asıl hırsız, asıl yankesici, asıl batakçı, asıl kanh ve katil olanlar zaptiyenin gözünün önünde bannamayacakları için en ücra ve ıssız yerleri seçerler.

Amacımız Galata hakkında bir genel fikir vermek olduğundan yalnız bu kadarla yetinebiliriz. Çünkü hikâyemiz- ce Galata’ya ait olan durumlar bundan çok ayrıntılarla doludur. ..

Şimdi bir cumartesi akşamı ki Galata’nın her meyhanesi hıncahınç dolmuştu.

Hâlâ Galata’nın en kalabalık zaman; cumartesi akşamından başlayıp pazar akşamının saat on birin« on ikisine kadar sürdüğü zamandır. Çünkü İslâm olsun, Hristiyan olsun, Yahudi olsun. Galata halkının yüzde doksanı gerek doğrudan doğruya ve gerek dolayısıyla gümrüklerle ve Avrupalılarla ortak işler yaptığından bunlann ve büyük tacirlerin pazar tatilleri herkes için de zorunlu bir tatii günü gibidir.

Aslında mevsim karnaval mevsimi olmayıp sonbaharın ilk ayı olan eylül içinde bulunuyorduysa da Galata’nın karnavala itfana ihtiyacı var mıdır? Karnavalda da, büyük perhizde, ilkbaharda, sonbaharda Amerikan tiyatrosu ve diğer buna benzer eğlence yerleri yetmiş iki milletin bin renkiı bayraklarıyla donanmış olur. Hele taıil zamanlarında lıer meyhanenin önünde “laterna” denilen birer sandık çalgısı bulunması Galata’yı sonsuz bir bayram biçimine koyar.

Sarhoşluk! Bilirsiniz ya?! Sarhoşluk, arabacılığa benzemez, derler. Hâlbuki hiçbir şeye benzemez. Bir hafta süreyle Şehir Hatlan vapuruna kömür vermekle kömürden bir adam gibi oları Muşlu bir Enneni’ye bu akşam meyhanede batanız ki oria yere bir iskemle koyup üzerine oturmuş ve etrafına üç tane iâterna alarak bunlann üçü birden başka havalar çalıyor. Horondan beter bir gürültü çıkarmalannın yanında kendisi de naraları attıkça muzıkaların sesini gölgede bırakarak etrafı güm güm gümletiyor…

Bu kömürden insanın veyahut insandan kömürün sarhoşluğun etkisiyle bir kat daha parlamakta olan gözlerine ve homurdandıkça dişlerinin beyazlığının dudaklarının ve dilinin kırmızılığıyla karışarak yüzüne gülünç bir görünüm verdiğine bakıp da yalnız gülmekle yetinmeyiniz. Bu hâle gelmiş olan bir adamın karnavala, paskalyaya filâna hiç ihtiyacı kalmadığını düşününüz. Hâlbuki her akşam; böyle binlerce kabadayılar bulunduğunu düşünerek Galata nın her zaman karnaval hâlinde bulunduğunu kabul etmeliyiz.

Haber verdiğimiz akşam bu meyhanelerin birinde orta boylu, sarı bıyıklı, sarı benizli, yaklaşık otuz beş yaşında ve mavnacı kıyafetinde bir adam ta meyhanenin arka tarafında sağ köşeye oturmuş ve önünde bulunan bira kadehi ile arada sırada dudaklarını ıslatmaktaydı.

Biz bu adamın otuz beş yaşında kadar olduğunu ilk olarak söylemiştik. Durumuna dikkatle bakanlar bunun yaşının kırk beşi aşkın olduğunu veyahut yaşamı sıkıntılarla geçtiği için yıpranmış, gençken ihtiyarlamış olduğunu düşünürler.

Genellikle sarı benizli olan adamların yüzünde insanın hoşuna gidecek ve belki de insanı acındıracak, kendisini sevdirecek bir üzgün tavır bulunursa da bu, o sanlardan değildi.

Doğrusu şu oturduğu yerde pek süklüm püklüm, pek heyecanlı bir tavırla oturursa da, arada bir gözlerini bir tarafa çevirip de dikkatlice bakacak olursa, sarı gözlerinden sanki alevler çıkarak baktığı zaman demir olsa eritecek sanılırdı.

Vakit akşamın saat yedisi olup. bu zamanda Galata içinde meyhanede olanlardan hiçbirisi artık ayık sayılmazdı. Herkes dostunu ve arkadaşını bulmuş olurdu. Artık yalnız başına oturur hiçbir adam görülmezdi. Tanıttığımız sarı herifin hem yalnız, hem de hâlâ ilk bira kadehiyle dudaklarını ıslatmaktan ibaret içki içiyor olması dikkati çekiyordu. Fakat herkesin sarhoşluk denizine dalmış bulunduğu bir zamanda bu dikkat kimde olacak?

Meğer Galata’da bizim san herife benzer bir adam daha varmış. Buysa kıranta bir Rum idi ki kalıbı kıyafeti, hırsızlıkta ve yankesicilikte artık usta olduğunu bir bakışta anlatırdı. Zaten bu saatlerde Galata’da özel bir niyeti olan yankesiciden başka kim ayık bulunabilir?

Kıranta Rum bizim san herifin yanına geldiği zaman bir eski dostuna rastlamış gibi gülümseyen bir tavırla dedi ki:

Vay! Akşamlar hayrolsun Sohbet Ağa! O! Akşamlar hayrolsun Papazoğlu! Yine buralarda ne geziyorsun bakayım? Ne yapalım a gözüm? Bizim sandalımız yok, mavnamız yok! Biz de çoluk çocuk sahibiyiz. Ekmek parası kazanmak gerek. Fakat sen böyle yalnız oturmaktan… Bilirsin ki ben her zaman yalnız otururum. Ee, bu akşam kimi gözüne kestirdin bakalım? Bana da bir bira ısmarlarsan anlatınm. Çıkarken paraları yine sen vereceksen, ısmarlamak da benden olsun. Papazoğlu denilen bu Rum bir hasır iskemle alarak mavnacı Çerkeş Sohbet’in yanına sokuldu. Evet! Madem ki sarı herifin ismini öğrendik, öyle eksik olarak öğrenmeyip isminin yalnız “Sohbet” değil Çerkeş Sohbet olduğunu da öğrenmeliyiz.

Kıranta Rum iskemleye oturduktan sonra kapağı kırık bir sigara kutusu çıkanp bir yandan sigarasını sarmaya başlayarak diğer yandan da Sohbete dedi ki: Uzun etme be Sohbet! Bilirsin ki bende para olduğu zaman hiç esirgemem. Hatta geçen günkü vurgunda bizim ihtiyar Vasil’e bir kat elbise bile aldığımı bilirsin ya? Fakat bak şimdi ayağında kundura ve kıçında pantolon kalmamış. Bizimkisi öyledir. Bugün beş on liralık bir şey çarpıp beyler gibi giyinir kuşanırsın, yarın bir kumarhanede bu duruma gelirsin. Hâlâ şu kumardan vazgeçmedin gitti. Ben elime geçen paraları tutmuş olsaydım şimdi Kir- ya Papazoğlu Andonaki diye İtibarlı bir kuyumcu olurdum. Fakat bundan sonra aklımı başıma alacağım Sohbet! Hele bu akşam beklediğim herifi bir güzelce kıstırırsam, yann sen beni görürsün. Kimi bekliyorsun bakalım? Bir bira ısmarlamazsan söylemem. Ismarlarsan âdeta seni de ortak ederim. Çerkeş Sohbet meyhaneciye bir bira daha ısmarlamakla beraber pazuiannı Papazoğlu’na göstererek dedi ki: Allah bu pazulan bana yankesicilik etsin diye vennedi. Ya mavna küreği çekerek avuçları patlasın diye mi verdi? Ne yapayım? Sanatım buymuş! Öyle kaba sanatlar bir işe yarama2İar dostum. İnce sanatlara bakmalı, ince sanatlara! Hem artık kırk yıllık Çerkeş Sohbet şimdi bize kendisini namusluyum diye satamaz ya? Ben sana namuslu, aklı başında, olgun bir adamım demiyorum. Hırsız ve yankesici değilim diyorum. Kanlı katil de… Htmm!..

Çerkeş Sohbet, Papazoğlu’nun yüzüne öyle bir bakış baktı ki herif sözünün alt tarafını bitiremedi.
Bira geldi. Papazoğlu bir nefeste kadehi son damlasına kadar içerek kır bıyıklannın üzerine yığılan köpükleri de alt dudağını burnu hizasına kadar kaldırarak bıyıklarını emmekle aldı.

Sohbet herife sordu ki: Ee kimi bekliyorsun bakayım? NastH@^îç/eyim a dostum? Bana arkadaş olmayacak olduktan sonra söylemenin yaran ne? Her hâlde zaman geçirmek için seni dinlerim, söyle! Acem Ali Bey diyorlar birisi türemiş. Bir genç mirasyedi. İşte onu! Sohbet bir kere kaşlarını çattı. Papazoğlu sordu ki: Ne o! Suratın başkalaştı? -Hiç! Bu Acem Ali Beyi tanıyor musun yoksa? Hem de ne tanıyış? Kendimden çok! Dostun, arkadaşın mıdır?.. Ben de amma soruyorum ha! Onun gibi bir mirasyedi senin gibi bir sandalcıyla… Yok. dostum, arkadaşım değil. Başka türlü tanıyorum. Fakat yüzün değişti! Sana acıdığımdan!

Bana acıdığından mı?
Evet?

Bana neden dolayı acıyorsun? Beş on altın ümidiyle kendini geberteceksin de onun için acıyorum. Ben mi gebereceğim? Papazoğlu Andonaki ha? Sen de o Acem oğlunu benim gibi tanırsan böyle söylemezsin. Vallahi seni köpek boğar gibi bir sıkmada boğar? Yankesicinin tavrı gayet alaycı bir görünüm aldı. Birkaç damla bira ve birkaç damla köpük olmak üzere kadehin dibine süzülen birikintiyi de ağzına diktikten sonra Sohbet e dedi ki: Bu Acem Ali Bey benim gibi birkaç köpeği boğmuş ha! Beş altı kadannı birden! Fakat ben o köpeklere benzemem. Ben eski çomarım! O da genç arslan! Hani ya şu tömbekici dükkânlarında eli kılıçlı arslan- lardan mı? Hani ya arkasına da güneşi yüklenmiş? Biraz sessizlikten sonra Sohbet dedi ki: Acınm sana Andon! Bırak Allah’ı seversen şu zevzekliği. Artık tüysüz çocuklardan da mı korkacağız? Sanatımızın namusuna toz toprak konduruyorsun! Dinle, sana bir şey anlatayım: Boğaziçi’nde bir yere göç götürüyorduk. Bir yalının rıhtımı Önüne yanaşmaya başladık. Bir de bakalım ki koca bir pazar kayığı da göç yüklü olduğu hâlde geldi çattı. Rüzgâr fena! Sular fena! İskeleyi pazar kayığına bıraksak biz bir yere tutunamayarak saatlerce uğraşacağız. Sen yanaşırsın, ben yanaşırımdan başlayarak al sana bir kavga! Biz iki kürekçi, bir de dümenci üç kişiydik. Pazar kayığında yedi kişiden başka göçlerin sahipleri midir, sahiplerinin uşakları mıdır nedir, özetle üç de setre pantolonlu herif. Onu birden üzerimize yüklendiler. Belimde kama olduğundan çekecek olsam onun da kanıyla denizi boyarım, ama artık tövbekar olmadık mı ya? Tekrar prangayı da hiç canım istemediğinden tövbeyi bozmadım. Herifler bizi istedikleri gibi pataklamaya başladılar. Bir de civar yalılardan bir genç herif fırladı. Çok tokat yedim ama öylesini hiç tattığım yoktur Andon! Enseme bir şeydir indi, ama yıldırım mı indi, ne oldu, anlayamadım. Allah hakkı için, o anda ensem Galata francalası gibi kabardı. Baktım başka çare yok.
“Aman beyim! Suç bizim değil! İskeleye en önce biz yanaşmıştık.” dedim. Bir kere döndü suratıma baktı. Kara gözleri sanki ateş gibi kıpkırmızı kesilmişti.
“Vay! Yanlış ettik. Affet babacan! Ben sizi kurtarmaya gelmiştim!” diye bizi bırakıp pantolonlu heriflerle pazar kayıkçılarına bulaştı. Onlardan da onu birden çocuğun üzerine yüklendiler. Bir aralık zavallıyı yere serdiler, ama herif ele avuca sığar canavar değil ki! Davrandı kalktı. İki kayıkçıyı birden yakalayıp herifleri birbirine öyle bir çarpış çarptı ki pekmez testisi gibi parça parça olmadıklarına şaştım. Fakat ikisi de rıhtım üzerine serildiler. Pantolonlu heriflerden birisine bir şamar attıydı. herif bir ayağının topuğu üzerinde macuncu fırıldağı gibi fırıl fırıl dönerek yıkıldı. Kayıkçı Türk un birisinin göğsüne bir yumruk indirdiği gibi herifin nefesi tıkanıp simsiyah kesildi. Sana bir şey söyleyim mi Andon? Eğer onların altısı hemen kayığa atlayıp da denize açılmamış olsalardı, vallahi billahi herif hepsini Bulgar kalpağı gibi kapıp taşlar üzerine çarpa çarpa eski pöstekiye çevirecekti.

Papazoğlu Andon hikâyeyi buraya kadar dikkatlice din – ledi Çerkeş Sohbet söze ara verdikten sonra da biraz zaman put gibi hareketsiz kaldı. Sonra şaşkın şaşkın dedi ki:

Vay babasının canına yandığım! O cılız çocuk bu herif olsun?! Ta kendisi! Sonra nasılsa geçen günler burada görüşerek ben kendisini tanıdım da. isminin de Acem Ali Bey olduğunu o zaman öğrendim. Ee sanki bu beyefendiden bize hiç ekmek yok mudur sanırsın? Sana acıdığımdan söylüyorum. Kendisi neredeyse şimdi buraya gelir, görürsün,

Ben kendisini gördüm. Hem de epeyce gözüme kestirdim. Fakat demek oluyor ki senin dostundur. Sen de işin içinde olduktan sonra artık bana ümit kalmaz. Yok yok! Onun bana hiç ihtiyacı yoktur. Hatta yemin ederim ki onun hakkındaki niyetinden Acem Ali Beye hiç bilgi de vermem. Fakat benim yediğim şamar gibi bir taneciğini de senin yediğini görmek isterim. Herife silâh kullanmak hiç gerek değil. Bir yumruğu yetiyor. Papazoğlu boş bira kadehini tekrar ağzına dikerek hiç olmazsa kadehin kenarında kaian köpükleri dudaklarıyla toplamaya ve Çerkeş Sohbet de henüz yarıya kadar bile inmemiş bulunan kadehten bir daha dudaklarını ıslatmaya davrandığında iki konuşmacı arasında doğal bir sessizlik oluştu.

Bu sessizlik çok sürmedi. Çünkü yüzünü dükkânın Ön tarafına dönmüş olan Sohbet Ağa dükkândan içeriye Acem Ali Beyin girdiğini görerek sokağa arkasını dönmüş olan Papazoğlu’na dedi ki: işte geliyor. Emin ol ki hiçbir şey söylemeyeceğim. Eğer Ali Beyin bir şamarına benim dayandığım kadar dayanabilip de gebermezsen sana bin aferin! Papazoğlu arkasına dönüp baktığında Acem Ali Beyi görüp fakat besbelli bir dakika önce işitmiş olduğu hikâyenin etkisinden olmalıdır ki yüzü sapsarı kesildi.

Garip değil midir ki Acem Ali Bey, Papazoğlu nu mavnacı Sohbet’in yanında görür görmez sanki yankesiciyi kırk yıldır tanıyormuş gibi Sohbet’e; A be Sohbet! Senin hırsız olduğunu bilmezdim! Böyle yankesicilerle ne işin var, demesin mi? Yalnız cesareti, yalnız pazusunun kuvvetiyle değil, bu kadar keskin bakışlı olan Ali Bey, Papazoğlu’nun gözünde bir kat daha dehşet oluşturarak eski çomarlığıyla övünen Andonaki, çenesi titrediği hâlde kekeleyerek dedi ki: Es… estağfurullah efendim? Ben… kölenizim, kulunuz.. fakir bir adamım. Hem Osmanlı kapısında büyümüşüm! Ka… ka… kabul etmem! Acem Ali Beyin bu telâşa güleceği gelerek ve fakat gülmeyerek dedi ki:

Geçen gece Kurşunlu Mahzen yanında arkamdan ayrılmayan sendin. Kastın ne olduğunu da anladım. Fakat madem ki Sohbet’in dostusun, sana acıyarak öğütlerim ki kısmetini başka yerden ara dostum! Hem al şu bir lirayı da bu gece harçlık et. Senin gibi köpekler öfkeden çok merhamete lâyıklar! Papazoğlu’nda lirayı aldığı gibi bir gidiş var ki!..

Hatta sandalcı Sohbet de şu durumdan pek çok utanarak Papazoğlu’yla yalnız bir göz aşinalığı olduğunu belirterek dedi ki:

Beyim! Eğer beni gerçekten Papazoğlu’nun dostu ve arkadaş: sanıyorsan merhabayı keselim! Çünkü emin olmadığın bir adamla arkadaş olmamalısın. Sana en doğrusunu söyleyeyim mi Sohbet? Şu Galata içinde senden daha cesaretli bir babayiğit bulunmadığını kabul ederim. Fakat bin düşmanım olsa yine korkum yoktur. Rıhtım kavgasını gördün ya? Papazoğlu’na nasıl davrandığımı şimdi gördün. Kahpe olan düşmandan hile ve oyun yoluyla, cesur olandan da yumruğum sayesinde hiç korkum yoktur. Fakat emin ol ki seni öyle hırsız takımından sanmam. Sen her çeşit işlerle uğraşmış bir adam isen de hiçbir kimsenin hiçbir çöpüne göz dikerek canına bile kas- tetmemişsindir. Ben o sözü söyleyeceğinizi bilseydim Papazoğlu’nu hiç de yanıma bile uğratmazdım. Ben burada sizi beklerken o kendisi geldi yanıma oturdu. Hatta bir de biramı içti. Neyse! Bu gece beni mutlaka görmek isteyişinizin ne için olduğunu merak ettim. Bir kimseyle kavganız filânınız mı var? Bir kimseyle kavgam olsa yardımcıya ihtiyacım mı var?

Yok! İhtiyacın yok ama… Bu gece seni kendime yardımcı yapmaya geldim. A- ma kavga için yardımcı değil. Hatta bu gece görülecek bir iş için de değil. Birkaç güne kadar bir işim var da onun için! Vallahi Ali Bey, sizinle beraber olduktan sonra ateş olsa saldırırım. Ama ben böyle boş sözlere kulak veremem. İnsan verdiği sözün eri olmalıdır. Hem öyle ateşe filâna saldırmak gerekmez. Ateşsiz filânsız bir iş! Şu kadar ki bundan kimsenin haberi olmayacak. – Can çıkar da sır çıkmaz. Aslında sizinle topu topu birkaç defa görüştük. Onlar da pek sıradan olduysa da size o kadar yakınlık duydum ki kırk yıllık dostunuz, arkadaşınız gibi oldum.

Gerçekten Çerkeş Sohbet bu sözü söylemekle beraber Acem Ali’nin yüzüne öyle bir bakış baktı ki kırk yıllık dostu değil ama sanki kalû belâdan beri âşığı imiş gibi bir bakıştı.

Ya böyle bir bakışa Acem Ali’nin etkisi yok muydu? Hem bu bakışın Acem Ali de farkına vardı. Her ne kadar zalim pençesi arslanlan perişan edecek bir kahraman olduğunu kendisi biliyorsa da, ne kadar olsa gençliği ve güzelliği yanında babayiğit bir adamın böyle bir bakışından utanarak önüne bakmaya içinden bir zorunluluk duydu.

Evet! Acem Ali Bey on sekiz, on dokuz yaşlarında tahmin olunabilecek bir delikanlı olup, vücudu nahif, boyu uzunca ve elleri küçücük olduğuna göre, öyle pazar kayıkçılarını birbirine çarptırmaya yetecek kuvvetin nerede olduğuna insan şaşırırdı. Sakal ve bıyık henüz belli bile olmayıp, bununla birlikte Çerkeş Sohbet kendisine “Acem Ali” unvanından çok “Köse Ali” unvanını lâyık görürdüyse de genellikle tüysüz olanların yüzlerinin derileri bu eksiklik düşüncesini kuvvetlendirecek kadar çirkin olduğu hâlde Acem Ali’nin cildinde tersine tazelik de görülürdü. Eğer kendisi çokça esmer olmasaydı o kara kaşlar ile kara gözler bir kat daha güzelleş- tirirdi. Bu kadar güzel kara kaş ve kara göz öyle beyaz tenlerde pek nadir olarak, esmer olanlarda çok az görüldüğünden, bu çeşit gözlerin en güzellerinin Ali’de bulunması teninde ki esmerliği de süslerdi.

Benzer İçerikler

WILLIAM SHAKESPEARE -KISASA KISAS

yakutlu

İki Yeşil Su Samuru | Buket Uzuner

yakutlu

Özgürlük Tuzağı

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy